Kategori

Bilim

Kategori

CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA

Dünyadaki en meşru, en ahlaklı, en kutsal savaşlardan biri olan Türk kurtuluş savaşını kazanarak destansı bir mücadeleye imza atan mazlum milletlerin umudu Türk milletinin karakterine en uygun yönetim biçimi Cumhuriyetimiz bir asırlık şan ve şeref dolu tarihiyle  dimdik ayaktadır. Türklerin en büyük bayramı kutlu olsun.

 Bir millete, yitirmek üzere olduğu özgüveninin ve ulus bilincinin yeniden kazandırılması, bütün imkânsızlıklara rağmen verilen İstiklal Savaşı’nın zaferle sonuçlandırılması, yönetimde egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesi ve her şeyden önemlisi; modern hukuk kurallarına dayanan çağdaş ve laik bir devletin tüm kurumlarıyla inşa edilmesi gibi başarıların, gerçekleşmesini sağlayan Mustafa Kemal Atatürk’e ne kadar minnet  etsek azdır.

Cumhuriyet yönetimi aradan geçen bir asra rağmen halen dünyanın en modern ve en çağdaş yönetimi olarak varlığını sürdürmektedir. Aradan geçen bunca zamana rağmen Türk milleti Cumhuriyeti kısa sürede benimsemiş ve sahiplenmiştir. Çünkü Cumhuriyeti hala çocuklarımızın saf ve masum gülüşleri gibi içten ve büyük coşkuyla kutluyoruz. Bu durum da Atatürk’ün Türk milletine ne kadar iyi tanıdığını ve sevdiğini ortaya koymaktadır.

 İçinde yaşadığı toplumun yapısını çok iyi bilen Atatürk, bilimsel değerlendirmeler ışığında Türk Ulusu’na en uygun yönetim biçiminin “Cumhuriyet” olduğunu anlamış ve bu yönetim biçimini yeğlemiştir. Cumhuriyet’in ilânı, Türk toplumu için tarihin en büyük dönüşümlerinden biridir. Kapalı ve totaliter rejimlerin güçlendiği bir dönemde, demokratik açılımları olanaklı kılacak Cumhuriyet rejiminin kurulması, Yüce Önder’in engin ileri görüşlülüğünün ve bireyi temel alan çağdaş düşüncesinin siyasal bir yansımasıdır. Egemenliğin kayıtsız koşulsuz ulusun olduğu bu yeni yönetim biçimi, Türkiye Cumhuriyeti’ne yurttaşlık bağı ile bağlı olan herkese birey olma hakkını vermiş ve sorumluluğunu yüklemiş; Türk Ulusu’na özgüvenini kazandırmıştır.
O’nun, ülkemizin kurtuluşu ve çağdaşlaşmasında oynadığı rol, tarihin akışına yön verecek büyüklüktedir. Atatürk Ulusumuza olduğu kadar insanlığa da malolmuştur. Çağdaşlaşma çabaları, tarihin en büyük aydınlanma hareketlerinden birini yaratmıştır.

Ancak unutulmaması ve gözden kaçırılmaması gereken nokta Cumhuriyet rejimi Türk milletine tepen inme bir rejim değildir. Türk milletinin binlerce yıllık bağımsızlık tutkusunun nişanesidir Cumhuriyet.

Cumhuriyetimizin temelinde Mete Han’ın dirayeti, dağı eğip de üzengi olup asılan, çeliği pek tutacak suyumuzu veren, toynaklarında kıvılcımlı nalları atlarımızı süren, sağrılarında çok bilişli ak kızlarımızla, oğlanlarımızla bir oynasan pusatlarımızla, kısraklarımızda bir nakışlı eğelerimizle, kopuzlarımızdaki iç çekişli türkülerimizle yaşayan Oğuz Kağan’ın mücadelesi, Bumin ve İstemi atalarımın birlik öğüdü, Selçuk atamın hediyesi, Ertuğrul babamın emaneti, Domaniç yaylağının asaleti, ÇÜN BiZ VAR iDiK ÇÜN BiZ VARIZ diyen Anadolu beylerinin beyi Osman’ın kararlılığı, Sancağa hilali nakşeden, denize karadan yürüyen, alevi semadan düşüren, çağ açıp çağ kapayan, toy kurup tuğlar diken, fethedip İstanbul’u Türk kılan Fatih’in bilgeliği, hiç uyumayan atlılarla, Karakalpaklarını alınlarına düşüren, arkadaşlarını yol üstünde bir ağacın yamacına, kardeşlerini buz tutmuş siperlerde, çocuklarını öfke yutmuş düşman elinde, analarını iki elleri Allah’a açılmış bırakan, babalarıyla cephede helalleşen, soğuktan ve alevli güneşten gözleri yaşaran Kuvvacılarımızın kanları vardır.

Cumhuriyete gidilen yolda çok büyük mücadeleler veren milletimiz Cumhuriyetin ilanından sonra da dünyada Türk mucizesi olarak anılacak önemli atılımlara imza atmıştır. Kanla irfanla kurulan Cumhuriyet Türkiye’si yüzlerce yıl süren yokluğun, açlığın ve savaşların pençesinde boğuşan Anadolu Türk insanın çabasıyla meydana gelmiştir. Cumhuriyet kurulduğunda Atatürk’ü kurtuluş savaşından daha zor bir dönem bekliyordu. Cumhuriyetin ilan edildiği gün savaştan yeni çıkmış Genç Cumhuriyet’in durumu şöyleydi:

  Doktor sayımız 337, sağlık memuru sayısı 434 ve 150 kadar ilçede doktor yoktu. Pek az şehirde eczane vardı. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyordu. Kırk bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136’dı. Sadece 60 eczacı vardı ve bunların sadece sekizini Türkler işletiyordu.  Beş bin köyde sığır vebası vardı. Bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtma, üç milyon kişi trahomlu idi. Bebek ölüm oranı yüzde 40’ın üstünde. Anne ölüm oranı yüzde 18 ve Ortalama ömür 40 yaştı.

Cumhuriyeti onca yokluğa rağmen sağlam bir temel üzerine kuran Atatürk, Cumhuriyet Türkiye’sinin güçlenmesi için inanılmaz bir çaba ve gayretin içerine girmiş ve emeğinin karşılığını fazlasıyla almıştır.

Dünya’da pek çok uzmanın dönemin şartlarına göre yaşama fırsatı vermediği Atatürk Türkiye’si şu atılımlara kısa sürede ulaşarak inanılmazı başarmıştır:

Şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde milli ihtiyacın tümü, yünlü dokumanın yüzde 83’ü, pamuklu dokumanın yüzde 43’ü, kağıtın yüzde 32’si, cam eşyanın yüzde 63’ü milli üretimle karşılanmaya başlamıştı. Demir-çelik sanayi kurulmuştu. 46 büyük ölçekli fabrika kurumuştu. Ağır sanayi üretimi %152, toplam sanayi üretimi ise %80 arıtmıştı. Şeker üretimi ise 200 kat artmıştır. Tekstil üretimi ülke ihtiyacının %80’nini karşılar duruma gelmişti.   Madenler ve şirketler millileştirilerek milletin hizmetine sunulmuştu. Kalkınma hızı yüzde yirmilere yaklaştı. Devletin Osmanlı’dan devralınan borçtan başka borcu kalmamıştı. 5 milyon ton civarında olan buğday üretimi 9 milyon tona çıkarılmıştı.

Cumhuriyetin ilanın sonra Türk toplumu sosyal ve siyasal alanda çağdaşlarının çok ilerisinde kazanımlar elde etmiştir. Cumhuriyetle edrak-ı bi idrak olarak anlan Türk milleti Ne mutlu Türküm diyecek özgüveni kazanmıştı.

Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini Atatürk gençlere emanet etmiştir. O’nun emanetine sahip çıkmak bizim var olma nedenimizdir. Unutmayın ki, Atatürk ve Cumhuriyetten vereceğiniz her taviz geleceğimizden vereceğimizden vereceğimiz bir tavizdir.

Canlılar dünyasında en yeni ve en kibirli olan insanlar, besin zincirinin temelini oluşturan bitkilere karşı küçümseyici tavırlarından hiç vazgeçmemişlerdir. İnsanların birbirlerini küçümseme cümlelerinden olan “ot gibi yaşamak” ve hayati fonksiyonlarını kaybetmeye yakın olan koma halindeki hastalar için “bitkisel hayat” tabirleri insanların bitkilerin dünyasına nasıl yabancı kaldığını göstermektedir. Hem bütün yaşamlarını bitkilere göre ayalaralar hem de birbirilerini aşağılarken bile bitki adlarını kullanarak hakaret ederler. Eğer insanlar bitkilerin yaşam mücadelesindeki etkisini görebilselerdi bütün övgü sözlerinde bitki betimlemeleri yaparlardı.

Dünyada canlı yaşamında en yeni canlılardan olan insanlar, dünyanın ilk canlıları olan bitkileri sessiz, faydalı ve güzel görünüm veren canlılar olduğunu düşünmüşler ve canlı sınıflamasında hayvanlardan sonra üçüncü sıraya oturturmuşlardır. Oysaki canlılar dünyasının yüzde doksan dokuzunu oluşturan bitkiler, canlıların günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde vazgeçilmez bir unsurdur. Canlılar dünyasında bu denli etkili bir unsuru üçüncü sınıf canlı gurubuna sokmak insani kibrin bir ürünüdür.

Bitikleri sadece canlı statüsüne koyup onun bir canlıdan daha öte zeki, düşünebilen, stratejiler geliştirebilen ve iletişim kurabilen canlılar olduğunu, dünyada düşünmeyi sadece kendi egosu içine hapsetmiş olan insanlar çoğunlukla reddetmektedir. Bitkilerin zeki canlılar olduğunu anlatmak için Stefano Mancuso ve Alessandra Viola BİTKİ ZEKÂSI kitabını yazmışlardır. Kitap, bitkilerin zeki canlılar olduğu, kendi aralarında iletişim yapabildikleri, köklerinden en tepesindeki yaprağa kadar bilgi aktarma kabiliyetlerinin olduğu, çevresinde bulunan bitkilerden kendi türleri ile farklı türleri ayırma kabiliyetlerinin bulunduğu, tuzak kurarak avlanma kabiliyetlerinin olduğu, iklim geçişleri sırasında kuraklığa ve aşırı yağmurlara karşı tedbirler alabilen canlılar olduğundan bahsetmektedir. Kitap, insani pek çok yeteneğin daha gelişmiş halinin bitkilerde bulunduğunu anlatılmaktadır.

Akıllı olmayı kendinden başka hiçbir canlıya yakıştırmayan insanların, bitkilerin aklı olmadığını düşünmeleri insanların bu konuda fazla akıl yürütemediğini göstermektedir. Yaşanılan bir soruna çözüm üretmede başarılı olmayı akıl olarak değerlendirirsek bitkilerin bu konuda ne kadar akıllı olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Bitkiler insanlar ve hayvanlar gibi hareket kabiliyeti bulunmayan canlılardır. Hareket kabiliyetlerinin olmamasına rağmen bitkiler bir sorun karşısında, insanlar ve hayvanlardan daha üstün iyi stratejiler geliştirebilmektedirler. Bitkiler insanlar ve hayvanlar gibi yürüyemeseler, koşamasalar da gerek kökleri gerek dalları ve gerekse yapraklarıyla yetişmeleri için en uygun yerlere yönelebilmektedirler. Örneğin kökleri sayesinde su bulacakları yerlere yönlenirken dalları ve yaprakları sayesinde güneş ve ışığı bulacak yerlere yönlenmektedirler. Bitkilerin saklanma ve taklit yeteneklerini en iyi çiftçiler bilirler. Bitkiler hem tarım ürünlerini taklit ederek, hem de tarım ürününün hemen dibinde yetişerek kendilerini çok güzel gizleyebilirler.

İnsanlar ve hayvanlar yaşamsal faaliyetlerini beş duyu organı sayesinde sürdürdüler. Bu duyu organları vücutlarının değişik yerlerine toplanmış vaziyette sürdürdüler. Bitkilerin ise görünürde böyle bir duyu organları yoktur. Ancak bitkilerin yaşamsal faaliyetlerine bakıldığında bizlerden daha gelişmiş 15 duyu organına sahip olduğu görülecektir. Üstelik bitiklerin bu duyu organları insanlar ve hayvanların olduğu gibi farklı yerlere toplanmamıştır. Bir dal ya da kökte bu duyu organlarının hepsi bulunabilmektedir. Bazen bitkiler,  köküne kadar kesilse bile yeniden yeşerip büyümeye başlamaları, ya da bitkilerin kesilen dallarının ekildiğinde büyümesi bitiklerin bu 15 duyu organlarının bitkinin her yerinde bulunduğunun delildir.

Bitikler, akciğeri olmadan nefes alabilirler, ağız ve mideleri olmadan beslenebilirler, iskeleti olmadan dik dururlar, beyinleri olmadan karar verirler, gözleri olmadan ışığın geldiği yönü bulurlar, burunları olmadan zararlı ve faydalı kokuları anlarlar ve bazen tehlike durumuna göre özel koku yayarlar, derisi olmadan hissedebilirler. Bizim beş duyu organımızla yaptıklarımızı yapabilme kabiliyetlerine ilave olarak bitkiler, su ve toprağın kimyasal analizlerini yapabilmektedir. Bitkiler yerçekiminin etkisini hesaplayarak büyüme stratejilerin ona göre şekillendirebilmektedirler. Ses çıkarmadan birbirleriyle bazı kimyasal salgılar yoluyla iletişim kurabilmektedirler. Mevsim geçişlerini anlayabilmekte ve dünyanın yıllık hareketlerine uygun gelişim gösterebilmektedirler. Bitkilerin her bir kök ucu yerçekimi, sıcaklık, nem, elektriksel alan, ışık, basınç, kimyasal değişimler, zehirli madde varlığı, ses titreşimleri, oksijen ve karbondioksit varlığı ya da yokluğu gibi sayısız parametreleri tespit eder. Bütün bunları organize bir biçimde yapmak güçlü zekâ gerektiren bir durumdur. Üstelik bu zekâ seviyesi, bizim çok iyi eğitim almış bireylerden bile daha analitik düşünme kabiliyetine sahiptir. Eğer bitkilerin zekâsı olmasaydı aynı türde bulunan bütün bitkiler farklı şartlarda ve ortamlarda aynı hareket etmek zorunda kalırlardı. Hâlbuki bitkiler çok yakın alanlarda bile farklı davranmaktadırlar. Bu durum bitiklerin kedine has özgün zekâlarıyla ilgilidir.

Bitikler zeki canlılara özgü duygusal tepkiler de gösterebilmektedirler. Sevecen davranışların olduğu ortamlarda daha hızlı gelişme gösterdiğiyle ilgili araştırmalar yapılmıştır.  Nasıl ki insanlar içinde sürekli pozitif düşünen ve davranın insanlar çevresindeki insanlara huzur verirse, bitikler de çevresindeki insanlara huzur vermektedir. Artık duygusal sağlatım araçları içerisinde bitkiler önemli bir konuma gelmiştir.

Bitkilerin hayatta kalma mücadelesi için elde ettiği kazanımlar sayesinde, besin zinciri sistemi mükemmel işleyerek, insanlar ve hayvanların hayatta kalmalarına olanak sağlamaktadır. Bitiklerin elde ettiği kazanımlarla bizler sadece beslenmemiz için gıda elde etmiyoruz. Hasatlıklarımızın tedavisinde ve yaraların iyileştirilmesinde ürettiğimiz ilaçların neredeyse tamamı bitkilerden elde edilmektedir. Ayrıca bitkiler ruhsal hasatlıkların tedavisinde doğal bir sağlatım aracı olarak kullanılmaktadırlar.

Bitiklerin sahip olduğu donamı yeni yeni kavramaya başladık. En zor şartlarda hayatta kalma başarısı gösteren bitkilerin genetik kotlarından geleceğe yönelik bir takım süründürülebilir modeller geliştirilebilir. Bitkiler hiçbir kaynağı israf etmediği gibi doğaya geri kazanım sağlayarak dünyadaki yaşam döngüsünün devamlılığına katkı sağlamaktadır.

Teknolojik gelişmeler ile artan üretim sistemleri insanların tüketim alışkanlıklarını kökünden değiştirmiştir. İhtiyaç fazlası üretim ve gereksiz tüketimin getirdiği atık sorunu dünyanın geleceğini tehdit etmektedir. Bu durumda doğaya hiç zarar vermeden doğal sistemlere katkı sağlayan bitiklerin üretim sistemleri taklit edilmelidir. Bitki zekâsının insani pek çok sorunun giderilmesinde kullanılması için yoğun araştırma çalışmaları yapılmalıdır. Bitikleri sadece dünyadaki ekosistemin sürekliliği için görmek bitki zekâsını küçümsemekten başka bir şey değildir. Bitki zekâsı bizim zekâ derecelendirme ölçeklerinin çok üstünde bir yapıdadır. Bu üstün yapıdan ne kadar yararlanırsak o kadar rahat ederiz.  

Michel Foucault, 1926’da Poitiers’de doğdu. 1 Felsefe ve psikolojiyle ilgilenen Foucault, bu
alanlarda Fransa’nın ünlü eğitim kurumlarında dersler verdi. Suç, delilik, kapatılma, psikoloji,
psikanaliz, siyaset, iktidar, bilgi gibi konuların üzerinde durduğu yazılarının ve söyleşilerinin
bir derlemesi olan Büyük Kapatılma adlı kitabında okurlarını bu kavramlar üzerinde yeniden
düşünmeye sevk ediyor. Bu kavramların tanımları ve toplumdaki algıları üzerinde duran
Foucault, geçmişten günümüze “kapatılma” eyleminin geçirdiği serüveni anlatıyor.
Kapatılmanın çok yönlü arka planında psikolojinin ve iktidarın etkilerini analiz ediyor.
Kapatılmayı incelerken çıkış noktası olarak 1656 yılında Paris’te kurulan Hôpital général
(genel hastane) 2 i seçiyor. Nitekim Foucault, bu hastanenin kurulmasıyla yaşanan toplu halde
kapatılmaları “Büyük Kapatılma” olarak adlandırmıştır. Zaman içerisinde kapatılanların
gruplandırılması, oluşturulan bu gruplarla ilgilenecek uzmanlık alanlarının doğması,
kapatılmaların amaç-sonuç ilişkisi bakımından incelenmesi gibi hususların üzerinde
durmuştur.

Delilik
Deli, aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, mecnun, coşkun, azgın ve çılgın gibi
anlamları ihtiva etmektedir. 3 Foucault’un tanımlamasıyla da deli; çalışmanın, toplumsal
yeniden üretimin, söylemlerin, oyun ve bayram gibi toplumsal eylemlerin de içinde
bulunduğu tüm alanlardan dışlanan, reddedilen kişilerdir. 4
Foucault, deliliğin tarihi üzerine düşünürken, deliliğin her zaman dışlandığını, reddedildiğini
savunur. Bunu incelerken deliliğin tarihini üç döneme ayırır:
-İlk çağlarda deliliğin statüsü
-Sanayi toplumunda delilik statüsü
-19. yüzyılda meydana gelen değişim

1 Michel Foucault, Büyük Kapatılma, Ferda Keskin (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011, s.7.
2 Foucault, a.g.e., s. 11.
3 Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük, https://sozluk.gov.tr/ , 01.05.2020
4 Foucault, a.g.e., s.78.

Üç ana dönem ekseninde deliliğin tarihini inceleyen Forucault, deliliğin konumunun modern
toplumda temelde değişmediği sonucuna varır. Bu sonuca varırken yaptığı uslamlamayı
incelemek gerekmektedir.
İlk çağlarda deliller, toplum içinde ürkütücü bir konumda bulunuyorlardı. Örneğin, ilkel bir
Avustralya kabilesinde deli toplum için, doğaüstü bir güçle donanmış, korku verici bir varlık
olarak kabul edilir. Diğer yandan, bazı deliler toplumun kurbanı olurlar. Her durumda bunlar
çalışmada, ailede, söylemde ve oyunlarda diğerlerinden farklı davranışları olan kişilerdir. 5
Ortaçağ’da ise deliler, toplumdan bütünüyle tecrit edilmek yerine toplumla birleşik, ancak
bireysel olarak daha özerk yaşamalarına izin verilmiş, kabullenilmiş bir halde varlıklarını
sürdürmekteydiler. Ortalıkta serbestçe dolaşmalarına, dilediklerini yapmalarına izin
verilmişken, sanayi devrimi ile birlikte yaşanan toplumsal değişimler neticesinde delilerin
toplumdaki konumu da değişmiştir. Üretim ilişkilerinin artı ürün üzerine kurulmaya
başlandığı, kapitalist sistemin hızla bütün üretim ilişkilerine hakim olmaya başladığı bu yeni
dönemde bireyler, ekonomiye katkı sağladığı ölçüde varlıklarını sürdürebilmektelerdir. Bu
sistem içerisinde üretime katılamayan bireyler ise işe yaramaz olarak görülmeye başlandı.
Sanayi Devrimi’nin öncü ülkelerinden olan İngiltere ve Fransa’da oluşturulan büyük
kurumlara bu sistem içerisinde “işe yaramaz” gözüyle bakılanlar kapatılmaya başlandı. Bu işe
yaramaz kesim içerisinde deliler, hastalar, işsizler, yaşlılar gibi çalışamayacak durumda
olanlar mevcuttu.
Toplu halde kapatılmaların yaşandığı bu dönemde 1793 yılında Fransa’da Pinel, delileri
zincirlerinden kurtardı ve yaklaşık olarak aynı dönemde, bir kuaker olan Tuke, bir psikiyatri
hastanesi kurdu. Delilere o zamana kadar suçlu gibi davranıldığı ve Pinel’le Tuke’un onları ilk
kez hasta olarak nitelendirdikleri kabul edilir. 6 Ancak Foucault, delilerin kurtuluşu gibi
algılanan bu duruma o kadar da iyimser bakmaz. Delilerin sanayi devrimi öncesinde suçlu
gibi görülmeleri söylemine karşı çıkar ve yapılan bu gruplandırmanın da delilerin eski
konumlarından bir kurtuluş olduğuna da katılmaz. Sanayi devrimi öncesinde bir delinin
kapatılması, dışlanması ancak ailesinin kararıyla mümkünken sonrasında kapatılmalara karar
veren yetkililer hekimler olmaya başladı. Bu yetkiyle beraber delilerin hayatlarındaki en
büyük yeri de alan hekimler olmuştur. Kapitalist sanayi toplumunda, ekonomiye girdisi veya
çıktısı olmayan bu insanlar için yapılması gereken en doğru şeyin onların ayak altından
çekilmeleri olduğuna kanaat getirilmiştir.
5 Foucault, a.g.e., s.78.
6 Foucault, a.g.e., s.79.

Delilerin kapatılmalarda ayrışmasıyla birlikte onlar üzerine söylemler, tanımlar ve ilişkiler
oluşturulmaya başlanmıştır. Delilikle kurulan anlamsal ilişki, bir dönem tedavileri için de
kullanılan su ile yapılmıştır. Delinin deliliğini kabul etmesi için soğuk duş uygulaması
yapılıyordu. Bu bir anlamda suyun itiraf aracı olarak kullanılması demekti. Su vasıtasıyla
doktor ve hasta arasında kurulan ilişki, hasta olanın kendisiyle olan ilişkisine taşınıyordu. Bu
durum akıl ile akıl dışı olanı kabul ettirmek demekti. 19. yüzyıl itibariyle delilik ve su
arasındaki anlamsal bağ giderek etkinliğini yitirmiş, yeni dumana bırakmıştır. Sanrılarla,
muğlaklıkla, mantıklı olandan uzaklıkla bu şekilde bir anlamsal bağ oluşturulmaya
başlanmıştır.
Delilerin toplumdan tecrit edilmesiyle, bazı gayri ahlaki, gayri akli durumlar da delilikle
özdeşleştirilmiştir. Delilik, özellikle yasak olanla yakın olarak düşünülmesi, delileri toplum ve
devlet kurallarına karşı anarşist bir konuma getirmiştir.
Kapatılmanın tarihini incelerken Ortaçağ ve sonrasındaki gelişmeler incelenecek olursa,
Ortaçağ’daki kapatmaların içeriklerine bakmak gerekmektedir. Onyedinci yüzyılda Paris’te
yaşanan büyük kapatılmaların içinde yersiz, yurtsuz, evsiz, işsiz ve eşsiz olanlar bulunuyordu.
Bu kapatılmadan kurtulmak içinse ancak bir meslek icra etmek, bir işte çalışmak gerekiyordu.
Herhangi bir yargı yoluna başvurulmadan ve polisler eliyle gerçekleştirilen bu kapatılmaya
yaşlılar, sakatlar, akıl hastaları, eşcinseller, müsrif babalar, hayırsız evlatlar, çalışmayanlar ve
çalışmayı kabul etmeyenler de dahildi. Onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda kapatılanlar
arasında birtakım ayrımlar yapıldı. Yapılan bu ayrımlar neticesinde akıl hastaları
tımarhanelere, gençler ıslahevlerine, suçlular da hapishanelere gönderildi. Bu anlamda büyük
kapatılmalar kendilerini ilk olarak kapitalist toplumlarda gösterdiler. Bu kapatılmalar, devlet
üzerinde bir külfet oluştursa da siyasiler bu kapatmaları desteklemişlerdir.
Suçluluk
Kapatılmaların gruplandırılmasıyla birlikte suçlu olanların hapishanelere kapatılması da tıpkı
delilerin tımarhaneye kapatılması gibi onları var olan statülerinden kurtarmayarak iyileşmeleri
yolunda da yardımcı nitelikte olmamıştır. Bu yüzden 19. Yüzyılda bir hapishaneye
kapatılmakla bir tımarhaneye kapatılmak arasında neredeyse hiçbir fark yoktur. Suçluların
kapatılması, onların işledikleri suçu tekrarlamamaları, toplumsal ve siyasal normlara uymaları
için yapılan bir iyileştirme aracından ziyade bir cezalandırma aracı olarak ortaya çıkmıştır. 19.
yüzyıl öncesinde ise suçlulara uygulanan cezaların içeriği daha çok fiziksel acı çektirme
üzerine kuruluydu.

Foucault, bir cezalandırma aracı olarak hapishanelerin kullanılması üzerinde durur.
Hapishanelerin işlevselliği, amaçları ve sonuçları, bunların toplumsal açıdan getirileri, yazarın
sorunun eksenini oluşturmaktadır. Hapishanelerin suçlu bireyleri topluma yeniden
kazandırılması için birer tedavi ve rehabilitasyon merkezi olması gibi bir amacı bulunmasına
karşın hapishane deneyimi sonrası hükümlülerin psikolojik ve sosyolojik durumlarında bşr
değişim olmadığı gözlemlenmektedir. Foucault, hapishanelerin restorasyon geçirmesinin ya
da onları tamamen ortadan kaldırmanın bu sorunu çözebileceğini düşünmez. Ona göre
hapishaneler, onlar ortadan kalksa da başka kurumlar toplumda marjinalleşmeyi
sağlamaktadırlar. Ancak onun için sorun şudur: Günümüz toplumunun nüfusun bir bölümünü
dışarıya itiş sürecini açıklayan bir sistem eleştirisi sunmak. 7 Toplumda kapatılması gerektiği
düşünülen insanların neden kapatılması gerektiği düşüncesinin oluşum sürecini, toplumsal
dinamikler ve iktidar bağlamında yeniden düşünmek ve yorumlamak gerekmektedir.
Kapatılma kurumlarının oluşturulma amaçları tımarhanelerde bireyleri “iyileştirmek”
hapishanelerde ise “topluma yeniden kazandırmak”tır. Foucault, Modern Dünya’da iktidarın
yeni bir işlevinin olduğunu ve bunun da tedavi edicilik olduğunu söyler. 8 Ancak her iki kurum
da bu işlevleri gerçekleştirememişlerdir. Bu başarısızlıklarına rağmen hala aynı şekilde
varlıklarını sürdürmektedirler. Özünde birer iyileştirme ya da normalleştirme makineleri
olarak ortaya çıkan bu kurumların işlevlerini gerçekleştirememesini gözler önüne sermek için
bu makinelerin test edilmesi gerektiğini, bu test sonucunda makinelerin kendi işlevlerine ve
amaçlarına yabancılaştığı sonucuna varır. Bu makinelere normal insanlar yerleştirildiğinde
onları diğerlerinden ayırarak normal bireyler olarak ayıklayamayan, ancak onların bu
durumlarından kendilerine pay çıkarmak için onların normalleşmelerinin söz konusu
makinelere/ kurumlara borçlu olduklarını savunacaklardır. Foucault, bu kurumların insanlar
üzerindeki teşhis ve tedavilerinde ise iktidar ilişkilerinin ön planda olduğunu düşünmektedir.
Modern dünyadaki ilişkileri panopticon sisteminde bir yaşama benzeten Foucault, bireylerin
üretim aygıtına, mesleğe, makinelere, cezalandırıcı kurumlara bağlı olduklarını ve bu
bağlılığın bir nevi panopticon sistemine benzediğini savunur. Panopticon’da dairesel bir yapı
içerisinde dairenin merkezinde bulunan gözetleme kulesi ile onun çevresini oluşturan daire
çevresince odaların ve bu odalarda da tutsakların bulunmasıyla oluşan bu sistemde
merkezdeki kulede bulunan kişi bütün odaları gözetleyebilmektedir. Temelde bu mantıkla
oluşturulmuş, gözetlemeye ve bağlılığa dayalı sitemde bugün insanlar borçlandırılarak

7 Foucault, a.g.e., s.115.
8 Foucault, a.g.e.,s.131.

ekonomik üretime bağlı kılınmışlardır. İnsanlar tüketim zinciri ile kuşatılmışlardır. Bu
panoptizm sistemi içerisindeki en büyük oluşumlardan biri hapishanelerdir. Gözetleme
üzerine kurulan hapishanelerde toplumum suçlu olarak adlandırdığı kesimin denetlenmesi söz
konusudur. Bu gözetleme mekanizması söylemlerdeki kadar masum değildir. İçerisinden
geçen bireylerde büyük etkiler bırakır. Hapishane sistemi içerisinden geçen bireyler
damgalanır ve hapishane sonrası hayatları bazen bir açık hava zindanına dönüşebilir. Bu
durum diğer kapatılma türleri için de hemen hemen geçerlidir. Farklı kapatılma türlerinde en
temel benzerlik ise kapatılma kurumlarındaki iktidar yapısıdır. Bu iktidar ilişkileri içerisinde
bulunan görevlilerin, gözetleyenlerin de gözetlenmesi gerekmektedir.
Bilgiyi üreten ve ortaya çıkabilecek bir bilginin henüz o bilgi ortaya çıkmadan önüne
geçebilen siyasi iktidar, kimin hakikati söylediğine değil, kimin haklı olduğuna da karar verir.
Siyasi iktidar, karar verme sürecinde sınama, soruşturma, inceleme ve kanıtlama gibi araçları
kullanır. Soruşturma tekniklerinin yaygınlaşması ve gelişmesiyle sınama aracı yok olmuştur.
Bir bilgi edinme biçimi olarak soruşturma, iktidar biçimi ile yakından ilgilidir. Zira bilgi ile
siyasi, toplumsal, ekonomik bağlam ve özne kurulur. Bu anlamda bilgi, toplumu yönetmek,
yönlendirmek ve şekillendirmek için önemli bir güç ve araçtır.

  1. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında Avrupa’da gelişen ve değişen üretim sistemleri ile
    birlikte hukuki yapıda da değişimler yaşanmıştır. Hukuki sistem, ceza sisteminin yeniden
    düzenlenmesi üzerine kurulmuştur. Yaşanan değişimde üç temel ilke, sistemin sacayağını
    oluşturmaktadır. Bunlardan ilki yasa, ikincisi bu yasanın topluma zararlı ve yararlı olan
    şeyleri tanımlaması ve üçüncüsü suçun açık ve basit tanımıdır. Suç, günah ve hata ile
    yakınlığı olan bir şey değildir; topluma haksızlık yapan bir şeydir; toplumsal bir zarardır,
    karışıklıktır, tüm toplum için rahatsızlıktır.
    Sonuç olarak, suçun yeni bir tanımı da vardır. Suçlu, topluma zarar veren, karıştıran kişidir.
    Suçlu, toplum düşmanıdır. Bunu, bütün teorisyenlerde ve suçlunun toplumsal sözleşmeyi
    bozan kişi olduğunu ileri süren Rousseau’da çok açık olarak buluruz. Suçlu, iç düşmandır.
    Tıpkı toplumun içinde teorik olarak oluşmuş sözleşmeyi bozan birey gibi, suçlunun iç düşman
    olduğu düşüncesi de, suçun ve cezanın teorisi tarihinde yeni bir tanımdır. 9 Suça ve suçluya
    toplumsal bir boyut kazandıran bu bakışın hukuki zemine oturması, onların cezalandırılmasını
    da toplumsallaştırmaktadır. Bireyin bir suçluya dönüşmesi, topluma zarar vermesi
    muhtemeldir. Ve bu durumda onun cezası, toplumda yol açtığı karışıklığı gidermektir.

9 Foucault, a.g.e., s.219-220.

Modern Dünya’da bu karışıklığı gidermenin yolu ise suçluyu karışıklık çıkardığı toplumdan
uzaklaştırmaktır. Ancak bu sayede suçlunun topluma verdiği zararın ortadan kaldırılabileceği
düşünülmektedir. Hapis cezasının doğuşundan önce cezalandırmayla ilgili farklı usuller
mevcuttu. Bunlar, suçluyu kovmak ya da sürgün etmek, toplumsal zararın telafi edilmesi için
zorunlu olarak çalıştırılmak, zararın yeniden vuku bulmasını önlemek için kısasa kısas
uygulaması ve kamusal skandaldır; bulunduğu yerde dışlamak, tecrit etmek ve aşağılamaya
vatan bir boyutta gerçekleşen, kamuda küçümseme ve tiksinme tepkisi de kışkırtan
cezalandırma sistemi olarak tanımlanabilir. Modern toplumda bu gibi cezalar varlığını
sürdürmemekte, yerini toplumsal faydayı sağlamaktan uzak olan hapsetme cezası almış
durumdadır. 19. yüzyılda uygulanmaya başlayan bu cezalandırma usulü, topluma zararlı olan
şeyi soyut ve genel bir şekilde tanımlamayı, topluma zararlı bireyleri uzaklaştırmayı ya da
onların yeniden suç işlemeye başlamasını engellemeyi giderek daha az kendine dert edinir.

  1. Yüzyılda, ceza usulünün amacı, giderek daha kararlı bir şekilde, toplumu genel olarak
    savunmaktan çok bireylerin tavır ve davranışlarının denetimiyle psikolojik ve ahlaki
    reformdur. 10 Gözetleyici ve ıslah edici kurumların oluşmasındaki amaç sözü edilen bu
    denetimi sağlayabilmektir. Modern toplumda cezalandırmak için oluşturulan yasal ve
    kurumsal yapı adeta panoptizm mantığı ile oluşturulmuştur. Böylelikle iktidarlar modern
    toplumlarda kendilerine ceza, baskı ve denetim gibi pratikleri uygulamak için yeni araçlar
    edinmişlerdir.
    Kapitalist sistemin yerleşmesi ile birlikte fabrikasyon üretime geçilmesi ve bu fabrikalarda
    çalışan işçi sınıfının oluşmasıyla sermaye sahipleri, sermayelerini yatırdıkları fabrikaları işçi
    sınıfına emanet etmişlerdir. Sermaye sahipleri sermayelerinin güvenliğini korumak için
    yasalarla el ele vermek zorunda kaldılar. İşçilere duyulan güvensizlikle ve onları potansiyel
    yağmacı olarak gören sermayeci zihniyet, iktidara yakın olan bir sınıftır. Sermaye sahipleri ve
    işçiler arasında sömüren ve sömürülen ilişkisi aynı zamanda onları yasal olarak da denetim
    altına almıştır. Bu yüzden bu cezalandırma yasaları daha çok yoksullar yani sömürülen sınıf
    için yapılmıştır.
    Fabrikalarda işçi sınıfının makinelere bağlanması ve aynı zamanda borçlandırılırak çalıştıkları
    işlerine bağlanması sağlanmıştır. Fabrikalarda beden gücü ile çalışan işçiler sömürenler
    tarafından bedensel bir denetime tabidir. Hapishanelerdeki mahkumlar da fabrikadaki işçiler
    gibi hapishanelerde bedensel bir denetime tabidir. Bu kurumların içine giren bireyler bir şeye
    bağlanırlar; hapishanelerde yasalara, fabrikalarda makinelere bağlanırlar. İnsanları bu
    10 Foucault, a.g.e., s.222.

kurumlar içerisinde bir şeylere bağlayarak aynı zamanda bu insanların zamanlarını da
kendilerine bağlamış olurlar.
Kapatılmalarda yaşanan yapısal ve yasal değişimler konuyla ayrı ayrı ilgilenecek olan yeni
bilimler doğurmuştur. Psikoloji, psiko-sosyoloji ve kriminoloji bunlara örnek olarak
verilebilir. Ve artık insanlar bu bilimlerin inceleme nesneleri haline gelmişlerdir. Mamafih bu
bilimler kendilerince tanımladıkları sorunları çözümleyememekte, hatta bu sorunları
arttırmakta ve karmaşıklaştırmaktadırlar.

Sonuç
Toplumlar içerisinde insanların ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda ayrıştırılması, giderek
daha farklı alanlara yayılmaya başlamıştır. Birtakım tanımlamalar sonrasında ayrıştırma
işlemleriyle birlikte insanların gruplar halinde kapatılması söz konusu olmuştur. Bu tanımlar
ve sınırlar doğrultusunda oluşturulan kurumlar, kendi içlerinde barındırdığı “sorunlu” grupları
tedavi etmek, iyileştirmek ve normalleştirmek gibi amaçlar edinmişlerdir. Ancak amaçlar
doğrultusunda ilerlemeyen kurumlar, yapısal bir tıkanmaya sebep olmuşlardır. Nitekim bu
kurumların oluşturulmasında ve sürdürülmesinde en büyük etken olan siyasi iktidarlar,
insanların hayatları hakkındaki, insanların kendilerinden önce karar verici ve şekillendirici bir
konumda bulunmaktadırlar. Özgürleştikçe bağımlılaşan, bağımlılaştıkça tutsaklaşan modern
toplumu ve iktidarı tanımak, çağımızı anlamak için son derece önemlidir.

Kaynakça
Foucault, Michel, Büyük Kapatılma, Ferda Keskin (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011.
Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük, https://sozluk.gov.tr/ , 01.05.2020

17120192 Rüveyda Bulun

Hayatımızı daha bağımsız hale getireceği düşünülen teknolojik gelişmeler bizleri teknolojik sistemlere daha da bağımlı hale getirmektedir. Günümüzde hemen hemen her birey, her yeri kaplayan esrarengiz teknolojik örümcek ağlarına yakalanmış durumdadır. Bu ağlar hareketlerimizi ya kontrol ediyor ya da sınırlıyor. Özgürlüğün ve özgünlüğün yaşam alanı olan mahremiyet alanlarımız, insan faaliyetlerini kolaylaştırmak adına ortadan kaldırılmaktadır. Bu sistemden kurtulmak adına yaptığımız en ufak kıpırdanışımız bile bizi sistemin dışına iterek hayattan ve çevreden yalıtımlı izole bir hayat yaşamaya mahkûm ediyor.

Sistemin ağaları insan yapımı yazılımlarla yapılırken, bu yazılımlar insan hayatına yön veren en etkili unsurlar haline geliyor. İnsan mı teknolojiye yön veriyor, yoksa teknoloji mi insan hayatına yön veriyor? Sarmalı bile teknolojinin hayatımıza kattığı anlam karmaşalarından biridir.  

Hayatımızı kolaylaştıran ve hayatımıza dokunan yapay zekâ teknolojileri, bize bir şeyi kolay elde edebilecek olanakları verirken bizim de kolayca denetlenmemizin önünü açacaktır. Örneğin en sıradan paylaşımları takipçisi olduğumuz kitlelerle paylaşırken kendi verilerimizi de büyük algoritmalara teslim ettiğimizin pek farkına varmıyoruz. Afrika ve Amerika’ya gelen beyaz ırkın, yerlilerin liderlerini çok basit renkli boncuklarla kandırıp ellerindeki toprakları alması gibi, basit veri paylaşımları bize ait olan her unsurun elimizden çıkmasına neden olacak bir veri kaybına dönüşebilir.

İnsan faaliyetleri, insanların olaylara karşı vücut tarafından salgılanan algoritmalara göre belirlenir. Tıpkı DNA dizilimi şiflerinin çözümü gibi veri algoritmalarının çözülmesiyle, insanın iç dünyasına ait hiçbir gizem kalmayacaktır. Duygularını en başarılı şekilde gizleyen soğukkanlı insanların bile bütün duyguları vücut algoritmalarının çözümü ile gizemini kaybedecektir. Bu durum, bizi bizden daha iyi bilen dijital sistemler ile gerçekleşecektir.

Bizi bizden daha iyi bilen dijital sistemler hayatımızda önemli kolaylıkların oluşmasını sağlayacaktır. Vücut algoritmalarının bir data merkezinde toplanması ve bu dataların erişime açılmasıyla hemen hemen bütün hastalıklarda ön teşhis dönemi başlayacaktır. Yani bir çocuğun 40’lı yaşlardan sonra ortaya çıkacak kronik hastalıkları daha çocuğun ergenlik çağına bile girmeden teşhis edilip erken tedavi süreci başlatılarak belki de birçok kronik hastalık ortadan kaldırılacaktır. Bu durum bizim algoritmalarımızı daha kolay paylaşmamıza sebep olacaktır. Ancak erişime açılan algoritmaları elinde bulunduran sistem veya onun arkasındaki güç bizi istediği gibi yönlendirmeye başlayacaktır.

Biyoteknoloji ve bilgi teknolojileri sayesinde insani emek yoğun üretim getiren sistemler hayatımızdan büyük bir oranda çıkarılacaktır. Buna bağlı olarak milyarlarca insan işsiz kalacaktır. İşçi sınıfının ortadan kalkmasıyla işçi dayanışması ve işçi hakları da önemini kaybedecektir. Verilen emirleri sorgusuz sualsiz yerine getirecek robotik teknolojiler sayesinde acımasız patronlar yaygınlaşacaktır. Büyük veri algoritmalarını büyük oranda ele geçirecek bir avuç elitist sayesine dijital diktatörlükleri ortaya çıkaracaktır.

Sistem üreten insan sistemin kölesi haline gelmektedir. Sistem piyasa mantığına göre hareket etmektedir. Tüketim ve Pazar ekonomisi sistemin başlıca yaşama biçimidir. Piyasayı elinde tutan yatırımcılar ve onlara yeni yatırım alanı oluşturma görevindeki mühendislerin hayatı anlama gayesindeki filozoflar gibi bir dertleri yoktur. İnsanlığı kurtaracak veya insanlığın iyiliğine hizmet edecek bir buluşu geliştirme gibi bir dertleri de yoktur. Sadece mevcut kazançlarına geliştirme derdinle olan azınlık bir şekçin gurubun eline olan dijital teknolojiler yüzünden hem dünyamız hem de insanlık tehlike altındadır.  

İnsanlık tarihi dünyayı anlama ve dünya kaynaklarını kontrol etme çabası üzerine kuruludur. Ancak insanın iç dünyasını anlamak ve onu kontrol etme yönünde ciddi bir çaba yoktu. Biyoteknoloji ve bilişim teknolojisi sayesinde iç dünyamızı anlama ve kontrol elde yönünde ciddi faaliyet alanı ortaya çıkacaktır. Vücut verilerimizi kayıt altına alan sistemler sayesinde insanın iç dünyasını denetim altına almak mümkün olabilmektir. Kolumuzdaki saatler, bileklikler, gözümüze taktığımız lensler ya da iç çamaşırlarımız bütün kan değerlerimizden tansiyon değerlerine, kolesterol değerlerinden böbrek değerlerine kadar bütün vücut fonksiyonlarını kayıt altına alabilecektir. Böylece hem hastalıkların erken teşhisi mümkün olurken hem de vücut algoritmalarının şifresi çözüldüğünden insanlar istenilen davranış kalıplarına büründürülebilecektir. Bu durum gelişmemiş ülkelerin insanları akıllı telefonları ile zengin insanların en gelişmiş şehir hastanelerinde aldığından çok daha iyi bir sağlık hizmetine ulaşabilmelerine olanak sağlayacaktır. Anacak otoriter rejimlerin eline geçen algoritmaların toplandığı data merkezleri sayesinde diktatörler sadece ne hissettiğinizi bilmekle kalmayacak; size ne isterse onu hissettirebileceklerdir. Böylece diktatörler, ne kadar baskıcı olursa olsunlar vatandaşlara kendilerini sevmelerini sağlayabileceklerdir.

Bilimsel gelişmeler günümüze kadar çok zahmetli bir bilgi toplama sonucunda yapılmaktaydı. Bilimsel üretkenliğin şartların zorlamasına bağlı olarak yavaş gerçekleştiği durumlarda bile bilim insanlarının büyük bir saygınlığı vardı. Artık bilgiye ulaşma konusunda zahmetli bilgi toplama işlemini zahmetsiz bir şekilde Google’den temin ediyoruz. Yani bilgiyi aramıyoruz; Google’lı arıyoruz. Bilimsel güvenirlik, kanıtlanabilirlik gibi kavramların yerini Google aramalarında en üstte çıkan sonuçlarlar alıyor. Böyle devam ederse geriletilmiş insanlara dönüşebiliriz.

Biyoteknoloji alanındaki gelişmelere ekonomik bakımdan iyi durumda olan insanlar daha kolay ulaşacaklardır. Bu sayede bir çocuğa daha anne karnındayken müdahale edilerek çocuğun daha sağlıklı, daha gelişmiş ve fiziksel yönden daha güzel bir yapıda olması sağlanabilir. Yani ekonomik sınıfsal farlılıklar yeni tarz biyolojik sınıfsal farlıklara dönüşebilir. Günümüze kadar zenginlik, tüketime dayalı bir statü farklılığı iken gelecekte fiziksel üstünlük şeklinde bir statü farlılığına dönüşebilir. Böylece insanlık ekonomik ve siyasi kastlara ilave olarak biyolojik kastlara da ayrılabilir.

İnsanların yaşadığı çevre koşulları insanların beş duyu organını çalıştırmasını zorunlu kılmaktadır. Teknolojik gelişmeler bazı fiziksel aktiviteleri ortadan kaldırdığından dolayı bazı duyu organlarımız işlevlerini kaybedebilirler. Dijital teknolojiler bizi koklama ve dokunma duyularından uzaklaştırmaktadır. Bir manzarayı görebiliyoruz ama ona ne dokunabiliyor de onu koklayabiliyoruz. Bunlar yerine akıllı telefonlarımıza ve bilgisayarlarımızın içinde boğulup gidiyoruz. Kullanılmayan uzuvların ilerde insanda ne gibi fizyolojik dönüşümler getireceği belirsizdir. Ancak suratları akıllı telefonlara yapışmış zombi görünümlü insanlarla karşılaşmak pek olası görülüyor

Teknolojik gelişmeler ve yapay zekâ teknolojileri sayesinde insanlık neredeyse bütün dünyanın içine sığdığı bir kutuya hapsolmak durumuyla karşı karşıyadır. Daha çok kişi tanıyoruz, daha çok şey biliyoruz. Ama en yakınımızdakilerle bile sohbet etme yeteneğini kaybediyoruz. Aşırı gıda tüketimi bedenimizi obezite yapıp yaşam kalitemizi önemli oranda düşürmektedir. Aşırı teknoloji kullanımının da yaşam kalitemizi düşüreceğe benziyor.

@sechaber2060

Big-Bang denilen teoriden yaklaşık 10 milyar yıl sonra dünyamız oluşmuştur. Dünyanın yaşının yaklaşık 4,6 milyar yıl olduğu düşünülürse gezegenizimizin uzayda oldukça genç bir gezegen olduğu anlaşılmaktadır. Dünya, bize göre çok uzun bir oluşum sürecinde gelişimini sürdürmektedir. Dünyanın genel oluşumuna bakıldığında canlıların hatta yüzey şekillerinin bile süreçte çok kısa bir dönem olduğu görülmektedir.

Gezegenimiz 4,6 milyar yılı aşan bir yaşa sahiptir. Günümüzdeki yaşamsal alanının meydana gelmesi hem uzun hem de sancılı bir süreçte gerçekleşmiştir. Devasa depremler, büyük volkanik patlamalar, kıta hareketleri ve büyük iklim değişiklikleriyle günümüzdeki yaşamsal formlar meydana gelmiştir. Dünyanın canlı küre haline gelmesini sağlayan en önemli etken dünyanın atmosfer özelliğidir. Atmosfer de dünyadaki canlılar gibi sonradan meydana gelmiştir. Dünya ilk oluşumu sırasında kızgın bir lav parçası durumundaydı. Bu dönem milyarlarca yıl sürmüştür. Dünya’nın zamanla yüzey kısmı katılaşarak yer kabuğu oluşmuştur. Ancak yer kabuğunun oluştuğu dönemde atmosferik yapı yoktu. Bundan dolayı dünyaya milyonlarca meteor hiçbir değişime uğramadan düşmüştü. Düşen meteorların bazıları buz kütleleriyle kaplıydı. Zamanla meteorlardaki buzların erimesiyle devasa su kütleleri oluştu. Uzun süre sonra su kütlelerinin içinde ilk canlı yapıları oluşmaya başladı. Oluşan bu canlılardan bazıları inanılmaz bir fotosentez gerçekleştirmeye başladılar. Böylece dünyamız oksijenle tanıştı. Oksijenin beraberinde azot ve karbon gibi enerji akışının yani besin zincirinin temelini oluşturacak gaz kütleleri de oluştu. Böylece denizel canlılardan başlayan yaşam koşulları karasal canlılarında oluşmasıyla günümüzdeki devasa ekolojik yapı meydana geldi.

Oluşan kabuk kısmının içinde binlerce volkanizma meydana gelmesiyle atmosfer uzun süre volkanik gazlarla kaplandı. Bu olayın sonucunda dünyanın neredeyse tamamı buzul bir döneme girdi. İlk buzul dönemle dünyada bulunan canlıların neredeyse %95’i telef oldu. Bu olay dünyanın canlılar yönünden ilk resetlenmesi olayıydı. Ancak sözü geçen buzul dönemle en son yaşadığımız buzul dönem arasında bir ilişki yoktur. İlk buzul dönemde hayatta kalmayı başaran %5’lik canlılar hızla gelişerek dünyanın tekrar devasa bir ekolojik merkez olmasını sağladılar. İlerleyen jeolojik zamanlarda dünyada yine birkaç kez ekolojik reset dönemleri yaşanmıştır. Ama canlı ortamı hızla gelişimini sürdürmüştür.

Dünyada oluşan en son canlı türü insanlardır. Yaklaşık 2,5 milyon yıldır dünyada bulunan en yeni canlı türü olan insanlar milyonlarca yılda gerçekleşecek ekolojik dönüşümlerin birkaç yılda oluşmasını sağlamışlardır. İnsanın yaşama özellikleri diğer canlılar gibi ekolojik bütünlüğü sağlayan bir yapı olmak yerine ekolojik bütünlüğü tamamen yok eden bir yapıdır. İnsan etkisiyle günümüzde pek çok doğal olayın işleyişinde bozulmalar meydana gelmektedir.

Yaşamın temeli olan ve insanlar gibi dünyada yeni olan suyun işleyişindeki denge insan müdahalesi nedeniyle bozulmaya başlamıştır. Su buharının döngüsü buharlaşma, terleme, yoğuşma ve yağış şeklinde gerçekleşmektedir. Su döngüsüyle bir damla su yılda ortalama 42 defa atmosferle karar arasında yer değiştirmektedir. Su döngüsünde zaman zaman meydana gelen kaygı verici hadiseler yaşanmaktadır. Kuraklaşma ve aşırı yağışlar ile sel felaketleri su döngüsündeki bozulmanın sonucunda meydana gelmektedir. Su döngüsündeki bozulmaya hiç şüphe yok ki küresel ısınma neden olmaktadır.

Dünyadaki yaşam döngüsünün geleceği, atmosferdeki karbon miktarının artmasın bağlı olarak meydana gelecek küresel ısınmaya bağlıdır. Fosil yakıtlar yandığında atmosfere karbon gazı olarak karışır. Karbon hafif olduğu için havada asılı kalır. Bu şekilde duran karbon gazları güneşin yerden yansıyan uzaya gitmesi gereken ışınlarını tutarak dünyanın daha fazla ısınmasına sebep olmaktadır. Sere gazı denilen bu durum küresel ısınmayı artırmaktadır. Karbon gazının her geçen gün daha da artması küresel ısınmada ani artışları beraberinde getirmektedir.

Yeryüzünde bulunan tatlı suların %68’i buzullardır. Bunun anlamı yeryüzünde bulunan akarsuların ve tatlı sulu göllerin 68 bin katı kadarı buzullardır. Buzulların büyük bir bölümü kutuplarda, geri kalan bölümü de yüksek dağlarda bulunmaktadır. Böylesine devasa su kütlesi küresel ısınmayla eridiğinde okyanuslara ve denizlere korkunç boyutlarda tatlı su karışacaktır. Karışan tatlı sular deniz ve okyanuslardaki ekolojik yapıyı tümden değiştirecektir.  Dünyadaki karbon emiliminin büyük bir bölümünü deniz ve okyanuslar karşılamaktadır. Deniz ve okyanuslardaki karbon emen canlıların yok olması atmosferdeki karbon artışını rekor düzeylere çıkaracaktır. Buzulların erimesinin başka bir yönü de, deniz ve okyanus seviyelerinde gerçekleşecek artışlardır. Küresel ısınma böyle devam ederse dünyanın en kalabalık ülkelerinden biri olan Bangladeş yakın bir gelecekte tamamen sular altında kalacaktır. Bangladeş’in aynı zamanda dünyanın yoksul ülkelerinden biri olduğu düşünülürse neredeyse 130 milyon insanın hayatı tehlikede demektir. Yine deniz ve okyanuslardaki yükselmelere bağlı olarak hemen hemen bütün kıyı şeritleri sular altında kalacaktır. Pek çok kıyı sahasının çok verimli tarım sahaları olduğu düşünülürse, yakın gelecekte ciddi gıda krizlerinin kapıda olduğu açıktır. Gelişmiş ülkelerden Hollanda ve Belçika, Almanya’nın büyük bir bölümü sular altında kalacaktır.  Suların istila etmediği yerler ise okyanus ve denizlerdeki dönemsel büyük dalgaların armasına bağlı su kabarmalarına maruz kalacaklardır. Ayrıca bu yerler kıyı kesimlerden iç kesimlerine doğru muazzam göç dalgalarına maruz kalacaklardır. Bunun alamı gelecekte bir yandan küresel iklim değişiklikleriyle mücadele edilirken bir yandan da ülkeler arasındaki çevresel sığınmacılar nedeniyle yaşanacak büyük savaşlarla da uğraşmak zorunda kalacağımızdır.

Küresel ilkim değişikliklerinden başka, aşırı tüketim ve yoğun üretime bağlı olarak pek çok doğal kaynağın tükenecek seviyelere yaklaşmasıdır. Gelecekte hem üretmek hem de tüketmek daha masraflı hale gelecektir. İnsan ve canlı besin kaynağının önemli bir kısmını topraklar oluşturmaktadır. Tarımsal üretim tamamen toprakta yapılmaktadır. Topraklarda hem aşırı tarım yapılmakta hem de aşırı yerleşim sahaları oluşturulmaktadır. Bu iki etken topraklarımızda ciddi tahribata neden olmaktadır. Gelecekte topraklarımız ya büyük ölçüde verimini kaybetmiş olacak ya da betona bürünecektir. Besin zincirinin en önemli halkasını oluşturan üretici durumundaki bitkiler, toprakların tahribiyle yok olacaklardır. Topraklar üzerinde yetişen bitki örtüsü, fotosentez yoluyla atmosferdeki karbonu emmektedir. Bitkilerin yok olması atmosferdeki karbonu artırarak kürsel ısınmayı daha da artıracaktır.

Atmosferde %21 oranında sabit miktarda oksijen bulunmaktadır. Dünyanın ilk oluşumunda oksijen yoktu. Oksijen deniz ve kara canlılarının fotosentezi sonucunda oluşmuştur. Bitki örtüsünün tahribi, deniz ve okyanuslardaki canlıların yok olması oksijenin de yok olmasına neden olacaktır. Dünyadaki bütün canlılar oksijen sayesinde varlığını sürdürebilir. Oksijensiz bir dünyaya sadece gezen denir.

Yaşamsal faaliyetlerden olan beslenme, temizlenme ve tarımsal alanların sulanması dünyadaki tatlı sular sayesinde gerçekleşmektedir. Tatlı suların aşırı kullanılması, onların kirlenmesine sebep olmaktadır. Suların içerisindeki kimyasalların oranı giderek artmaktadır. Bu artışa tarım alanlarına sıkılan kimyasal ilaçların da etkisi de neden olmaktadır. Gelecekte tatlı sular bulunacaktır, ancak kullanılabilir yapıda temiz tatlı su bulmak imkânsız hale gelecektir.

Geleceğe dair çevresel pek çok senaryo artık bir öngörü olmaktan çıkmıştır. Çevremizdeki bazı alanlarda telafisi mümkün olmayan yıkımlar başlamıştır. Önceden tehlike belirtileri varken artık tehlikeyi bizzat hissetmeye başladık. Şimdi bu kötü gidişatı tersine çevirecek fırsatı kaybetmiş durumdayız. Yapılması gereken şey, bu kötü gidişatı olabildiğince yavaşlatmaktır. Bunun için yaptığımız her şeyi çevreci bir bakış açısını göz önünde bulundurarak yapmaktır.  Artık çevreye zarar verme lüksümüz yoktur. Çünkü dünyamızın resetlenecek durumu kalmamıştır.

TÜRKİYE’DE KURAKLIK

Kuraklık, bir bölgede yağışların normal seviyenin çok altına düşmesiyle toprak ve su kaynaklarının olumsuz etkilenmesi olaylıdır. Kuraklık meteorolojik, tarımsal ve hidrolojik kuraklık olarak gelişir. Kuraklık çok yavaş gelişen ancak etkisi geniş olan bir olaydır. Sinsi bir felaket olarak da nitelendirilen kuralığın gelişmesinde iklim değişikliklerinin etkisi büyüktür.

 Kuraklık, önce yağışların azalmasıyla başlar, sonra tarım alanlarında ürün kayıpları oluşmaya başlar ve en son olarak da su kaynakları ya azalır ya da tamamen kurur. Başta insan hayatı olmak üzere bütün canlıların yaşamsal faaliyetleri suya bağımlıdır. Susuz bir hayat mümkün değildir. Yaşamsal faaliyetler için vazgeçilmez konumda olan atmosfer de su sayesinde oluşmuştur.

510 milyon kilometre kare alana sahip dünyamızın üçte ikisi sularla kaplıdır. Suların yüzde 97’si tuzludur. Geri kalan yüzde üçü de tatlı sulardır. Tatlı suların yüzde 68’i buzullar, yüzde 31’i yeraltı suları geri kan yüzde 0,02’si de yüzey suları dediğimiz göller, bataklıklar ve nehirlerdir. Buradan da anlaşıldığı gibi tatlı suların oranı çok azdır. Ancak bu oran bile milyarca insan ve canlı için en temel yaşam kaynağıdır. Dünyanın belli bir su döngüsü vardır. Bu döngü sularda buharlaşma, bitkilerde terleme şeklinde başlar. Buhar halindeki su atmosferde yoğuşarak yağışa dönüşür. Yağışla gelen suyun bir kısmı yüzey akışına dönüşür, bir kısmı yeraltına sızar bir kısmı da tekrar buharlaşır. Su döngüsünde yağışlar oldukça önemlidir. Yağışların olabilmesi için su buharının yoğuşması gerekir. Yoğuşma için hava sıcaklığının mutlaka düşmesi gerekmektedir. Küresel sıcaklıkların artması buharlaşmayı artırsa da havanın genleşmesinden dolayı yoğuşmayı engellemektedir. Böylece kuraklık ihtimalinin artmaktadır.

Türkiye’de küresel iklim değişikliklerine bağlı olarak kuraklık görülme ihtimali vardır. Türkiye’ye düşen yağış miktarında önemli azalmalar meydana gelmektedir. Yapılan değerlendirmelere göre, yağış ortalamaları Türkiye’de 630 milimetre civarındayken 2000 yılından itibaren ülkemize düşen yağışlarda yüzde 10 civarında bir azalma söz konusu olmuştur. 

2020 yılında Dünya Corona virüsü tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ülkemizde Corona tehlikesine ilave olarak kuraklık tehlikesi de bulunmaktadır. Son yılların en kurak kış mevsimini yaşayan ülkemizde kuraklık endişeleri giderek artmaktadır. İklim konusunda dünyada saygın bir yere sahip olan Prof. Dr. Murat TÜRKEŞ’in yaptığı çalışmalar önümüzdeki üç aylık döneme dair oldukça karamsal bir tablo ortaya çıkarmaktadır.

İklim uzun yıllara dayalı ölçülerin toplamıdır. Günümüzde kurak bir iklimin yaşaması iklim değişikliği olarak yorumlanmamalıdır. Ancak uzun yıllar böyle devam ederse kurak bir iklime geçilmiş olur. Prof. Dr. TÜRKEŞ’in yaklaşık 3 aylık kuraklık çözümleme ve değerlendirmesi bir iklim değişikliği olarak değil de bir felaket olarak değerlendirilmelidir.

  Prof. Dr. Murat TÜRKEŞ’in hazırladığı kuraklık haritasına bakıldığında, Ocak, Şubat ve Mart ayına kadar ülkemizin batı yarısında, İç Anadolu, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde kurak bir devrenin yaşanacağı görülmektedir. Bu yağışlar 2020 yılı genelinde devam eden kuraklığın zararlı etkisini azaltacak ya da sona erdirecek durumda değildir. Ancak hazırlanan haritaya bakarak türkiye’de yağışın hiç düşmeyeceği gibi bir anlama çıkarmak da doğru değildir. Hava durumuyla ilgili uzun süreli tahmin yapmak her zaman doğru sonuçlar vermeyebilir. Aksine yağışlı bir dönem de yaşanabilir. Ancak mevcut veriler ışığında Türkiye’de kurak bir dönemin yaşanacağı olasıdır. Umarız Prof. Dr. Türkeş’in tahmini haritası gerçekleşmez.

Kürsel iklim değişikliği insan vücudundaki insilün direncinin bozulması gibidir. İnsilün direnci bozulunca kan şekeri ani bir şekilde yükselir ve ani bir şekilde düşer. Küresel iklim değişiklikleriyle ekstrem hava durumu olayları yaygınlaşır. Yani ani kuraklıkların arkasından ani yağışlar meydana gelir. Çünkü belli bir su döngüsü vardır. Kuraklık başladıysa ani sağanak yağışların gelme ihtimali yükselir. Bu durumda önümüzdeki üç aydan sonra ani sağanak yağışları ve sel baskınlarıyla karşılaşma ihtimalimiz olacaktır. Küresel iklim değişikliğe bağlı pek çok felaket yaşama ihtimalimiz vardır. O halde daha fazla acı yaşamadan bu gidişatı tersine çevirmeliyiz. Ağaç dikerek işe başlamak, iyi bir başlangıç olacaktır.


Günlük hayatta hemen hemen her öğünde ve her yemek çeşidinin yanında mutlaka bulundurduğumuz ekmek, insanlık tarihiyle özdeşleşmiş durumdadır. Yapılan araştırmalara göre ekimi günümüzden 12 bin yıl öncesine yani Neolitik çağa kadar uzanan buğday, tükettiğimiz ekmeğin temel hammaddesi niteliğindedir. Buğdayın ilk yetiştiği yerin Mezopotamya olduğu düşünülmektedir. Hatta Mezopotamya’da pek çok tahıl tanrıçası vardı. Bunlar silindir mühürler üzerinde betimlenirdi. Örneğin, Ninlil, Ninbarsheghunu ve Nissaba mühürlerinde buğday taneleri üzerine oturmuş ya da ellerinde tahıl sapları tutar şekilde duruşları olan betimlemeler mevcuttu.

Sümer tanrıçası Ezina/ Ashnan’a, “büyüyen tahıl” ya da “ Sümer’in hayatı” denirdi. Ülkemizde bulunan ve 9 bin yılık geçmişe sahip olan Çatalhöyük’te yapılan çalışmalarda, burada yaşayan insanların iyi kalitede buğday yetiştirdikleri ve güzel ekmeler yaptıkları ortaya çıkarılmıştır. Yine Mısırda yapılan çalışmalarda piramitlerin içerisinde Buğday tanelerine rastlanmıştır. Piramitlerdeki duvar resimlerinde buğday yetiştiriciliğiyle ilgili resimiler bulunmuştur. Roma imparatorluğu döneminde imparatorluğun tüm eyaletlerinde buğday yetiştirildiği anlaşılmaktadır. Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesine bağlı Palas kasabasında Romalılar döneminde yapılan bir tandır bulunmuştur. Büyük ihtimalle de Türkler ekmek yapmayı Romalılardan öğrenmiştir. Hitit İmparatorluğu’nun kurucusu olan I. Hattuşili’nin, I. Murşili’ye i “ekmeği yiyeceksin, suyu içeceksin” öğüdü, ekmeğin Hitit dünyasındaki önemini belirtmektedir. Çin’de milattan önce 2800’lerde ve Orta Avrupa’da ise milattan önce 2000’lerde buğday üretimi yapılmaktaydı. Anadolu da önemli buğday üretim alanıydı. Ülkemizde yapılan çalışmalarda Çatalhöyük’te,  Mersin Mezitli’de, Kütahya Seyitömer Höyüğü ve Isparta Yalvaç’taki Pisidia yerleşmelerde ekmek yapmak için saklanan buğday taneleri bulunmuştur.
Tarihsel olarak bu kadar köklü bir yapıda olan ekmeğin yaygın olmasının başıca nedeni halkın temel besin gereksinimini karşılamada kolay elde edilir bir yapıdan olmasından kaynaklanmaktadır. Buğday yarı kurak iklimlerde yetiştiği için yaygın bir yetişme sahası bulmuştur. Buğday tokluk hissini artırdığı için alım gücünün en düşük olduğu yerlerde temel besin maddesi olarak kullanılmaktadır. İçerdiği lifler sayesinde sindirim sistemine katkı sağlamaktadır. Buğday karbonhidrat içerdiği için tüketildiğinde enerji vermektedir. Geçmiş dönemlerde gıda üretimi çok sınırlıydı. Gıda çeşitliliği çok azdı. Ayrıca bir gıdanın depolanması neredeyse pek mümkün değildi. Bu nedenle buğday hem kolay elde edilmesi, hem besin değerinin yüksek olması hem de uzun süre bozulmadan kalabilmesi nedeniyle geçmiş dönemlerin en önemli gıda maddesi olmuştu.
Günümüzde ihtiyaç olmamasına rağmen aşırı bir buğday tüketimi söz konusudur. Buğday ürünleri enerjiye dönüşerek bünyeye kuvvet verir. Ancak alınan enerji kullanılmazsa zarara dönüşmektedir. Günümüzde ekmek tüketimi geleneksel tüketim alışkanlıklarının sürmesinden kaynaklanmaktadır. Artık gıda çeşitliliği artmış, depolama sistemleri oldukça gelişmiş ve insanın enerji harcamasına gerek duymayacağı ileri teknoloji ürünleri hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu durumda ekmek tüketmemize hemen hemen hiç gerek yokken unlu ürünler tüketimi giderek artmaktadır. Aslında unlu ürünler bağımlılık yapmaktadır. Buna karbonhidrat bağımlılığı da denilmektedir. Un şeker gibi hızla emilip, kana hızlı bir şekilde karışmaktadır. Buna bağlı olarak kan şekeri hızlı bir şekilde yükselmektedir. Kan şekerinin ani yükselmesi sonucunda, pankreastan aşırı insülin salınımları başlamakta ve arkasından kan şekeri ani bir şekilde düşmektedir. Kısa süre sonra vücudun ihtiyacı olmamasına rağmen tekrar acıkma hissi ortaya çıkmaktadır. Sonra tekrar hızlı bir şekilde karbon hidrat tüketimi ve aynı ünsülin salımı devam ederek kartopu gibi büyüyerek bünyeyi mahvetmektedir. En sonunda da “insülin direnci” denilen durum ortaya çıkmaktadır. İnsülin direnci bir süre sonra fazla kiloya ve obeziteye, şeker hastalığına, damar sertliğine, hipertansiyona neden olan bir metabolik bozukluk olarak ortaya çıkmaktadır.
Vücudun insülin direncini bozulması aslında vücudun mekanik sisteminin altüst olması demektir. Kana karışan şekerin hücrelere geçmesini sağlayan şey insülindir. Yani ünsülin kapı anahtarı gibidir. Ünsülin olmadan şeker enerjiye dönüşmez. Enerjiye dönüşmeyen şeker karaciğere yağ olarak depolanır. Karaciğer yağlanması günlük hayatımızın kökünden etkileyen pek çok kronik hastalığa davetiye çıkarmaktadır. Ünsülinin fazla salgılanması pankreas sistemini bozmaktadır. Pankreas sistemi bozulduğunda bir kişi insülün direncini ayarlayan diyabetik ilaçlara bağımlı hale gelmektedir. İnsülin direncinin tamamen yok olması durumunda kalan bir kişi ise insülin iğnelerine bağımlı hale gelmektedir. Kullanılan bu ilaçlar ve iğneler zamanla insanı daha da bağımlı hale getirmektedir. Bunun sonucunda büyük oranda böbrekler iflas etmekte diyalize bağlanmak durumunda kalınmaktadır. Aşırı un tüketimi damar içi yağlanmaya da neden olmakta böylece kalp damar ve tansiyon hastalıkları ortaya çıkmaktadır. İlerleyen evrelerde diyabetik ayak denilen başta ayak parmakları olmak üzere ayaklara ve bacaklara kadar vücudun uzuvları kesilmek durumunda kalmaktadır.
Herhangi bir gıdanın kan şekerini yükseltici etkisine glisemik indeks denilmektedir. Buna göre glisemik indeksi 55’in altında olan gıdalar düşük, 55-70 arasında olanlar orta ve 70’in üzerinde olanlar yüksek glisemik indeksli yiyecekler olarak tanımlanmıştır. Yüksek glisemik indeksi olan gıdalar kan şekerini sürekli yükselttiği için vücudun insülin dengesi bozulmaktadır. Buna göre günlük hayatta aşırı bir şekilde tükettiğimiz beyaz ekmeğin glisemik indeksi 85’dir. Yani beyaz ekmek kan şekerinin aşırı yükselmesine neden olmaktadır. Tam buğday ekmeğinin Zarasız olduğu konusunda yaygın bir inanış vardır. Halbuki tam buğday ekmeğinin glesemik indeksi 73’dür. Sırf beyaz unun glisemik indeksi 103’dür.
Geleneksel alışkanlıklarımız ve yanlış beslenme algımız bizi ekmeğe bağımlı hale getirmiştir. Aslında emek bizi tam manasıyla çarpmaktadır. Pek farkında değiliz ama kronik hastalıklarda dünyada hatırı sayılır bir yerdeyiz. Ülkemiz nüfusunun yüzde 14.85’i diyabet hastalığına yakalanmış durumdadır. Şu an ülkemizdeki diyabet hastalığındaki artış oranı, Avrupa ortalamasının 3 katı, dünya ortalamasının 2 katı seviyesindedir. Bu verilerin 2035 yılında daha da korkunç bir boyuta ulaşacağı tahmin edilmektedir.
Gluten, ekmek yapımı esnasında oluşan hamurun ağsı yapısını oluşturan yani hamurun güçlü yapısından sorumlu olan proteindir. Gluten aslında İngilizce “glue” denilen “tutkal” kelimesinden gelmektedir. Tükettiğimiz ekmekteki hamur bağırsaklarımızdaki duvarlara aynı bir tutkal gibi yapışmaktadır. Bağırsak duvarlarımızda vücudumuzun bağışıklık sistemini sağlayan pro-biyotikler bulunmaktadır. Hamurla gelen gluten, pro-biyotikleri öldürmektedir. Bunun sonucunda vücudumuzun bağışıklık sistemi çökmektedir. Buna bağlı olarak pek çok kanser vakası ortaya çıkmaktadır.
Son yıllarda ülkemizde başta kanser vakarlı olmak üzere pek çok ölümcül hastalık dünya ortalamasının üzerinde bir artış göstermektedir. Bu artışlara tabii ki unlu ürünler tek başına etki etmemektedir. Ancak aşırı bir şekilde unlu ürünler tüketmekteyiz. Beslenme alışkanlıklarımızı ve anlayışımızı değiştirmek bizim için hayati derecece öneme sahiptir.

Osmanlı Devleti’nde en son ortaya çıkan milliyetçilik hareketi Türk milliyetçilik hareketiydi. Türk milliyetçiliği de artık bıçağın kemiğe dayandığı, yok olmanın eşiğine gelindiğinde nefsi müdafaa hareketi olarak ortaya çıkmıştı. İşe buna benzer durum da MAVİ VATAN kavramının Ege ve Akdeniz’de bıçağın kemiğe dayandıktan sonra ortaya çıkması gibidir. 2003 yılından beri Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den çıkarma çabaları MAVİ VATAN’lA biraz olsun sekteye uğramıştır. Ama sonuç itibariyle Türkiye’nin Akdeniz’deki egemenlik hakları ciddi derecede hasar görmüştür.

Akdeniz dünyanın en hassas bölgesi haline gelmiştir. Hatta coğrafi keşifler öncesinde dünyanın merkezi sayılan Akdeniz tekrar dünyanın merkezi haline gelmiştir. Söz konusu alanda hiç şüphesiz Türkiye’nin egemenlik sahaları ciddi derecede tehdit almaktadır. ABD jeolojik araştırmalar merkezinin tahminine göre Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölge olan LEVANT HAVZA’SI diye bilinen bölgede 3,45 triyon metreküp doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol rezervinin bulunduğu açıklanmıştır. Bu rapor dünyanın en büyük doğal gaz rezervinin Akdeniz olduğunu göstermektedir.

Yine aynı raporda Kıbrıs adası çevresinde 8 milyar varil petrol rezervi bulunmaktadır. Bunun da maddi değeri yaklaşık 400 milyar dolardır. Dünyanın en hassas sahası durumunda olan Doğu Akdeniz, İtalya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Karadağ, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus kıyıları ile çevrilidir. Son dönemlerde Akdeniz coğrafi hâkimiyet mücadelesinin aksine jeopolitik hâkimiyet mücadelesi haline gelmiştir.  Büyük devletlerden Doğu Akdeniz’de donanması olmayan devlet yoktur.

Akdeniz sadece enerji kaynakları açısından bir merkez durumunda değildir. Dünya ticareti tekrar Akdeniz’e kaymaktadır. Akdeniz’de yılda ortamla 220 bin gemi seyir halinde bulunmaktadır. Bu da dünya deniz trafiğinin %33’ünü oluşturmaktadır. Son yıllarda enerji sevkiyatında da önemli bir merkez haline gelen Akdeniz’de Ortadoğu ve Hazar Bölgesi enerji merkezleri ile boru hatları bulunmaktadır.

Akdeniz’deki bu olan üstü kaynaklar devletleri bir takım hukuki sözleşmelerle bu alanlarda hak elde etme çabalarına sevk etmektedir. Birleşmiş Milletler deniz hukuku sözleşmesine göre ilan edilen Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) kavramına göre Akdeniz’de enerji sahalarının kontrol etme çabaları başlamıştır. 1982 yılı Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile düzenlemeye kavuşturulan Münhasır Ekonomik Bölge kavramı şöyle tanımlanmıştır: “Karasuların ölçmeye başlandığı esas hatlardan itibaren en fazla 200 deniz mili genişlikte bir alanda, deniz yatağı ve toprak altı ile üzerindeki suların canlı ve cansız doğal kaynaklarını araştırma, işletme, muhafaza ve yönetim hakkını ilgili devlete tanımaktadır.” Böylece ilgili devletler egemenlik haklarını belirleme haklarına kavuşmuşlardır. Akdeniz’in özel statüsünden dolayı Münhasır Ekonomik Bölgesi çelişen pek çok devlet bulunmaktadır. Ancak bu kavramlardan dolayı hakları en çok ihlal edilen devlet Türkiye’dir.

Bugüne kadar Akdeniz’de Fas Tunus, Suriye, GKRY, Libya, İsrail ve Lübnan olmak üzere toplam yedi devlet Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmiştir. Bunlara ek olarak İtalya, Hırvatistan ve Fransa ekoloji koruma alanı; Cezayir, İspanya, Libya, Tunus ve Malta ise balıkçılık koruma bölgeleri olmak üzere toplam sekiz devlet muhtelif deniz yetki alanları ilan etmiştir.  Bütün bu gelişmeler yaşanırken Türkiye çoğu kez olaylara seyirci kalmıştır. Akdeniz’de deniz yetki alanları ilan edilirken en çok itilaf Türkiye ile GKRY arasında gerçekleşmiştir.

GKRY’in deniz yetki alanlarını keyfi geliştirme girişimleri Türkiye’nin Akdeniz sahasında yapacağı işbirlikleriyle çözüme kavuşturabilirdi. Ancak Türkiye’nin milli menfaatlerini hiç ilgilendirmeyen alanlara sert müdahaleleri nedeniyle Türkiye bölgesel işbirliği avantajını kaybetmiştir. Örneğin Türkiye deniz yetki sınırlama antlaşmasını düşman ilan ettiği Mısırla imzalamış olmasaydı GKRY’nin ilan ettiği 11.500 kilometrelik alan elinden alınacaktı.

GKRY uluslar arsı hukuka aykırı olarak Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki haklarını ihlal etme pahasına 26 Ocak 2007’de 13 adet petrol arama ruhsatı ilan etmiştir. Bu ruhsatlara dayanarak İtalya ve Fransız şirketlerle petrol arama faaliyetlerine başlamıştır. Bu anlaşmada yer alan 7 numaralı parselin bir bölümü Türkiye’nin münhasıran ekonomik bölgesini ihlal etmektedir. Ayrıca Rum yönetiminin ilan ettiği bu saha KKTC’nin 2,3,8 ve 9 numaralı sahaları ile çatışmaktadır. GKRY’nin ilan ettiği bu sahalar Türkiye’nin deniz yetki sahlarını ihlal ederken KKTC’yi yok sayan ve adanın tek temsilcisinin kendisi olduğu düşüncesiyle hareket eden Rum Kesimi Kıbrıs adasının çevresini istediği gibi kullanmaktadır.

GKRY’nin Türkiye karşıtı faaliyetlerinin destekçisi olan Yunanistan, Girit, Kaşot, Çoban, Rodos, Meis hattını ilgili kıyı kabul ederek Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den çıkarmaya çalışmaktadır. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi bu girişimleriyle Türkiye’ye Antalya körfezine hapseden bir münhasıran ekonomik bölge ve deniz yetki alanı bırakmak istemektedir. Bütün bu gelişmelere karşılık Türkiye 2003 yılından bu yana doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarını sınırlandırmaya yönelik antlaşmayı sadece KKTC ve Libya ile imzalamış ve münhasır bölge ilanında bulunmamıştır.

Uluslar asarı ilişkilerde bilimsellik son derece hayatidir. Bu durumu Doğu Akdeniz’deki deniz sınırlama alanlarının paylaşımında daha iyi anlayabiliriz. Türkiye bugüne kadar Akdeniz’de deniz yetki alanlarıyla ilgili kıyıdaş ülkelerle düşey hatlar prensibini kullanarak münhasır ekonomik bölge sınırı belirlemiştir. Bu belirlemede dünyanın şeklinden kaynaklanan girintiler yok sayılmaktadır. AB ve GKRY ise diyagonal hat belirleyerek dünyanın şeklinden kaynaklanan eğimli ve kıvrımlı yerleri de münhasır ekonomik bölgesi içerisine katmaktadır. Bu durumda Türkiye onlarca kilometrekarelik alanı kaybetmektedir.

Akdeniz’de enerji elde etmek amacıyla yaşanan gerilimden Türkiye ciddi tehdit almaktadır. Türkiye’nin egemenlik hakları adaların münhasır ekonomik bölge alanı iddiası ile yok sayılmaktadır. Münhasır ekonomik bölge ana karalarla ilgili bir durumdur.  Adaların statüsü özel durumdur. Geçmişte kıta sahanlığı ilkesi esasına göre de adalar özel statülü olmuştur. Yıllarca Türkiye-Yunanistan arasındaki karasuları ve FIR hattı gibi sorunlar Ege adalarının statüsünden kaynaklanan sorunlardı. Aynı söylemle Yunanistan Akdeniz’de Türkiye’nin münhasır ekonomik bölgesini gasp etmek istemektedir.
Türkiye Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını kurmak için dış politikadaki anlayışını değiştirmek zorundadır. Doğrudan Türkiye’nin menfaatlerini ilgilendiren konulardaki tepki verme potansiyelini ümmetçi bir yaklaşımla rastgele vererek boşa heba etmemelidir. Olur olmaz her konuda tepki gösteren bir ülkenin dış politikada ciddiye alınır bir tarafı kalmaz. Devletlerle duygusal ilişkilerden arınıp menfaatlere dayalı işbirliği politikaları geliştirmek, Türkiye’nin Akdeniz’deki çıkarlarını korumak için hayatidir.

Bu doğrultuda geç de olsa Türkiye birtakım adımlar atmaya başlamıştır. Son yıllarda Türkiye’nin Akdeniz’de kaybettiği kazanımları geri alma için Cihat YAYCI tarafından geliştiren MAVİ VATAN kavramı Türkiye’nin en önemli beka sorunlarından birisidir. Mavi Vatan kavramı kısaca şöyledir:

“Türkiye’nin ilan edilmiş veya edilmemiş tüm deniz yetki alanları (iç sular, karasuları, kıta sahanlığı, Münhasır ekonomik Bölge) akarsu ve göllerini kapsamına alır. Mavi Vatan, tam anlamıyla, 26-45 Doğu Boylamları ve 36-42 Kuzey enlemleri arasındaki ana vatanımız üzerindeki stratejik egemenliğimizin denizler ve deniz diplerindeki uzantısıdır. Mavi Vatan, 25-45 Doğu Boylamları ve 33-43 Kuzey enlemleri arasında kalan tatlı ve tuzlu su kitlesi üzerindeki yetki ve ilgi alanlarımızın adıdır.”

Mavi Vatan kavramının mimarı Cihat YAYCI’nın ilginç bir şekilde emekli edilmesi Türkiye’nin mavi vatan konusundaki ciddiyetini ortaya koymaktadır. Ancak Mavi Vatan Türkiye’nin çok ciddiye alması gereken yeridir. Türkiye varlığını ancak Mavi Vatan’la sürdürebilir.

Başta fosil yakıtlar olarak nitelendirilen petrol, doğalgaz ve kömür gibi yakıtlar atmosfere yayılınca atmosferin üstünü yorgan gibi kaplayarak sera etkisi oluştururlar. Bu olaya küresel ısınma denilmektedir. Sanayi devrimi sonucu meydana gelen küresel ısınma ile sera gazlarının atmosfere yılması sorun haline gelmiştir.

Küresel yüzey sıcaklıklarında, 19. Yüzyıl sonlarında başlayan ısınma, 1980’li yıllardan itibaren daha da artarak, hemen her yıl bir önceki yıldan daha fazla olacak şekilde rekor sıcaklık artışları gerçekleşmektedir. Küresel sıcaklıkta gözlemlenen artışlardan başka en geniş ölçekli iklim modellerine göre, küresel sıcaklıklarda 1,4 ile 5,5 oC arasında bir artış olacağı öngörülmektedir.

Küresel ısınma son buzul çağından beri gerçekleşmektedir. Ancak son yıllarda iklim değişikliklerinde insan etkisinin önemli bir faktör olduğu görülmektedir. Geçen 40 yılda gerçekleşen artışın son 1000 yılın herhangi bir dönemindeki artıştan daha büyük olması küresel ısınmadaki insan etkisinin korkunç boyutlara ulaştığının kanıtıdır. Küresel ısınma en fazla kutuplardaki buzulları etkileyecektir.  Buzullar ısınmanın artmasıyla hızla eriyecek ve buna bağlı olarak deniz seviyeleri yükselecektir. Kıyı kemsinde yaşayan milyonlarca insan ya göç etmek zorunda kalacak ya da ani su baskınları nedeniyle hayatlarını kaybedecektir. Başka kötü bir senaryoya göre kıyı kemsinde yapılan tarımsal faaliyetler sona erecektir. En verimli tarım alanlarının kıyı kesimlerindeki delta ovaları olduğu düşünüldüğünde küresel ısınmanın büyük bir açlık felaketi getireceği açıktır.

Küresel ısınmayla sadece kutuplardaki buzullar erimeyecektir. Yüksek dağlarda daimi kar sınırı üzerine bulunan onlarca metre kalınlığındaki buzul kütleleri eriyerek kara içlerinde büyük sel felaketlerine neden olacaktır. Ani sel baskıları buzulların normal erimesine göre oluşan yer altı su birikimlerine zarar verecektir. Böylece büyük yerleşmelerin yakınlarında içme suyu sıkıntıları ortaya çıkacaktır. Kuraklığa bağlı artış bitki örtüsünün cılızlaşmasına ya da yok olmasına neden olacak böylece, erozyon nedeniyle toprak kayıpları daha da artacaktır.

Küresel iklim değişikliğinin etkisi günümüzde hissedilmeye başlamıştır. Dünyanın pek çok yerinde iklim değişikliğine bağlı felaket haberleri gelmeye başlamıştır. Bu haberlerden birkaçı şöyledir:

  • Küresel ısınma sonucu Büyük Okyanusta bulun Kribati Bölgesindeki Tarawa ve Abanuea adlı iki ada okyanus suları altında kalmıştır.
  • Hint Okyanusundaki Maldiv adaları içinde yer alan 200’e yakın ada, deniz seviyelerinin yükselmesi üzerine yok olama tehlikesiyle karşı karıyadır.
  • Dünyadaki her on buzuldan birine sahip olan Peru buzullarının dörtte bir erimiştir.
  • Alaska buzullarının eridiği terlerde yeni bitki türleri yetişmeye başlamıştır.
  • Dünyada her yıl altı milyon hektarlık alan çölleşmektedir.

İklim değişiklikleri sadece deniz seviyelerinin yükselmesi ya da gıda krizine neden olmayacaktır. İklim değişiklikleri gerek uluslar arası alanda gerekse de ulusal düzeyde ciddi güvenlik sorunlarına neden olacaktır. İklim değişikliklerinin güvenlik üzerindeki etkilerini ulusal güvenlik açısından ilk defa değerlendiren kişi Pentagon’da oldukça etkin görevlerde bulunmuş Peter Schwartz ve yardımcısı Dougan Randall’dır. Bu kişilerin Pentagon’a hazırladıklarları raporlarda, dünyanın en büyük sıcaklık taşıyıcılarından Gulf Stream sıcak su akıntılarının durması, yavaşlaması üzerinde durmuşlardır. Buna göre Gulf Steam Sıcak Su Akıntısı, Kuzey Yarım Küre’de Ekvatoral kuşak üzerinde Kuzey Batı Avrupa’ya doğru akmaktadır. Sıcak su akıntısı nedeniyle Kutup kuşağına yakın halde bulunan Kuzey Batı Avrupa kıyılarında ılıman bir iklim yaşanmaktadır. Kutuplardaki buzulların erimesiyle deniz ve okyanuslara daha fazla tatlı su karışacak, böylece Gulf Stream sıcak su akıntısı yön değiştirecektir. Bu durum Kuzey Batı Avrupa’nın kutup iklimi kuşağına girmesine neden olacaktır. Küresel ısınma küresel bir soğumayı ortaya çıkaracaktır. Dünyanın en zengin ülkelerinin bulunduğu kuşak olan Kuzey Batı Avrupa ülkelerinin buzul çağına girmesinin dünya ekonomisi üzerindeki etkisi tam hesaplanmamakla birlikte zararın korkunç bir boyutta olacağı tahmin edilmektedir. Ne zaman küresel bir ekonomik kriz çıksa arkasından büyük bir savaş ortaya çıkmaktadır. Bazı devletler için savaş ekonomisi krizden çıkmanın tek yolu olsa da böylesi bir ekonomik krizden savaş ekonomisinin kurulamayacağı muhakkaktır.

Küresel iklim değişiklikleri en çok gıda üretimini etkileyecektir. Gıda krizi dünya çapında ciddi çatışmaları ortaya çıkarabilir. Küresel bir çatışma gıda kaynaklarının kirlenmesine ya da yok olmasına neden olabilir. Gıda kaynaklarının zarar görmesi savaşlardan daha fazla ölümlerin olmasına sebep olmaktadır. Örneğin 2000 yılında silahlı çatışmalarda 300 bine yakın kişi hayatını kaybetmişti. Ancak her yıl suların kirlenmesi nedeniyle daha fazla insan hayatını kaybetmektedir.

Küresel iklim değişikliklerinin ortaya çıkaracağı çatışma senaryolarının gerçekleşme ihtimalleri giderek artmaktadır. Bu çatışmalardan kurtulmanın en önemli yolu öngörülen iklim değişikliklerini ve bu değişikliklerin insan sağlığı üzerindeki olası etkilerini en aza indirmektir. Bunun için de insan kaynaklı sera gazı salınımlarını azaltmak ve bitki örtüsünü çoğaltmaktır. Günümüzde bütün dünyayı etkisine alan Corona virüsü, küresel iklim değişikliklerini durduracağına dair bazı çevrelerde iyimser bir hava oluşturmaktadır. Virüsün bulaşma riski nedeniyle sosyal mesafe önlemlerine bağlı olarak pek çok ülkede sera gazı yayan üretim tesislerinden önemli bir kısmı üretimlerini ya azalmışlardır, ya da durdurmuşlardır. Aynı şekilde evde kal uygulaması nedeniyle milyonlarca araç trafiğe çıkmamıştır. Bu gelişmeler elbette ki küresel iklim değişiklikleri için olumludur. Ancak küresel iklim değişikliklerinin neden olduğu zararın önlenmesi için 10 yıl boyunca atmosfere hiç sera gazı yayılmamalıdır. Bu durum günümüz şartlarında olası değildir.  O halde küresel iklim değişikliklerine bağlı gerçekleşecek olası çatışma senaryolarından kaçınmanın pek mümkün olmadığı bir durumla karşı karşıyayız.

Çevreci bilimcilerin oluşturdukları çatışma senaryoları şöyle sıralayabiliriz:

        2020-2025Güneydoğu Asya’da Burma, Laos, Vietnam, Hindistan ve Çin’de bitevi çatışmalar olur.İran Körfezi ve Hazar Havzası’ndaki çatışmalardan dolayı petrol fiyatları artar. Fransa ve Almanya Ren nehrine erişim konusunda çatışırlar.Suudi Arabistan’daki iç çatışmalardan dolayı ABD ve Çin donanmaları çatışmaya girer.  
2020-2030Cezayir, Fas, Mısır ve İsrail gibi Akdeniz ülkelerine göç hızlanır. Çin ve Japonya arasındaki tansiyon artar.Avrupa nüfusunun yaklaşık yüzde onu başka ülkelere göç eder.

Yukarıda belirtilen çatışmalar bir öngörü olsa da bu konuda uzmanların ciddi ciddi kafa yordukları anlaşılmaktadır. İklim değişikliklerini en çok gıda üretimini etkileyecek bu durum da ciddi bir gıda krizini ortaya çıkaracaktır. Bizi kaçınılmaz bir felaket beklemektedir. Ancak ülkeler arasında kalıcı bir işbirliği sayesinde olası kötü senaryoların etkisini azaltmak mümkündür. Sürdürülebilir bir üretim anlayışı, kaynakların adil paylaşılması ve tüketime dayalı mutluluk anlayışından vazgeçilmesiyle belki de bu kötü senaryoları tersine çevirmek mümkün olabilir.

Ölümcül ve bulaşıcı bir özelliğe sahip olan İlk defa aralık ayında Çin’in Vuhan kentinde görülen ve 3-4 ay gibi kısa bir sürede 120’den fazla ülkeye yayılan Covid-19 hastalığı, Mart ayından itibaren ülkemizde de görülmeye başlanmıştır. Salgının engellenemez ve kontrol edilemez boyuta ulaşmasıyla Dünya Sağlık Örgütü, Covid-19’u Pandemi olarak nitelendirdi. Dünyanın birçok ülkesine yayılan ama bütünün dünyayı etkisine alan bu salgın daha şimdiden dünya ekonomisine ciddi darbeler vurmuştur. Tarihsel olarak değerlendirdiğimizde insanlık tarihi ekonomik sınıf mücadeleleri tarihidir. Bu nedenle yaşamımızı şekillendiren hemen hemen her olay ekonomik şartları getirdiği durumlara göre gerçekleşmektedir. Covid-19 salgını şimdiden ekonomik işleyişi ciddi derecede etkilemiştir. Bu durum ekonomik şartların belirlediği sağlıktan kültüre, sosyal yapıdan eğitime, üretimden tüketime kadar pek çok durumu da etkileyecektir. Dünya bir dönüm notasının eşiğindedir. Başka bir anlatımla dünya ilan edilmemiş bir değişim sürecine girmiştir. Küreselleşme olgusu bu değişim sürecinin ana unsurudur. Yaklaşık 200 yıldan beri dünya devletleri arasında çok hızlı bir etkileşim dönemi başlamıştı. Önceleri devletler bir birlerini daha çok savaşlarda tanırken son dönemlerde devletler ulaşım ve haberleşme sistemlerinin gelişmesiyle birbirini tanımışlardır. Devletlerarasındaki etkileşim uluslar arası etkileşimleri artırmış, böylece kültürler arası hızlı değişimler başlamıştır. Yerel kültürden ya da halk kültürden popüler kültüre doğru inanılmaz bir değişim sürecine geçilmiştir. Dünya toplumlarında din, dil, ırk, mezhep, siyasi düşünce ve felsefi inanç ayrımı göstermeden aynı davranış şekilleri ortaya çıkmıştır. Örneğin kapitalizm savunucularıyla karşıtları aynı sosyal paylaşım sitelerini kullanarak tepkilerini göstermektedirler. Önlemez ve engellenemez bir yapıya kavuşan bu küreselleşme süreci son 50 yılda zirve noktasına ulaşmıştır. Kitle iletişim araçlarının mobil boyuta geçmesiyle küreselleşme pik noktasına ulaşmıştır. Bir ülkede siyasi otorite ne yaparsa yapsın cep telefonları kadar insanlar üzerinde etkili olamamaktadır. Küreselleşmenin en önemli ayağı ekonomik ayaktır. Bir mal ya da hizmetin sınır tanımaz bir yapıya kavuşması küresel üretim biçimlerinin geleceği nihai aşamadır. Küreselleşme sayesinde bilgisayar çipi üretmekle patates cipsi üretmek arasında bir fark yoktur. Her şey metalaştığı oranda kullanım değerine sahiptir. Metalaşmanın küreselleşme sürecinde sınırı yoktur. Her şey metalaşabilir. Yeter ki kullanım değerini sürdürecek ihtiyaç üretim sistemleri olan reklam sektörleri bulunsun. Günümüz kürselleşmesini temelini oluşturan kapitalizm 18. Yüzyıldan itibaren “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” temeli üzerine inşa etmiştir. Adam Simit’in başlattığı bu akıma ilk direnci İngiliz ekonomist John M. Keynes koymuştur. Keynesci yaklaşım olarak da bilinen anlayışında devleştin ekonomiye müdahalesini savunmuştur. 1950’li yıllardan itibaren Prof. Dr. Milton Friedman, Keynesci ekonomik anlayışa savaş açmıştır. Neolibarel politiklerin savunucu olan Friedman, her şeyin piyasaya emanet edilmesi gerektiğini ve her şeyin piyasa kurallarına göre belirlenmesi gerektiğini savunmuştur. Günümüzde devletler Friedman’nın belirlediği neoliberal politikalara göre yönetilmektedir. İşin ilginç yanı sosyalist devlet durumunda olduğunu belirten Çin Halk Cumhuriyeti neolibarel politikaların en iyi uygulandığı bir konumundadır. Korona virüsü aslında en çok nelibaral politikalara zarar vermiştir. Artık dünyadaki gelişmeleri küresel aktörler ve piyasa güçleri belirleyemiyorlar. Neoliberal politikaların en iyi uygulandığı ülke olan Çin’den bütün dünyaya Korona virüsü yayılmıştır. Çin bu sayede neoliberal politikalardan Keynesci politikalara hızlı bir geçiş sağlamıştır. Kapitalizmin sembolü olan ABD’de devletin ekonomi, sağlık ve sosyal alanda daha radikal politikalar izlemesi gerektiği tartışılmaktadır. Sanayi devriminin başlangıcı olan İngiltere hızla Keynesci politikalara dönmektedir. Şu anda korona salgınıyla en iyi mücadele eden devletler, devletçi ya da kamucu politikaları en iyi uygulayan devletlerdir. Özel sağlık ve sigorta sistemleri batmak üzerededir. En kapitalist devler en sosyalist önlemleri almaya başladılar. Sağlıktan başlayarak özel üretim tesisleri kamulaşma ve devletleşme aşamasına gelmiştir. Sosyal güvenlik kavramları piyasacı üretim kavramlarından daha çok rağbet görmeye başlamıştır. Artık dünyanın gündemi küreselleşme yerine yerelleşme üzerine odaklanmıştır. Kürselleşme fırsat olmaktan çıkmış felakete dönüşmüştür. Artık sınırları arası geçişler neredeyse durma noktasına gelmiştir. Üretim anlayışı kamucu ve kendine yeterlilik anlayışına göre şekillenme başlamıştır. Bilim ve aydınlanma çağı son dönemlerdeki kitle iletişim araçları sayesinde yanlış bilgiler kontrolsüzce hızla yayılarak dogmatik bir döneme girilmişti. Teknoloji çağında akıl tutulması yaşadığımız bu dönemde dogmatizm ve hurafecilik inanılmaz bir şekilde yayılışa geçmişti. Ancak kornona virüsü sayesinde bilime verilen önem tekrar artmaya başladı. Dogmatizm çok ağır bir darbe almıştır. Çevresel sorunlar piyasacı anlayıştan daha fazla önemsenmeye başlamıştır. Üretim ve pazar anlayışı gıda güvenliği anlayışına dönüşmektedir. Pazar için üretim yerine sürdürülebilir bir üretim anlayışı egemen olmaktadır. Piyasacı tekelci gıda üretiminden yerel odaklı kendi ihtiyaçlarını karşılayacak güvenli gıda üretimi anlayışına dönüşüm söz konusudur. Korona virüsü salgını dünya toplumlarını inanılmaz bir dönmüşüme geçmeye zorunlu kılmıştır. Bu hızlı dönüşümlü ilgili elbette çok hızlı yayılan komplo teorileri ortaya çıkmaktadır. Bu teorilerinin ne kadar gerçekçi olduğu belli değildir. Anacak küresel bir değişim yaşanmaktadır. Küreselleşmeden yerelleşmeye doğru olan bir değişim dönemindeyiz. Nasıl ki neolibarel politikaların ilk uygulayıcıları en çok kazananlar olduysa şimdi de yerel politikaları ilk uygulayanlar en çok kazançlı olanlar arasında yer alacaktır.