Kategori

Teknoloji

Kategori

Canlılar dünyasında en yeni ve en kibirli olan insanlar, besin zincirinin temelini oluşturan bitkilere karşı küçümseyici tavırlarından hiç vazgeçmemişlerdir. İnsanların birbirlerini küçümseme cümlelerinden olan “ot gibi yaşamak” ve hayati fonksiyonlarını kaybetmeye yakın olan koma halindeki hastalar için “bitkisel hayat” tabirleri insanların bitkilerin dünyasına nasıl yabancı kaldığını göstermektedir. Hem bütün yaşamlarını bitkilere göre ayalaralar hem de birbirilerini aşağılarken bile bitki adlarını kullanarak hakaret ederler. Eğer insanlar bitkilerin yaşam mücadelesindeki etkisini görebilselerdi bütün övgü sözlerinde bitki betimlemeleri yaparlardı.

Dünyada canlı yaşamında en yeni canlılardan olan insanlar, dünyanın ilk canlıları olan bitkileri sessiz, faydalı ve güzel görünüm veren canlılar olduğunu düşünmüşler ve canlı sınıflamasında hayvanlardan sonra üçüncü sıraya oturturmuşlardır. Oysaki canlılar dünyasının yüzde doksan dokuzunu oluşturan bitkiler, canlıların günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde vazgeçilmez bir unsurdur. Canlılar dünyasında bu denli etkili bir unsuru üçüncü sınıf canlı gurubuna sokmak insani kibrin bir ürünüdür.

Bitikleri sadece canlı statüsüne koyup onun bir canlıdan daha öte zeki, düşünebilen, stratejiler geliştirebilen ve iletişim kurabilen canlılar olduğunu, dünyada düşünmeyi sadece kendi egosu içine hapsetmiş olan insanlar çoğunlukla reddetmektedir. Bitkilerin zeki canlılar olduğunu anlatmak için Stefano Mancuso ve Alessandra Viola BİTKİ ZEKÂSI kitabını yazmışlardır. Kitap, bitkilerin zeki canlılar olduğu, kendi aralarında iletişim yapabildikleri, köklerinden en tepesindeki yaprağa kadar bilgi aktarma kabiliyetlerinin olduğu, çevresinde bulunan bitkilerden kendi türleri ile farklı türleri ayırma kabiliyetlerinin bulunduğu, tuzak kurarak avlanma kabiliyetlerinin olduğu, iklim geçişleri sırasında kuraklığa ve aşırı yağmurlara karşı tedbirler alabilen canlılar olduğundan bahsetmektedir. Kitap, insani pek çok yeteneğin daha gelişmiş halinin bitkilerde bulunduğunu anlatılmaktadır.

Akıllı olmayı kendinden başka hiçbir canlıya yakıştırmayan insanların, bitkilerin aklı olmadığını düşünmeleri insanların bu konuda fazla akıl yürütemediğini göstermektedir. Yaşanılan bir soruna çözüm üretmede başarılı olmayı akıl olarak değerlendirirsek bitkilerin bu konuda ne kadar akıllı olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Bitkiler insanlar ve hayvanlar gibi hareket kabiliyeti bulunmayan canlılardır. Hareket kabiliyetlerinin olmamasına rağmen bitkiler bir sorun karşısında, insanlar ve hayvanlardan daha üstün iyi stratejiler geliştirebilmektedirler. Bitkiler insanlar ve hayvanlar gibi yürüyemeseler, koşamasalar da gerek kökleri gerek dalları ve gerekse yapraklarıyla yetişmeleri için en uygun yerlere yönelebilmektedirler. Örneğin kökleri sayesinde su bulacakları yerlere yönlenirken dalları ve yaprakları sayesinde güneş ve ışığı bulacak yerlere yönlenmektedirler. Bitkilerin saklanma ve taklit yeteneklerini en iyi çiftçiler bilirler. Bitkiler hem tarım ürünlerini taklit ederek, hem de tarım ürününün hemen dibinde yetişerek kendilerini çok güzel gizleyebilirler.

İnsanlar ve hayvanlar yaşamsal faaliyetlerini beş duyu organı sayesinde sürdürdüler. Bu duyu organları vücutlarının değişik yerlerine toplanmış vaziyette sürdürdüler. Bitkilerin ise görünürde böyle bir duyu organları yoktur. Ancak bitkilerin yaşamsal faaliyetlerine bakıldığında bizlerden daha gelişmiş 15 duyu organına sahip olduğu görülecektir. Üstelik bitiklerin bu duyu organları insanlar ve hayvanların olduğu gibi farklı yerlere toplanmamıştır. Bir dal ya da kökte bu duyu organlarının hepsi bulunabilmektedir. Bazen bitkiler,  köküne kadar kesilse bile yeniden yeşerip büyümeye başlamaları, ya da bitkilerin kesilen dallarının ekildiğinde büyümesi bitiklerin bu 15 duyu organlarının bitkinin her yerinde bulunduğunun delildir.

Bitikler, akciğeri olmadan nefes alabilirler, ağız ve mideleri olmadan beslenebilirler, iskeleti olmadan dik dururlar, beyinleri olmadan karar verirler, gözleri olmadan ışığın geldiği yönü bulurlar, burunları olmadan zararlı ve faydalı kokuları anlarlar ve bazen tehlike durumuna göre özel koku yayarlar, derisi olmadan hissedebilirler. Bizim beş duyu organımızla yaptıklarımızı yapabilme kabiliyetlerine ilave olarak bitkiler, su ve toprağın kimyasal analizlerini yapabilmektedir. Bitkiler yerçekiminin etkisini hesaplayarak büyüme stratejilerin ona göre şekillendirebilmektedirler. Ses çıkarmadan birbirleriyle bazı kimyasal salgılar yoluyla iletişim kurabilmektedirler. Mevsim geçişlerini anlayabilmekte ve dünyanın yıllık hareketlerine uygun gelişim gösterebilmektedirler. Bitkilerin her bir kök ucu yerçekimi, sıcaklık, nem, elektriksel alan, ışık, basınç, kimyasal değişimler, zehirli madde varlığı, ses titreşimleri, oksijen ve karbondioksit varlığı ya da yokluğu gibi sayısız parametreleri tespit eder. Bütün bunları organize bir biçimde yapmak güçlü zekâ gerektiren bir durumdur. Üstelik bu zekâ seviyesi, bizim çok iyi eğitim almış bireylerden bile daha analitik düşünme kabiliyetine sahiptir. Eğer bitkilerin zekâsı olmasaydı aynı türde bulunan bütün bitkiler farklı şartlarda ve ortamlarda aynı hareket etmek zorunda kalırlardı. Hâlbuki bitkiler çok yakın alanlarda bile farklı davranmaktadırlar. Bu durum bitiklerin kedine has özgün zekâlarıyla ilgilidir.

Bitikler zeki canlılara özgü duygusal tepkiler de gösterebilmektedirler. Sevecen davranışların olduğu ortamlarda daha hızlı gelişme gösterdiğiyle ilgili araştırmalar yapılmıştır.  Nasıl ki insanlar içinde sürekli pozitif düşünen ve davranın insanlar çevresindeki insanlara huzur verirse, bitikler de çevresindeki insanlara huzur vermektedir. Artık duygusal sağlatım araçları içerisinde bitkiler önemli bir konuma gelmiştir.

Bitkilerin hayatta kalma mücadelesi için elde ettiği kazanımlar sayesinde, besin zinciri sistemi mükemmel işleyerek, insanlar ve hayvanların hayatta kalmalarına olanak sağlamaktadır. Bitiklerin elde ettiği kazanımlarla bizler sadece beslenmemiz için gıda elde etmiyoruz. Hasatlıklarımızın tedavisinde ve yaraların iyileştirilmesinde ürettiğimiz ilaçların neredeyse tamamı bitkilerden elde edilmektedir. Ayrıca bitkiler ruhsal hasatlıkların tedavisinde doğal bir sağlatım aracı olarak kullanılmaktadırlar.

Bitiklerin sahip olduğu donamı yeni yeni kavramaya başladık. En zor şartlarda hayatta kalma başarısı gösteren bitkilerin genetik kotlarından geleceğe yönelik bir takım süründürülebilir modeller geliştirilebilir. Bitkiler hiçbir kaynağı israf etmediği gibi doğaya geri kazanım sağlayarak dünyadaki yaşam döngüsünün devamlılığına katkı sağlamaktadır.

Teknolojik gelişmeler ile artan üretim sistemleri insanların tüketim alışkanlıklarını kökünden değiştirmiştir. İhtiyaç fazlası üretim ve gereksiz tüketimin getirdiği atık sorunu dünyanın geleceğini tehdit etmektedir. Bu durumda doğaya hiç zarar vermeden doğal sistemlere katkı sağlayan bitiklerin üretim sistemleri taklit edilmelidir. Bitki zekâsının insani pek çok sorunun giderilmesinde kullanılması için yoğun araştırma çalışmaları yapılmalıdır. Bitikleri sadece dünyadaki ekosistemin sürekliliği için görmek bitki zekâsını küçümsemekten başka bir şey değildir. Bitki zekâsı bizim zekâ derecelendirme ölçeklerinin çok üstünde bir yapıdadır. Bu üstün yapıdan ne kadar yararlanırsak o kadar rahat ederiz.  

Hayatımızı daha bağımsız hale getireceği düşünülen teknolojik gelişmeler bizleri teknolojik sistemlere daha da bağımlı hale getirmektedir. Günümüzde hemen hemen her birey, her yeri kaplayan esrarengiz teknolojik örümcek ağlarına yakalanmış durumdadır. Bu ağlar hareketlerimizi ya kontrol ediyor ya da sınırlıyor. Özgürlüğün ve özgünlüğün yaşam alanı olan mahremiyet alanlarımız, insan faaliyetlerini kolaylaştırmak adına ortadan kaldırılmaktadır. Bu sistemden kurtulmak adına yaptığımız en ufak kıpırdanışımız bile bizi sistemin dışına iterek hayattan ve çevreden yalıtımlı izole bir hayat yaşamaya mahkûm ediyor.

Sistemin ağaları insan yapımı yazılımlarla yapılırken, bu yazılımlar insan hayatına yön veren en etkili unsurlar haline geliyor. İnsan mı teknolojiye yön veriyor, yoksa teknoloji mi insan hayatına yön veriyor? Sarmalı bile teknolojinin hayatımıza kattığı anlam karmaşalarından biridir.  

Hayatımızı kolaylaştıran ve hayatımıza dokunan yapay zekâ teknolojileri, bize bir şeyi kolay elde edebilecek olanakları verirken bizim de kolayca denetlenmemizin önünü açacaktır. Örneğin en sıradan paylaşımları takipçisi olduğumuz kitlelerle paylaşırken kendi verilerimizi de büyük algoritmalara teslim ettiğimizin pek farkına varmıyoruz. Afrika ve Amerika’ya gelen beyaz ırkın, yerlilerin liderlerini çok basit renkli boncuklarla kandırıp ellerindeki toprakları alması gibi, basit veri paylaşımları bize ait olan her unsurun elimizden çıkmasına neden olacak bir veri kaybına dönüşebilir.

İnsan faaliyetleri, insanların olaylara karşı vücut tarafından salgılanan algoritmalara göre belirlenir. Tıpkı DNA dizilimi şiflerinin çözümü gibi veri algoritmalarının çözülmesiyle, insanın iç dünyasına ait hiçbir gizem kalmayacaktır. Duygularını en başarılı şekilde gizleyen soğukkanlı insanların bile bütün duyguları vücut algoritmalarının çözümü ile gizemini kaybedecektir. Bu durum, bizi bizden daha iyi bilen dijital sistemler ile gerçekleşecektir.

Bizi bizden daha iyi bilen dijital sistemler hayatımızda önemli kolaylıkların oluşmasını sağlayacaktır. Vücut algoritmalarının bir data merkezinde toplanması ve bu dataların erişime açılmasıyla hemen hemen bütün hastalıklarda ön teşhis dönemi başlayacaktır. Yani bir çocuğun 40’lı yaşlardan sonra ortaya çıkacak kronik hastalıkları daha çocuğun ergenlik çağına bile girmeden teşhis edilip erken tedavi süreci başlatılarak belki de birçok kronik hastalık ortadan kaldırılacaktır. Bu durum bizim algoritmalarımızı daha kolay paylaşmamıza sebep olacaktır. Ancak erişime açılan algoritmaları elinde bulunduran sistem veya onun arkasındaki güç bizi istediği gibi yönlendirmeye başlayacaktır.

Biyoteknoloji ve bilgi teknolojileri sayesinde insani emek yoğun üretim getiren sistemler hayatımızdan büyük bir oranda çıkarılacaktır. Buna bağlı olarak milyarlarca insan işsiz kalacaktır. İşçi sınıfının ortadan kalkmasıyla işçi dayanışması ve işçi hakları da önemini kaybedecektir. Verilen emirleri sorgusuz sualsiz yerine getirecek robotik teknolojiler sayesinde acımasız patronlar yaygınlaşacaktır. Büyük veri algoritmalarını büyük oranda ele geçirecek bir avuç elitist sayesine dijital diktatörlükleri ortaya çıkaracaktır.

Sistem üreten insan sistemin kölesi haline gelmektedir. Sistem piyasa mantığına göre hareket etmektedir. Tüketim ve Pazar ekonomisi sistemin başlıca yaşama biçimidir. Piyasayı elinde tutan yatırımcılar ve onlara yeni yatırım alanı oluşturma görevindeki mühendislerin hayatı anlama gayesindeki filozoflar gibi bir dertleri yoktur. İnsanlığı kurtaracak veya insanlığın iyiliğine hizmet edecek bir buluşu geliştirme gibi bir dertleri de yoktur. Sadece mevcut kazançlarına geliştirme derdinle olan azınlık bir şekçin gurubun eline olan dijital teknolojiler yüzünden hem dünyamız hem de insanlık tehlike altındadır.  

İnsanlık tarihi dünyayı anlama ve dünya kaynaklarını kontrol etme çabası üzerine kuruludur. Ancak insanın iç dünyasını anlamak ve onu kontrol etme yönünde ciddi bir çaba yoktu. Biyoteknoloji ve bilişim teknolojisi sayesinde iç dünyamızı anlama ve kontrol elde yönünde ciddi faaliyet alanı ortaya çıkacaktır. Vücut verilerimizi kayıt altına alan sistemler sayesinde insanın iç dünyasını denetim altına almak mümkün olabilmektir. Kolumuzdaki saatler, bileklikler, gözümüze taktığımız lensler ya da iç çamaşırlarımız bütün kan değerlerimizden tansiyon değerlerine, kolesterol değerlerinden böbrek değerlerine kadar bütün vücut fonksiyonlarını kayıt altına alabilecektir. Böylece hem hastalıkların erken teşhisi mümkün olurken hem de vücut algoritmalarının şifresi çözüldüğünden insanlar istenilen davranış kalıplarına büründürülebilecektir. Bu durum gelişmemiş ülkelerin insanları akıllı telefonları ile zengin insanların en gelişmiş şehir hastanelerinde aldığından çok daha iyi bir sağlık hizmetine ulaşabilmelerine olanak sağlayacaktır. Anacak otoriter rejimlerin eline geçen algoritmaların toplandığı data merkezleri sayesinde diktatörler sadece ne hissettiğinizi bilmekle kalmayacak; size ne isterse onu hissettirebileceklerdir. Böylece diktatörler, ne kadar baskıcı olursa olsunlar vatandaşlara kendilerini sevmelerini sağlayabileceklerdir.

Bilimsel gelişmeler günümüze kadar çok zahmetli bir bilgi toplama sonucunda yapılmaktaydı. Bilimsel üretkenliğin şartların zorlamasına bağlı olarak yavaş gerçekleştiği durumlarda bile bilim insanlarının büyük bir saygınlığı vardı. Artık bilgiye ulaşma konusunda zahmetli bilgi toplama işlemini zahmetsiz bir şekilde Google’den temin ediyoruz. Yani bilgiyi aramıyoruz; Google’lı arıyoruz. Bilimsel güvenirlik, kanıtlanabilirlik gibi kavramların yerini Google aramalarında en üstte çıkan sonuçlarlar alıyor. Böyle devam ederse geriletilmiş insanlara dönüşebiliriz.

Biyoteknoloji alanındaki gelişmelere ekonomik bakımdan iyi durumda olan insanlar daha kolay ulaşacaklardır. Bu sayede bir çocuğa daha anne karnındayken müdahale edilerek çocuğun daha sağlıklı, daha gelişmiş ve fiziksel yönden daha güzel bir yapıda olması sağlanabilir. Yani ekonomik sınıfsal farlılıklar yeni tarz biyolojik sınıfsal farlıklara dönüşebilir. Günümüze kadar zenginlik, tüketime dayalı bir statü farklılığı iken gelecekte fiziksel üstünlük şeklinde bir statü farlılığına dönüşebilir. Böylece insanlık ekonomik ve siyasi kastlara ilave olarak biyolojik kastlara da ayrılabilir.

İnsanların yaşadığı çevre koşulları insanların beş duyu organını çalıştırmasını zorunlu kılmaktadır. Teknolojik gelişmeler bazı fiziksel aktiviteleri ortadan kaldırdığından dolayı bazı duyu organlarımız işlevlerini kaybedebilirler. Dijital teknolojiler bizi koklama ve dokunma duyularından uzaklaştırmaktadır. Bir manzarayı görebiliyoruz ama ona ne dokunabiliyor de onu koklayabiliyoruz. Bunlar yerine akıllı telefonlarımıza ve bilgisayarlarımızın içinde boğulup gidiyoruz. Kullanılmayan uzuvların ilerde insanda ne gibi fizyolojik dönüşümler getireceği belirsizdir. Ancak suratları akıllı telefonlara yapışmış zombi görünümlü insanlarla karşılaşmak pek olası görülüyor

Teknolojik gelişmeler ve yapay zekâ teknolojileri sayesinde insanlık neredeyse bütün dünyanın içine sığdığı bir kutuya hapsolmak durumuyla karşı karşıyadır. Daha çok kişi tanıyoruz, daha çok şey biliyoruz. Ama en yakınımızdakilerle bile sohbet etme yeteneğini kaybediyoruz. Aşırı gıda tüketimi bedenimizi obezite yapıp yaşam kalitemizi önemli oranda düşürmektedir. Aşırı teknoloji kullanımının da yaşam kalitemizi düşüreceğe benziyor.

@sechaber2060

Osmanlı Devleti’nde en son ortaya çıkan milliyetçilik hareketi Türk milliyetçilik hareketiydi. Türk milliyetçiliği de artık bıçağın kemiğe dayandığı, yok olmanın eşiğine gelindiğinde nefsi müdafaa hareketi olarak ortaya çıkmıştı. İşe buna benzer durum da MAVİ VATAN kavramının Ege ve Akdeniz’de bıçağın kemiğe dayandıktan sonra ortaya çıkması gibidir. 2003 yılından beri Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den çıkarma çabaları MAVİ VATAN’lA biraz olsun sekteye uğramıştır. Ama sonuç itibariyle Türkiye’nin Akdeniz’deki egemenlik hakları ciddi derecede hasar görmüştür.

Akdeniz dünyanın en hassas bölgesi haline gelmiştir. Hatta coğrafi keşifler öncesinde dünyanın merkezi sayılan Akdeniz tekrar dünyanın merkezi haline gelmiştir. Söz konusu alanda hiç şüphesiz Türkiye’nin egemenlik sahaları ciddi derecede tehdit almaktadır. ABD jeolojik araştırmalar merkezinin tahminine göre Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölge olan LEVANT HAVZA’SI diye bilinen bölgede 3,45 triyon metreküp doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol rezervinin bulunduğu açıklanmıştır. Bu rapor dünyanın en büyük doğal gaz rezervinin Akdeniz olduğunu göstermektedir.

Yine aynı raporda Kıbrıs adası çevresinde 8 milyar varil petrol rezervi bulunmaktadır. Bunun da maddi değeri yaklaşık 400 milyar dolardır. Dünyanın en hassas sahası durumunda olan Doğu Akdeniz, İtalya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Karadağ, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus kıyıları ile çevrilidir. Son dönemlerde Akdeniz coğrafi hâkimiyet mücadelesinin aksine jeopolitik hâkimiyet mücadelesi haline gelmiştir.  Büyük devletlerden Doğu Akdeniz’de donanması olmayan devlet yoktur.

Akdeniz sadece enerji kaynakları açısından bir merkez durumunda değildir. Dünya ticareti tekrar Akdeniz’e kaymaktadır. Akdeniz’de yılda ortamla 220 bin gemi seyir halinde bulunmaktadır. Bu da dünya deniz trafiğinin %33’ünü oluşturmaktadır. Son yıllarda enerji sevkiyatında da önemli bir merkez haline gelen Akdeniz’de Ortadoğu ve Hazar Bölgesi enerji merkezleri ile boru hatları bulunmaktadır.

Akdeniz’deki bu olan üstü kaynaklar devletleri bir takım hukuki sözleşmelerle bu alanlarda hak elde etme çabalarına sevk etmektedir. Birleşmiş Milletler deniz hukuku sözleşmesine göre ilan edilen Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) kavramına göre Akdeniz’de enerji sahalarının kontrol etme çabaları başlamıştır. 1982 yılı Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile düzenlemeye kavuşturulan Münhasır Ekonomik Bölge kavramı şöyle tanımlanmıştır: “Karasuların ölçmeye başlandığı esas hatlardan itibaren en fazla 200 deniz mili genişlikte bir alanda, deniz yatağı ve toprak altı ile üzerindeki suların canlı ve cansız doğal kaynaklarını araştırma, işletme, muhafaza ve yönetim hakkını ilgili devlete tanımaktadır.” Böylece ilgili devletler egemenlik haklarını belirleme haklarına kavuşmuşlardır. Akdeniz’in özel statüsünden dolayı Münhasır Ekonomik Bölgesi çelişen pek çok devlet bulunmaktadır. Ancak bu kavramlardan dolayı hakları en çok ihlal edilen devlet Türkiye’dir.

Bugüne kadar Akdeniz’de Fas Tunus, Suriye, GKRY, Libya, İsrail ve Lübnan olmak üzere toplam yedi devlet Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmiştir. Bunlara ek olarak İtalya, Hırvatistan ve Fransa ekoloji koruma alanı; Cezayir, İspanya, Libya, Tunus ve Malta ise balıkçılık koruma bölgeleri olmak üzere toplam sekiz devlet muhtelif deniz yetki alanları ilan etmiştir.  Bütün bu gelişmeler yaşanırken Türkiye çoğu kez olaylara seyirci kalmıştır. Akdeniz’de deniz yetki alanları ilan edilirken en çok itilaf Türkiye ile GKRY arasında gerçekleşmiştir.

GKRY’in deniz yetki alanlarını keyfi geliştirme girişimleri Türkiye’nin Akdeniz sahasında yapacağı işbirlikleriyle çözüme kavuşturabilirdi. Ancak Türkiye’nin milli menfaatlerini hiç ilgilendirmeyen alanlara sert müdahaleleri nedeniyle Türkiye bölgesel işbirliği avantajını kaybetmiştir. Örneğin Türkiye deniz yetki sınırlama antlaşmasını düşman ilan ettiği Mısırla imzalamış olmasaydı GKRY’nin ilan ettiği 11.500 kilometrelik alan elinden alınacaktı.

GKRY uluslar arsı hukuka aykırı olarak Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki haklarını ihlal etme pahasına 26 Ocak 2007’de 13 adet petrol arama ruhsatı ilan etmiştir. Bu ruhsatlara dayanarak İtalya ve Fransız şirketlerle petrol arama faaliyetlerine başlamıştır. Bu anlaşmada yer alan 7 numaralı parselin bir bölümü Türkiye’nin münhasıran ekonomik bölgesini ihlal etmektedir. Ayrıca Rum yönetiminin ilan ettiği bu saha KKTC’nin 2,3,8 ve 9 numaralı sahaları ile çatışmaktadır. GKRY’nin ilan ettiği bu sahalar Türkiye’nin deniz yetki sahlarını ihlal ederken KKTC’yi yok sayan ve adanın tek temsilcisinin kendisi olduğu düşüncesiyle hareket eden Rum Kesimi Kıbrıs adasının çevresini istediği gibi kullanmaktadır.

GKRY’nin Türkiye karşıtı faaliyetlerinin destekçisi olan Yunanistan, Girit, Kaşot, Çoban, Rodos, Meis hattını ilgili kıyı kabul ederek Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den çıkarmaya çalışmaktadır. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi bu girişimleriyle Türkiye’ye Antalya körfezine hapseden bir münhasıran ekonomik bölge ve deniz yetki alanı bırakmak istemektedir. Bütün bu gelişmelere karşılık Türkiye 2003 yılından bu yana doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarını sınırlandırmaya yönelik antlaşmayı sadece KKTC ve Libya ile imzalamış ve münhasır bölge ilanında bulunmamıştır.

Uluslar asarı ilişkilerde bilimsellik son derece hayatidir. Bu durumu Doğu Akdeniz’deki deniz sınırlama alanlarının paylaşımında daha iyi anlayabiliriz. Türkiye bugüne kadar Akdeniz’de deniz yetki alanlarıyla ilgili kıyıdaş ülkelerle düşey hatlar prensibini kullanarak münhasır ekonomik bölge sınırı belirlemiştir. Bu belirlemede dünyanın şeklinden kaynaklanan girintiler yok sayılmaktadır. AB ve GKRY ise diyagonal hat belirleyerek dünyanın şeklinden kaynaklanan eğimli ve kıvrımlı yerleri de münhasır ekonomik bölgesi içerisine katmaktadır. Bu durumda Türkiye onlarca kilometrekarelik alanı kaybetmektedir.

Akdeniz’de enerji elde etmek amacıyla yaşanan gerilimden Türkiye ciddi tehdit almaktadır. Türkiye’nin egemenlik hakları adaların münhasır ekonomik bölge alanı iddiası ile yok sayılmaktadır. Münhasır ekonomik bölge ana karalarla ilgili bir durumdur.  Adaların statüsü özel durumdur. Geçmişte kıta sahanlığı ilkesi esasına göre de adalar özel statülü olmuştur. Yıllarca Türkiye-Yunanistan arasındaki karasuları ve FIR hattı gibi sorunlar Ege adalarının statüsünden kaynaklanan sorunlardı. Aynı söylemle Yunanistan Akdeniz’de Türkiye’nin münhasır ekonomik bölgesini gasp etmek istemektedir.
Türkiye Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını kurmak için dış politikadaki anlayışını değiştirmek zorundadır. Doğrudan Türkiye’nin menfaatlerini ilgilendiren konulardaki tepki verme potansiyelini ümmetçi bir yaklaşımla rastgele vererek boşa heba etmemelidir. Olur olmaz her konuda tepki gösteren bir ülkenin dış politikada ciddiye alınır bir tarafı kalmaz. Devletlerle duygusal ilişkilerden arınıp menfaatlere dayalı işbirliği politikaları geliştirmek, Türkiye’nin Akdeniz’deki çıkarlarını korumak için hayatidir.

Bu doğrultuda geç de olsa Türkiye birtakım adımlar atmaya başlamıştır. Son yıllarda Türkiye’nin Akdeniz’de kaybettiği kazanımları geri alma için Cihat YAYCI tarafından geliştiren MAVİ VATAN kavramı Türkiye’nin en önemli beka sorunlarından birisidir. Mavi Vatan kavramı kısaca şöyledir:

“Türkiye’nin ilan edilmiş veya edilmemiş tüm deniz yetki alanları (iç sular, karasuları, kıta sahanlığı, Münhasır ekonomik Bölge) akarsu ve göllerini kapsamına alır. Mavi Vatan, tam anlamıyla, 26-45 Doğu Boylamları ve 36-42 Kuzey enlemleri arasındaki ana vatanımız üzerindeki stratejik egemenliğimizin denizler ve deniz diplerindeki uzantısıdır. Mavi Vatan, 25-45 Doğu Boylamları ve 33-43 Kuzey enlemleri arasında kalan tatlı ve tuzlu su kitlesi üzerindeki yetki ve ilgi alanlarımızın adıdır.”

Mavi Vatan kavramının mimarı Cihat YAYCI’nın ilginç bir şekilde emekli edilmesi Türkiye’nin mavi vatan konusundaki ciddiyetini ortaya koymaktadır. Ancak Mavi Vatan Türkiye’nin çok ciddiye alması gereken yeridir. Türkiye varlığını ancak Mavi Vatan’la sürdürebilir.

Başta fosil yakıtlar olarak nitelendirilen petrol, doğalgaz ve kömür gibi yakıtlar atmosfere yayılınca atmosferin üstünü yorgan gibi kaplayarak sera etkisi oluştururlar. Bu olaya küresel ısınma denilmektedir. Sanayi devrimi sonucu meydana gelen küresel ısınma ile sera gazlarının atmosfere yılması sorun haline gelmiştir.

Küresel yüzey sıcaklıklarında, 19. Yüzyıl sonlarında başlayan ısınma, 1980’li yıllardan itibaren daha da artarak, hemen her yıl bir önceki yıldan daha fazla olacak şekilde rekor sıcaklık artışları gerçekleşmektedir. Küresel sıcaklıkta gözlemlenen artışlardan başka en geniş ölçekli iklim modellerine göre, küresel sıcaklıklarda 1,4 ile 5,5 oC arasında bir artış olacağı öngörülmektedir.

Küresel ısınma son buzul çağından beri gerçekleşmektedir. Ancak son yıllarda iklim değişikliklerinde insan etkisinin önemli bir faktör olduğu görülmektedir. Geçen 40 yılda gerçekleşen artışın son 1000 yılın herhangi bir dönemindeki artıştan daha büyük olması küresel ısınmadaki insan etkisinin korkunç boyutlara ulaştığının kanıtıdır. Küresel ısınma en fazla kutuplardaki buzulları etkileyecektir.  Buzullar ısınmanın artmasıyla hızla eriyecek ve buna bağlı olarak deniz seviyeleri yükselecektir. Kıyı kemsinde yaşayan milyonlarca insan ya göç etmek zorunda kalacak ya da ani su baskınları nedeniyle hayatlarını kaybedecektir. Başka kötü bir senaryoya göre kıyı kemsinde yapılan tarımsal faaliyetler sona erecektir. En verimli tarım alanlarının kıyı kesimlerindeki delta ovaları olduğu düşünüldüğünde küresel ısınmanın büyük bir açlık felaketi getireceği açıktır.

Küresel ısınmayla sadece kutuplardaki buzullar erimeyecektir. Yüksek dağlarda daimi kar sınırı üzerine bulunan onlarca metre kalınlığındaki buzul kütleleri eriyerek kara içlerinde büyük sel felaketlerine neden olacaktır. Ani sel baskıları buzulların normal erimesine göre oluşan yer altı su birikimlerine zarar verecektir. Böylece büyük yerleşmelerin yakınlarında içme suyu sıkıntıları ortaya çıkacaktır. Kuraklığa bağlı artış bitki örtüsünün cılızlaşmasına ya da yok olmasına neden olacak böylece, erozyon nedeniyle toprak kayıpları daha da artacaktır.

Küresel iklim değişikliğinin etkisi günümüzde hissedilmeye başlamıştır. Dünyanın pek çok yerinde iklim değişikliğine bağlı felaket haberleri gelmeye başlamıştır. Bu haberlerden birkaçı şöyledir:

  • Küresel ısınma sonucu Büyük Okyanusta bulun Kribati Bölgesindeki Tarawa ve Abanuea adlı iki ada okyanus suları altında kalmıştır.
  • Hint Okyanusundaki Maldiv adaları içinde yer alan 200’e yakın ada, deniz seviyelerinin yükselmesi üzerine yok olama tehlikesiyle karşı karıyadır.
  • Dünyadaki her on buzuldan birine sahip olan Peru buzullarının dörtte bir erimiştir.
  • Alaska buzullarının eridiği terlerde yeni bitki türleri yetişmeye başlamıştır.
  • Dünyada her yıl altı milyon hektarlık alan çölleşmektedir.

İklim değişiklikleri sadece deniz seviyelerinin yükselmesi ya da gıda krizine neden olmayacaktır. İklim değişiklikleri gerek uluslar arası alanda gerekse de ulusal düzeyde ciddi güvenlik sorunlarına neden olacaktır. İklim değişikliklerinin güvenlik üzerindeki etkilerini ulusal güvenlik açısından ilk defa değerlendiren kişi Pentagon’da oldukça etkin görevlerde bulunmuş Peter Schwartz ve yardımcısı Dougan Randall’dır. Bu kişilerin Pentagon’a hazırladıklarları raporlarda, dünyanın en büyük sıcaklık taşıyıcılarından Gulf Stream sıcak su akıntılarının durması, yavaşlaması üzerinde durmuşlardır. Buna göre Gulf Steam Sıcak Su Akıntısı, Kuzey Yarım Küre’de Ekvatoral kuşak üzerinde Kuzey Batı Avrupa’ya doğru akmaktadır. Sıcak su akıntısı nedeniyle Kutup kuşağına yakın halde bulunan Kuzey Batı Avrupa kıyılarında ılıman bir iklim yaşanmaktadır. Kutuplardaki buzulların erimesiyle deniz ve okyanuslara daha fazla tatlı su karışacak, böylece Gulf Stream sıcak su akıntısı yön değiştirecektir. Bu durum Kuzey Batı Avrupa’nın kutup iklimi kuşağına girmesine neden olacaktır. Küresel ısınma küresel bir soğumayı ortaya çıkaracaktır. Dünyanın en zengin ülkelerinin bulunduğu kuşak olan Kuzey Batı Avrupa ülkelerinin buzul çağına girmesinin dünya ekonomisi üzerindeki etkisi tam hesaplanmamakla birlikte zararın korkunç bir boyutta olacağı tahmin edilmektedir. Ne zaman küresel bir ekonomik kriz çıksa arkasından büyük bir savaş ortaya çıkmaktadır. Bazı devletler için savaş ekonomisi krizden çıkmanın tek yolu olsa da böylesi bir ekonomik krizden savaş ekonomisinin kurulamayacağı muhakkaktır.

Küresel iklim değişiklikleri en çok gıda üretimini etkileyecektir. Gıda krizi dünya çapında ciddi çatışmaları ortaya çıkarabilir. Küresel bir çatışma gıda kaynaklarının kirlenmesine ya da yok olmasına neden olabilir. Gıda kaynaklarının zarar görmesi savaşlardan daha fazla ölümlerin olmasına sebep olmaktadır. Örneğin 2000 yılında silahlı çatışmalarda 300 bine yakın kişi hayatını kaybetmişti. Ancak her yıl suların kirlenmesi nedeniyle daha fazla insan hayatını kaybetmektedir.

Küresel iklim değişikliklerinin ortaya çıkaracağı çatışma senaryolarının gerçekleşme ihtimalleri giderek artmaktadır. Bu çatışmalardan kurtulmanın en önemli yolu öngörülen iklim değişikliklerini ve bu değişikliklerin insan sağlığı üzerindeki olası etkilerini en aza indirmektir. Bunun için de insan kaynaklı sera gazı salınımlarını azaltmak ve bitki örtüsünü çoğaltmaktır. Günümüzde bütün dünyayı etkisine alan Corona virüsü, küresel iklim değişikliklerini durduracağına dair bazı çevrelerde iyimser bir hava oluşturmaktadır. Virüsün bulaşma riski nedeniyle sosyal mesafe önlemlerine bağlı olarak pek çok ülkede sera gazı yayan üretim tesislerinden önemli bir kısmı üretimlerini ya azalmışlardır, ya da durdurmuşlardır. Aynı şekilde evde kal uygulaması nedeniyle milyonlarca araç trafiğe çıkmamıştır. Bu gelişmeler elbette ki küresel iklim değişiklikleri için olumludur. Ancak küresel iklim değişikliklerinin neden olduğu zararın önlenmesi için 10 yıl boyunca atmosfere hiç sera gazı yayılmamalıdır. Bu durum günümüz şartlarında olası değildir.  O halde küresel iklim değişikliklerine bağlı gerçekleşecek olası çatışma senaryolarından kaçınmanın pek mümkün olmadığı bir durumla karşı karşıyayız.

Çevreci bilimcilerin oluşturdukları çatışma senaryoları şöyle sıralayabiliriz:

        2020-2025Güneydoğu Asya’da Burma, Laos, Vietnam, Hindistan ve Çin’de bitevi çatışmalar olur.İran Körfezi ve Hazar Havzası’ndaki çatışmalardan dolayı petrol fiyatları artar. Fransa ve Almanya Ren nehrine erişim konusunda çatışırlar.Suudi Arabistan’daki iç çatışmalardan dolayı ABD ve Çin donanmaları çatışmaya girer.  
2020-2030Cezayir, Fas, Mısır ve İsrail gibi Akdeniz ülkelerine göç hızlanır. Çin ve Japonya arasındaki tansiyon artar.Avrupa nüfusunun yaklaşık yüzde onu başka ülkelere göç eder.

Yukarıda belirtilen çatışmalar bir öngörü olsa da bu konuda uzmanların ciddi ciddi kafa yordukları anlaşılmaktadır. İklim değişikliklerini en çok gıda üretimini etkileyecek bu durum da ciddi bir gıda krizini ortaya çıkaracaktır. Bizi kaçınılmaz bir felaket beklemektedir. Ancak ülkeler arasında kalıcı bir işbirliği sayesinde olası kötü senaryoların etkisini azaltmak mümkündür. Sürdürülebilir bir üretim anlayışı, kaynakların adil paylaşılması ve tüketime dayalı mutluluk anlayışından vazgeçilmesiyle belki de bu kötü senaryoları tersine çevirmek mümkün olabilir.

Kapitalizm temelde rekabete dayalı olan ve güçlünün kazandığı bir düzendir. Üretim biçimlerinin rekabetçi bir yapıya bürünmesiyle kapitalizm etkililiğini geliştirmiştir. Başarının, maddi yaşam standartlarının yükselmesi olarak tanımlandığı sanayi devriminden bu yana, kapitalizm tek egemen ekonomik sistem olarak kalmıştır. Piyasa şartlarının belirleyici olduğu bu dönemde, açgözlülük ve bencillikten yararlanılarak yükselen yaşam standartlarının özendirilesi kapitalist sistemin ana omurgasını oluşturmaktadır. İnsan emeğin ve doğal varlıkların vahşice sömürülmesi kapitalizmin korkunç bir canavar olduğunu göstermektedir. Karın en üst düzeye çıkarılması mantığıyla hareket eden kapitalizm çevreye yaptığı baskı nedeniyle refah alanların her geçen gün daha da daralmasına neden olmaktadır.
Kamusal eşitliği ortadan kaldıran kapitalist sistem, kolektif yaşam biçimine evirilmiş insan topluluklarının yapısıyla büyük bir çelişki oluşturmaktadır. Zenginle yoksul arasındaki uçurumun artması sınıfsal farlılıkları artık daha belirgin fay kırıklıklarına dönüşmektedir. Toplumsal yapının kökenindeki derin tektonik katmanların üst tabakadan gelen baskılarını absorbe etme kapasitesi her geçen gün azalmaktadır. Tektonik katmanlardan geçen baskının ekonomik fay hatlarında şiddetli kırılmalara yol açacağı bariz bir şekilde önümüzde durmaktadır. Rakipsiz bir sistem olarak görülen kapitalizmin eşitliksiz yapısı kapitalizmin de sonunu getirebilir.
ABD’’li ünlü iktisatçı Lester C. Thurow 1996 yılında kaleme aldığı “Kapitalizmin Geleceği” adlı kitapta dünyayı etkisine alan kapitalizmin sonunun geldiğine ilişin öngörülerde bulunmuştur. Thurow’a göre bireycilik üzerine kurulu olan kapitalizm, bireyin doğasındaki kısa vadeli düşünme eğilimini dengeleyerek sosyal kuralları içermeyen bir sistem olduğu için kendini tehlikeye atmaktadır. Yine Thurow eserinde, kapitalizmin rakipsiz kalmasının yaratacağı sorunları şu şekilde dile getirmektedir: Tarihsel olarak, dışarıdan gelen askeri tehditler, içerdeki toplumsal huzursuzluklar ve alternatif ideolojiler, statükoda kazanılmış hakları aramak için bir bahane olarak kullanıldı. Bunlar kapitalizmin varlığını sürdürmesini ve gelişmesini sağlayan şeylerdi. Eğer kapitalizm tehdit edilmiş olmasaydı, Roosvelt başarı sağlayamazdı. . Aynı şekilde Paul Kenndy, dünyadaki varlıklı ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki uçurumun giderek arttığına dikkati çekmiş, yoksul ülkelerin varlıklı ülkelere yasadışı baskısını önlemek için yoksul ülkelerin sorunlarına eğilmek gerektiğini belirtmiştir . Paul Kenndy’in görüşlerini destekleyen New York Times gazetesi köşe yazarlarından Thomas Friedman şöyle demişti: “Kötü durumdaki komşunuzun ziyaretine gitmezseniz, o sizi ziyarete gelir” . Ayrıca dünyada mevcut sorunlara çevresel bir değerlendirme amacıyla kurulan ve her yıl yayımladığı “Dünyanın Durumu” serisiyle çevresel sorunları anlatan Worldwatch Enstitüsünün başyazarlarından olan Lester R. Brown da kapitalizmle ilgili bir takım öngörülerde bulunmuştur. Brown’a göre dünyanın mevcut kaynaklarının insanoğlunun sınırsız istekleri karşısında giderek yok olma tehlikesi altındadır. Özellikle kapitalist sistemin dünyanın mevcut kaynaklarını tüketme yolunda sarf ettiği yoğun üretim faaliyetleri ileri dönemlerde çevrenin bozulmasına paralel olarak dünyada ciddi gıda sorunlarının yaşanacaktır. Brown, kapitalizminin sonunu bu şekildeki bir kapitalist anlayışının getireceğinden bahsetmektedir . Yukarıdaki ifadeler kapitalizmin içinde bulunduğu çıkmazı göstermektedir. Zaten adil olmayan gücün adaletsiz kuralları günün birinde kendine de bulaşır.
Kapitalizmin sınırsız üretme ve tüketme istediğinin maliyetini daha çok doğal çevre ödeyecektir. Doğal kaynakların büyük bir bölümü tükenebilir kaynaklarıdır. Tüketmenin özendirildiği kapitalist sistem, doğal kaynakları yok ederek kendi geleceğini de tehlikeye atmaktadır.
Dünyanın pek çok bölgesinde su kullanımının su yataklarının sürdürülebilir verimi geçmesiyle birlikte, aşırı su çekimi yaygınlaşıyor. Irmaklar üzerinde de talepler yaygınlaşıyor hatta kimi ırmaklar bu aşırı kullanma nedeniyle denize ulaşamadan kurumaktadır. Bu durum beraberine dünya gıda üretimini etkilemektedir. Tarım alanları insanların kullandıkları içme suyuna kıyasla çok fazla su tüketmektedir. Örneğin bir ton tahıl üretimin için 1000 ton su kullanımı gerekmektedir. Tatlı su miktarının azalması beraberinde en çok gıda üretimini etkileyecektir.
Yeryüzünde mevcut bir döngü bulunmaktadır. Bu döngülerden en önemlisi karbon döngüsüdür. Özellikle bitkiler atmosferde fazladan bulunan karbonu bünyelerine çekerek dengelemeye çalışırlar. Ancak hem bitkilerin aşırı tahribi, hem de fosil yakıtlardan yayılan karbon miktarını artması küresel ısınmaya neden olmaktadır. Bu duruma dayanak olması bakımından şu trajik örneğin verilmesinde yarar vardır. “Son yüzyılda yaklaşık 30 bin bitki türünün hepsi yok olmuştur. İçinde yaşadığımız son yıllarda, bitki ve hayvan türlerinden günde 3 canlı türünün tükenmesi, Biyoçeşitlilik tahribinin derecesini göstermektedir.
Artan nüfus özellikle orman ürünlerine karşı talep patlamasına sebep olmaktadır. Hızlı ormansızlaşma beraberinde yeraltına sızması gereken su kütlelerinin akışı sonucu hem toprak aşınmasını tetikliyor, hem de yeraltındaki tatlı su kaynaklarının azalmasın sebep oluyor. Ormansızlaşmanın en belirgin etkisi Ekvatoral kuşakta bulunan Tropikal yağmur ormanlarının tahribiyle ortaya çıkmaktadır. Tropikal yağmur ormanlarının sadece fotosentezle CO2 bağlayarak, dünya iklimini düzenleme etkisinin yılda 3,7 trilyon dolarlık ekolojik değer ürettiği hesaplanmıştır.
Kutuplarda buzullar yeryüzündeki tatlı suların yüzde 68’ni oluşturmaktadır. Küresel sıcaklıklarda meydana gelecek sadece birkaç derecelik artış bu yüksek kütleli buzulların erimesine neden olacaktır. İlk bir metrelik yükselme 2075 yılında olacağı tahmin edilmektedir. Ancak atmosfere katılan karbon miktarında hiç azalma olmaksızın artışlar devam etmektedir. Karbonun artması dünyadan uzaya gitmesi gereken ısının daha da fazla tutulacağı anlamına gelmektedir. Yani 2075 yılında gerçekleşeceği söylenen öngörü çok iyimser bir öngörü olarak kalabilir. Dünyanın şu anki imkânlarla ancak 180 santimetre kalınlığında yükselmelerle baş etme kapasitesi vardır. Kıyılara set çekilmesi ve suların tahliye edilmesi gibi küçük ölçekli tedbirler bile milyarca dolar bütçe gerektirdiğinden küresel ölçekli deniz seviyesi yükselmelerinden en fazla etkilenecek yerlerin gelişmemiş ülkeler olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.
Üretim ve kazanç ekseninde kuşatıldığımız kapitalizmden kurtulmadan geleceğimizi güvence altına almamız mümkün değildir. İnsanları mutlu etmekle tüketmenin aynı anlamda kullanılması çevresel felaketlerin de yoğun bir şekilde artmasına neden olacaktır. Dünya artık hızlı bir tahribin içine girmiştir. Bu durumda insanın sağlığı ve refahının çevreye saygılı Pazar anlayışının benimsemesiyle mümkün olacağın altını çizme istiyorum. Bundan dolayı da ilk iş olarak tüketim alışkanlıklarının sorgulanması gerekmektedir. Tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmeden kapitalizmin getireceği yıkımlardan kurtulmamız mümkün değildir.

*sechaber.com

Sevgili Gök Türk’ün uzun süredir üzerinde çalıştığı Niburu gezegeni ve oradan dünyamıza gelen kadim atalarımız olan Annunakiler’in hayatı bu günlerde dünyanın geleceği konusunda dramatik benzerlikleriyle dikkatimi çekmeye başlamıştır.
Günümüzden yaklaşık 450 bin yıl önce Niburu gezegeninin atmosferik ortamında yırtılma meydana gelmişti. Yüksek teknolojiye ve medeniyete sahip olan Niburular, yaptıkları incelemelerle bu sorunun altını toz haline getirip atmosferin yüksek bir yerinden püskürtülmesiyle halledileceğini tespit etmişlerdi. Ancak kendi gezegenlerinde bunu sağlayacak yeterli miktarda altın bulunmadığı için, altının yoğun olarak bulunduğu dünyaya gelmişlerdi. Dünyadan elde ettikleri altınla kendi atmosferik ortamlarını düzeltmeye başlamışlardı. Sonuçta Niburu gezegeninde atmosferik ortamdan kaynaklanan sorunun bittiğine dair herhangi bir bilgi olmadığına göre dünyadan halen Niburu’ya altın taşındığı değerlendirilmektedir.
Konu çok derin ve karmaşık olduğundan okuyucularımızı bu konuda ülkemizde en yetkili araştırmalar yapan Gök Türk’ün üç kitabını okumaya salık veririm.
Dünyamız yaklaşık 4,6 milyar yıl yaşındadır. Uzun bir jeolojik evrim sonucunda günümüzdeki yaşamsal alan meydana gelmiştir. Dünyanın canlı küre haline gelmesini sağlayan en önemli etken dünyanın atmosfer özelliğidir. Atmosferin de dünya gibi, oluşumunda bir evrim olduğu değerlendirilmektedir. Yerkürenin sıvı olan toz ve gaz bulutlarından olan ilk oluşum safhasında atmosfer yoktu. Daha sonra ilk bitiklerin sular içinde oluşmasıyla milyonlarca yıl sürecek fotosentezle oksijen meydana geldi. Sonuçta atmosferik gazlar günümüzdeki sabit yapısına kavuştular. Atmosferdeki sabit gazların yüzde 78’i azot ve yüzde 21’de oksijendir. Geriye kalan yüzde 1’lik kısımda değişken miktara sahip olan gazlardır. Bu değişken gazlardan en önemlileri su buharı ve karbon dioksittir. (CO2)
Su buharının döngüsü buharlaşma, terleme, yoğuşma ve yağış şeklinde gerçekleşir. Bu döngü bağıl nem miktarının yıllık ve günlük değişiklilerinin oransal olarak artıp azalması şeklinde gerçekleşir. Bir damla su yılda ortalama 42 defa atmosferle yer arasında gidip gelir. Bu döngünün artıp azalmasının dünyanın iklimleri üzerinde kaygı verici bir etkisi henüz yoktur. Şuanda insanlığı korkudan en önemli gelişme atmosferdeki karbon miktarının artmasın bağlı olarak meydana gelecek küresel ısınmadır.
Karbonun miktarında meydana gelecek artmalar ilerde dünyamızın daha da ısınmasına sebep olacaktır. Dünyanın ısınmasından en fazla etkilenecek olan buzulların erimesiyle deniz seviyelerinde meydana gelecek olası yükselmelerdir. 510 milyon kilometre kare alana sahip dünyamızın üçte ikisi sularla kaplıdır. Suların yüzde 97’si tuzludur. Geri kalan yüzde üçü de tatlı sulardır. Tatlı suların yüzde 68’i buzullar, yüzde 31’i yeraltı suları geri kan yüzde 0,02’si de yüzsuları dediğimiz göller, bataklıklar ve nehirlerdir. Buradan da anlaşıldığı gibi tatlı suların oranı çok azdır. Ancak bu oran bile milyarca insan ve canlı için en temel yaşam kaynağıdır.
Kutuplarda bulunan muazzam yapıdaki buzullar yeryüzündeki tatlı suların yüzde 68’ni oluşturmaktadır. Küresel sıcaklıklarda meydana gelecek sadece birkaç derecelik artış bu yüksek kütleli buzulların erimesine neden olacaktır. Yapılan değerlendirmelere göre atmosferdeki bir-iki derecelik artışlarda buzulların erimesine bağlı olarak deniz seviyeleri birkaç metre yükselebilir. Deniz seviyelerinin bir-iki metre yükselmesi bile dünya için felakettir. Kıyılarda buluna yüzsek verimli tarım alanlarının sularla kaplanması ve sahil yerleşim alanlarının denizler tarafından istila edilmesi milyonlarca insan ya ölecek ya da bulundukları yerlerden tahliye edileceklerdir. Ayrıca, gıda üretiminde önemli düşüler olacağından bu olay bütün dünyada ciddi bir ekonomik krizin yaşanmasına sebep olacaktır. Söylediğimiz öngörülerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini tartışmak bile çok gereksizdir. Çünkü bütün veriler dünyanın son buzul çağdan bu yana en hızlı ısı artışlarının olduğunu göstermektedir. Bu durumda tek soru deniz seviyelerinin ne kadar ve hangi hızda yükselebileceği olmalıdır.
Denizlerde ilk bir metrelik yükselme 2075 yılında olacağı tahmin edilmektedir. Ancak atmosfere katılan karbon miktarında hiç azalma olmaksızın artışlar devam etmektedir. Karbonun artması dünyadan uzaya gitmesi gereken ısının daha da fazla tutulacağı anlamına gelmektedir. Yani 2075 yılında gerçekleşeceği söylenen öngörü çok iyimser bir öngörü olarak kalabilir. Dünyanın şu anki imkânlarıyla ancak 180 santimetre kalınlığında deniz yükselmeleriyle baş etme kapasitesi vardır. Kıyılara set çekilmesi ve suların tahliye edilmesi gibi küçük ölçekli tedbirler bile milyarca dolar bütçe gerektirdiğinden küresel ölçekli deniz seviyesi yükselmelerinden en fazla etkilenecek yerlerin gelişmemiş ülkeler olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.
Dünyada geçmiş dönemlerde de deniz seviyeleri yükselmişti. Ancak hiçbir dönemde insan etkisinde kaynaklanan bir yükselme söz konusu olmamıştır. Günümüzde yükselmenin durdurulması neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bugün atmosfere karbon salınmalarının en büyük nedeni olan otomobili dünyanın en geri kalmış ülkelerin hakları da talep etmeye başlamıştır. Ya da Amerikalılar her evde en az iki araç alışkanlılarından asla vazgeçmek niyetinde değiller. Dünya nüfusu hızla artmaktadır. Önceden binlerce yılda gerçekleşen nüfus artışları günümüzde sadece birkaç yılda gerçekleşmektedir. İnsanlar artık ortalama olarak daha uzum ömre sahipler. Eskisi gibi salgın hastalıklarla kitlesel ölümler yoktur. Bu durum nüfusun ikiye katlanma sürelerini düşürmektedir. Gelecekte atmosfere salınan karbon oranları iki katına çıkacaktır. Böylece deniz seviyeleri daha da yükselecektir.
Burada üzerinde pek durulmayan bir konu da deniz sularının sıcaklıklarındaki muhtemel artışlardır. Bu artışlar deniz tabanlarındaki suyun da ısınmasına neden olacağından suyun ısı değişim dengesi bozulacak ve birçok deniz suyu zehirlenecektir. Aslında bizi bekleyen en sinsi tehlike de budur. Atmosfere yayılan denizdeki zehirler birçok insanın ölümüne neden olabilir.
Küresel iklim değişiklerinin gelecekte daha büyük ve çeşitli sorunlar getireceği tartışma götürmez gerçeklerdir. Biz de Niburular gibi atmosferik sorunları çözebilecek miyiz, ya da onlar gibi uzayda kendimize koloniler kurarak halklarımızın yok oluşlarını önleyebilecek miyiz?
Günümüzde bu soruların cevabı çok zor görülüyor. Sümer tabletlerinde belirtilen, birçok kutsal metinde de anlatılan yeni bir Nuh tufanı bizi bekliyor. Acaba ENKİ yine bize yardım edecek mi?

Temeli kurtuluş savaşına dayanan Türkiye Cumhuriyeti, her alanda çok önemli dönüşümlerin ve gelişimlerin olduğu bir süreçtir. Gerek cumhuriyete gidilen yol, gerekse de cumhuriyet sonrasında gerçekleşen olaylar, cumhuriyet dönemi kazanımların mucizevî kazanımlar olduğunu göstermektedir.

Muhteşem Osmanlı dedikleri dönemden, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün Avrupalı devletlerin güvencesine verildiği ve Duyunu Umumiye idaresine geçilerek Osmanlı’nın bütün gelirlerinin alacaklı devletler tarafından haczedildiği döneme uzanan yıkım yıllarını okumadan ve anlamadan cumhuriyet kazanımlarını idrak etek mümkün değildir. En sonda söylenmesi gerekeni en başata söyleyecek olursak; Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın bir devamı değil; Osmanlının yıkıntılarından, küllerinden ortaya çıkan bir kor alevdir. Yaklaşık 250 yıl Avrupa karşısında gerileyen aciz bir devlet yerinde dünyada saygı duyulan modernleşme ve çağdaşlaşma hareketleriyle dünyanın hayranlıkla izlediği bir devlet durumuna gelmek mucizevî bir başarıdır.

Bilimsel ve vicdani değerlendirmelere göre Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve cumhuriyet dönemi atılımları hem çok özgün, hem de çok başarılı bir dönemdir. Cumhuriyet dönemi, uluslararası toplumda çok saygın bir dönem olduğu tescillense de maalesef kendi kamu oyumumuzda hak ettiği değeri bulamamaktadır.

Cumhuriyete gidilen yolun başlangıcı 1699’da imzalanan Karlofça antlaşmasıdır. Karlofça’dan sonra Osmanlı, Avrupalı devletlerin elinde adeta şamar oğlanı haline dönmüştü. Yıkılmasına kesin gözle bakılan Osmanlı devleti, Avrupalı devletlerin paylaşım sorunu nedeniyle I. dünya savaşına kadar ayakta kalabilmiştir. O dönemin emperyalist devletleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya Osmanlı’nın paylaşılmasıyla ortaya çıkacak belirsizliği göze alamamaları nedeniyle Osmanlı devletinin yaşamasına izin vermişlerdir. Bu dönem birilerinin iddia ettiği gibi Osmanlı devletinin Avrupalı güç dengelerinden yararlanarak elde ettiği bir diplomasi zaferi değil, Avrupalı devletlerin paylaşım konusundan anlaşamamalarından kaynaklanan bir durumdur. Ancak, Almanya ve İtalya’nın siyasi biriliklerini tamamlamasıyla güçler dengesi değiştiğinden Avrupalı devletler, aralarında imzaladıkları gizil antlaşmalarla Osmanlı devletini paylaşmışlardır. I. Dünya savaşına bu paylaşım planları neden olmuştur. Artık hasta adam olarak nitelendirdikleri Osmanlı devleti biran önce paylaşılmalıydı.

I. Dünya savaşına eski gücüne kavuşmak ümidiyle giren Osmanlı devleti, Mustafa Kemal’in savaştığı cepler dışında ciddi bir başarı elde edememiştir. Müttefik olduğu devletlerin yenilmesi üzerine Osmanlı devleti de yenik sayılmıştır. Tarihimizin yüz karası olan Mondros ateşkes antlaşmasıyla Sevr antlaşması Osmanlı yöneticiler tarafından imzalamıştır. Her öngörüsünde haklı çıkan Mustafa Kemal, Mondros ateşkes antlaşmasına ilk itiraz eden kişidir. Bu antlaşmamanın Türk milleti için felaket olacağını bildirip milli bir kurtuluş savaşı başlatmak için Anadolu’ya gitmiştir.

Dünyanın en meşru savaşlarından biri olan Kurtuluş savaşı, Mustafa Kemal’in önderliğinde başlamıştır. Türk halkının olağanüstü gayretleriyle yurdumuz düşmandan temizlenerek Misakı Milli sınırlarımıza kavuştuk. Yüzlerce yıl Osmanlı idaresinde yoksul kalan Anadolu bir de işgal ile adeta harabeye dönüşmüş durumdaydı. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk halkı, hem Sevr anlaşmasını, hem de bu antlaşmayı imzalayanları tarihin çöplüğüne atmıştır.
Türk milleti hiçbir zaman esareti kabul etmemiştir. Bağımsızlığına düşkün olan milletimize en çok yakışan yönetim şekli de milli egemenliğe dayalı, yani bireylerin özgürlüğüne dayalı olan Cumhuriyet rejimidir. Bu topraklarda yaşamanın bedelini çok ağır ödeyen milletimize Mustafa Kemal, cumhuriyeti armağan etmiştir. Büyük Önder’in de belirttiği gibi Türk milleti az zamanda çok ve büyük işler başarmıştır. Bunların en büyüğü ise cumhuriyettir.

29 Ekim 1923’de Cumhuriyet Türkiye Büyük Millet Meclisinde büyük bir coşkuyla ilan edilmiştir. Ancak, harabe halinde devralınan Anadolu’nun bir an önce imar edilmesi, savaş yaralarının sarılması, Osmanlı’dan devralınan borçların ödenmesi, ülkemize gelen göçmenlerin yerleştirilmesi ve Türkiye’nin çağdaş bir ülke olması için yapılması gereken çok zor ve zahmetli işler Mustafa Kemal’in önünde duruyordu. Aslında savaştan daha zor meselelerdi bunlar. Batılı yazarların “Türk Mucizesi” diye nitelendirdikleri cumhuriyet dönemi ekonomi atılımlarını aşağıda belirteceğim iki farklı raporla açıklamak istiyorum.

Birinci rapor, Cumhuriyet’in ilanından bir gün sonra yani 30 Ekim 1923 günü dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e sunduğu rapordur. Bu rapor Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi koşullarda kurulduğunu net bir şekilde göstermektedir.

“Şu andaki doktor sayımız 337, sağlık memuru sayısı 434, 150 kadar ilçede doktor yok. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Ebe sayısı çok az. Kırk küsur bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136. Sadece 60 eczacı var ve sadece sekizi Türk. Beş bin köyde sığır vebası var. Bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtma, üç milyon kişi trahomlu. Bebek ölüm oranı yüzde 40’ın üstünde. Anne ölüm oranı yüzde 18. Ortalama ömür 40 yaş.
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bin. Komple kül edilmiş köy sayısı binin üzerinde. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk sermayesidir. Osmanlı’dan sadece dört fabrika kaldı. Bunlar, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri fabrikaları. Sanayi işletmelerinin yüzde 96’sında motor yok. 10 işçiden fazla işçi çalıştıran, sadece 280 işyeri var ve bunların da 250’sini yabancıların elinde. Kişi başına milli gelir 45 dolar. Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta var. Dört mevsim kullanılabilen karayolu yok. Otomobil sayısı bin 490.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyor. Toplam 4 bin 894 ilkokul, sadece 72 ortaokul ve sadece 23 lise var. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlı. Öğretmenlerin üçte birinin öğretmenlik eğitimi yok…” liste böyle uzayıp gidiyor. Her fırsatta ağızlarından salyalar akarak cumhuriyete laf atanların bu rapordan haberleri yoktur herhalde!

Gelelim Cumhuriyet’in ilanından 15 yıl sonra yani Atatürk’ün son günlerini yaşadığı 1938 yılına. Dönemin başbakanı Celal Bayar’ın dönemin cumhurbaşkanı Atatürk’e verdiği rapor, cumhuriyetin mucizevî gelişmişliğini gözler önüne sermektedir. Ancak 1938’de İsmet İnönü’nün başbakan olmaması bu başarıda onun payının olmadığı anlamına gelmemelidir. “Cumhuriyetin ekonomik mucizesinde” Atatürk’le İsmet İnönü’nün çok büyük katkıları olmuştur. İşte 1938 yılındaki rapor:

“Bütçe çoktandır açık vermiyor, gelir fazlası veriyor. Artık, şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde milli ihtiyacın tümü, yünlü dokumanın yüzde 83’ü, pamuklu dokumanın yüzde 43’ü, kağıtın yüzde 32’si, cam eşyanın yüzde 63’ü milli üretimle karşılanıyor. Demir-çelik sanayi kuruldu. Güçlü Ankara radyosu ile yurt dışına yayın yapacak radyo Cumhuriyet bayramına yetiştirildi. Madenler ve şirketler millileştirilerek milletin hizmetine sunuluyor. Kalkınma hızı yüzde yirmilere yaklaştı. Devletin Osmanlı’dan devralınan borçtan başka borcu yok…”
Cumhuriyetin ilanıyla Türkiye her alanda inanılmaz atılımlar yapmıştır. Bu altılımlar, Atatürk ve O’nun seçtiği kişilerin maharetleriyle gerçekleşmiştir. Dünyada bu kadar hızlı dönüşüm ve ilerleme gerçekleştiren başka devlet yoktur. Yani bir kurtuluş savaşı yapıp böylesine büyük işlere imza atan başka bir devlet yoktur.

Cumhuriyet kazanımları Türkiye Cumhuriyeti’nin temelidir. Cumhuriyetimiz Atatürk sayesinde çok sağlam bir temele oturmuştur. Atatürk sonrasında bu temele adeta savaş açılmış ver her kazanım kasıtlı istismar edilerek etkisizleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak, onca yıkıma rağmen ülkemiz halen Cumhuriyet kazanımlarıyla varlığını korumaktadır. Son söz olarak belirtelim ki, Atatürk ve Cumhuriyet kazanımlarından vereceğimiz her taviz geleceğimizden vereceğimiz bir tavizdir.

Zaman, insan algısının ötesinde sınırsız ve kesintisiz bir devinimle maziyi korkunç bir iştahla yutarak akıyor. Bir zaman girdabında önümüze sunulan masalımsı oyunlarla avunurken, gerçeğin peşinden gidenler ve onu yakalayanlar bizi masal diyarlarının köleleri haline getiriyorlar. Herkes gerçeği aradığını zannediyor ama kimisi yaşadığı rüya âleminin hiçbir zaman sonlanamaması nedeniyle rüyaları gerçek zannediyor. Gerçeğin peşinde koşan azınlıktaki ayrıcalıklı kesim rüyalar âleminin sahte hazlarıyla avunmak yerine gerçeğin ıstırap dolu serüvenine kendini bırakıyorlar.

Göktürk Ramu’nun belleğimize açtığı kıvılcımın izinden giden Çiçek Sekban Tüfekçi, ARİ romanı ile gerçeklerin üzerindeki sis perdesini önemli oranda aralamıştır. Gerçeğe uzanmanın bir sayfa ya da bir satır kadar yaklaşmamızı sağlayan bu roman üslup olarak da kendini fark ettirecek yapıdadır. Yazarın söz öbeklerinden oluşan cümleler ve onu oluşturan sayfalar bütünü nadide el işlemesi oya gibi estetik hazzını sürekli tatmanızı sağlıyor.

Roman, Göktürk Ramu ile bütünleşerek önemli bir seminer sunumu gibi yoğun bir bilgi aktarımı yapmaktadır. Ancak, antik dönemlerden başlayıp köken araştırmalarını kozmik ve kozmolojik olaylarla bütünleştirip günümüzün siyasi olaylarına kadar geniş yelpazede devam eden geniş yelpazesini büyük bir aşkla taçlandırmak okurun takdirini artırmaktadır.

İnsanlık tarihi boyunca şairlerin, ozanların, ressamların, sanatçıların ve yazarların uzun uzun anlatmaya çalıştığı aşkı yazar sadece birkaç cümleye sığdırmayı başarmış. Yazarın aşkı anlattığı birkaç bölümden örnek vermek istiyorum:
“…Beynimden salgılanan seretonim, yani mutluluk hormonunun kısa süre içinde yüreğimde nasıl bir melankoliye dönüştüğünü hissettikçe ürperiyordum. Başlangıçta sevimli gelen, sonrasında ise korkularla dolu sinisi histi bu. Adı aşktı, tıpkı ölüm korkusu gibi.” Başka bir yerde ise aşkı şöyle tanımlamaktaydı. “Aşk, bahar gelince çiçeği fark etmek değil, kışın ortasında bir kardeleni ısıtabilmekti.”

İnsanın iç çekişleri ruhunda, gönlünde yarım kalmış öbekler tatminsiz duyguların duranlığı ve sıradanlığı, her yeniye eski özlemi katan gönül arayışları yazarın usta kaleminde romanda adeta sihirli sözcüklere dönüşüyor. Neredeyse her sayfada slogan haline gelebilecek bir cümle bulabiliyorsunuz.

Bir milletin temellerini günümüz tarih anlayışıyla öğrenmenin mümkün olmadığını anlatan yazar, Türk milletinin birkaç bin yıllık geçmişe değil de çok daha eski bir geçmişe dayandığını kanıtlamaya çalışmaktadır. Türk milletinin dünyanın en eski kadim milletlerinden olduğunu romanı okurken gurla göreceksiniz.

Türk tarihine Sümer tarihi temelinde bakan yazar, bu hususta otorite olmuş araştırmacılardan azami ölçüde yaralanmıştır. James Churchward, Kazım Mirşan, Haluk Tercan, Sinan Meydan, Göktürk Ramu, Ali Narçın, Muazzez İlmiye Çığ, Zecharia Sitchin, H.G. Wells gibi köken konusunda meşhur araştırmacıları yazar ARİ romanına toplamıştır.

Yazarın Atatürk’e özel bir ilgisini olduğunu romanın hemen başında anlamak mümkündür. Özellikle Atatürk’ün bilimsel temele sokmaya çalıştığı Türk milliyetçiliği ilkesini yazarın çok iyi idrak ettiği anlamaktayız. Türk milliyetçiliğini, millet esasına dayandıran yazar, ırkçı kavmiyetçi ve ümmetçi yaklaşımları kesinlikle reddetmektedir. Türk dili ve tarihinin araştırılmasında önemli katkıları olan Agop Dilaçar’a geniş yer vermesi yazarın gerçek bir Atatürk milliyetçisi olduğunu kanıtlamaktadır.

Romanda bir zaman makinesinin içinde seyahat halindesiniz. Zamanın birbirinden kopardığı örgüleri roman tamir ederek birleştirmektedir. Yazarın zaman ve mekândan kaynaklanan ayrı parçaları, vücudun ayrı ayrı organları arsındaki uyum gibi bir araya getirmesi okuyucuda hayranlık duygusunu uyandırmaktadır.

Yakın dönemimize damgasını vuran aydınlatılmayı bekleyen birçok faili meçhul cinayetler, ARİ romanında olay yeri inceleme sorumluluğunda ele alınmıştır. 2007 yılında meydana gelen Atlas Jet’e ait bir uçağın şaibeli bir şekilde düşmesi, roman kahramanlarının ana gündemleri arasında yerelması romanın yakın dönemi aydınlatan bir belgesel olduğu izlenimini vermektedir. Bu konuyla ilintili olarak romanda geçen şu diyalog ülkemizin başına nasıl bir belanın musallat olduğunu göstermektedir. “…Bir Ortadoğu ülkesinde kahramanlık yapmanın bedelinin çok ağır olduğunu biliyorum. Unu yapanların yalnızca üç seçeneği vardır. Ya oyunu sana verilen kurallar listesine göre oynarsın, ya bir anda yalancı durumuna getirilirisin ki bu hayatını kurtarır, ya da canından olursun başka seçenek yoktur.”

Aşk ve bilim çoğu zaman iki huysuz kardeştir. Kolay kolay bir araya gelmezler. ARİ romanında bu iki huysuz kardeş hep birada bulunmaktadır. Bir dramı bilimsel anlatımlarla süslemek romana ilginç bir çekicilik katmaktadır. Roman büyük bir trajediye sebep olan bir araştırma tutkusunu konu almaktadır. Romanın önemli karakterlerinden Reşat Yenidoğan’ın tamamen vatansever duygularla yaptığı araştırmaları birinilerinin huzurunu kaçırmıştır. Bu durum büyük bir aile dramına ve ömür boyu seveceği aşkını kaybetmesine sebep olmaktadır. Atatürk’e büyük bir sevgi besleyen Reşat Bey, torunu olan Zümrüt’ü iyi bir vatansever olarak yetiştirmiştir. Romanın asıl kahramanı Zümrüt, Atatürk’ün değerlerine bağlı bir cumhuriyet kadınıdır. Kadın haklarını sadece örtünme özgürlüğü olarak gören dar beyinlilerin Cumhuriyet kadını zümrütten öğreneceği çok şey bu romanda.

Toryum konusunun antik dönemlerden beri çok önemli kaynak olduğu romanda sıkılıkla dile getirilmiştir. Özellikle fosil yakıtlara bağlılığın giderek arttığı günümüzde alternatif enerji kaynakları küresel güçlerin öncelikleri arasında yer almaktadır. Yakın döneme baktığımızda neredeyse çıkan bütün savaşların enerji kaynaklarını kontrol etmek amacıyla çıktığı görülmektedir. Hatta “Bir damla kana bir damla petrol!” sloganıyla dünya savaşının çıktığını bilmekteyiz. Nükleer enerji çok önemli bir enerjidir. Fakat gerek kullanılması gerekse de atıklarının depolanmasından kaynaklanan çok büyük riskleri vardır. Hâlbuki toryumdan yapılacak enerji üretiminde herhangi bir risk oluşturacak durum yoktur. Türkiye’nin dünya toryum rezervlerinin yarıdan fazlasına sahip olması, Türkiye üzerinde oynanan kirli oyunların sebebidir. Romanda toryumla ilgili çok çarpıcı bilgiler bulunmaktadır.

ARİ romanı alışagelmiş birçok piyasacı yapıtın çok ötesinde bir amaç ya da ideal için yazılan bir romandır. Roman bir kurgudan ziyade gerçek bir kesitin canlandırması gibidir. Roman yazarı Çiçek Sekban Tüfekçi ve romanın oluşmasında çok büyük katkısı bulunan bilge Göktürk Ramu’nun vatansever duyguları herkesin malumudur. Yüreğinde bir parça vatanseverlik duygusuna sahip olan herkesin elinde bulunması gereken başucu kitaplardan birisidir. ARİ romanı.

Göktürk Ramu’yu 15 yıldan beri tanıyan biri olarak romanda Göktürk’ün kişiliğinin çok gerçekçi aktarıldığını söyleyebilirim. Roman o kadar akıcı ve heyecan dolu bir yapıt ki, romanın sonuna yaklaştıkça okuma hızımı kasıtlı olarak epeyce yavaşlattım. Çünkü bu heyecan dalgasının bitmesini hiç istemiyordum. Ancak yazar romanın sonunda bir sürpriz yaparak, ARİ romanın daha başlangıç olduğunu okuyucuya duyuruyor.

Yazar Çiçek Sekban Tüfekçi’ye böyle nadide bir eser bıraktığı için çok teşekkür ederim. Çocuklarım büyüdüklerinde onlara bu romanı okumayı şiddetle tavsiye edeceğim. Yazarın sabırsızlıkla kaybolan ikinci ve üçüncü tabletle ilgili romanını bekliyorum.

Dünya sanayi devrimi ile inanılmaz bir değişim sürecine girdi. Binlerce yılda yaşanan köklü değişimler birkaç on yılda gerçekleşmeye başladı. Sanayileşme ilk etapta az emek yoğun üretim süreci olmuştu. Bu dönemde yeni üretim sistemleri dediğimiz icatlar ön planda yer almaktaydı.
İlerleyen dönemlerde icatlarda sona yaklaşılırken yeni sürümler, iyileştirmeler anlamına gelen inavasyon dönemine geçilmişidir. Artık ürün geliştirme daha öncelikli hale gelmiştir. Firmalar AR-GE çalışmaları inavasyon üzerine odaklanmaktadır. Böylece hem üretimde çeşitlenme artmış hem de birçok yeni alan meydana gelmiştir. Örneğin artık telefonun üzerine yeni bir iletişim aracı keşfetmeye gerek yok. Telefon ilk önce telsiz telefon olarak geliştirildi, sonra cep telefonlarına dönüştürüldü ve son olarak da insanlık tarihinde yeni bir çığır açan akıllı telefonlara dönüştü.
Akıllı telefonlar aslında insanı dünyaya bağlayan mobil ağları insanın cebine sığdırması gibi görünse de insanın bütün faaliyetlerini gözetleyen büyük gözü cebinde gezdirmesi de anlamına gelir. Artık insanın her türlü faaliyetlerini gören ve insanı ona göre yönlendiren bir ağ sistemi mevcut. Yani insan adına karar veren bir sistem geliştirilmektedir.
Teknolojik gelişmeler sayesinde bilgiye ulaşmak hiç olmadığı kadar kolay hale gelmiştir. Bilimsel araştırma basamaklarının internet ağı sayesinde inanılmaz bir hızda ilerlediğine tanık olmaktayız. Bu gelişmeler neredeyse insanın beynini kullanmasına gerek kalmayacak biçimde ilerlemektedir. Bundan daha da ileri gelişmeler insanın öngörüsünü aşacak bir boyuta ulaşmış durumdadır. Artık sanattan edebiyata, spordan sağlığa, ekonomiden sosyal ilişkilere kadar birçok farklı alanla ilgili insanın yerini alacak sistemler geliştirilmektedir. Devasa kamusal binalarda yapılabilecek birçok faaliyet sadece akıllı telefonlarla yapılabilecektir.
Akıllı telefonlar, kol saatleri ve iç çamaşırlara yerleştirilen aletlerle birçok yaşamsal veriyi kaydetmek mümkün hale gelmiştir. Bazı ilaç firmaları gözlere takılan lenslerle kandaki glikoz seviyelerini ölçmektedirler. Cep telefonları vasıtasıyla günübirlik nabız seviyesi ölçülebilmektedir. Bu tür uygulamaların önümüzdeki dönemlerde daha da artacağı aşikârdır.
Günümüzde teknoloji insanları hacklemiştir. Yani insanı insandan daha iyi bilmektedir. Bu durum insanın özgün karar vermesini etkileyecektir. Çünkü insanı kendisinden bile daha iyi bilen teknolojik aletlerle yönlendirilmeğe başlamıştır. Bu aletler kararlarında insana göre daha az hata yapacaktır. Bütün alternatifleri değerlendiren bu sistemler hataları sıfıra indirgeyebilir.
İnsanın duygusal etkileşiminden tutun da sosyal ilişkilerine, beslenme alışkanlıklarına kadar hemen hemen her şeyi denetleyebilecek bu sistemlerle insan iradesine gerek kalmayacaktır. Örneğin bir kişi evleneceği eşi seçerken karşı cinsten duygusal bir haz alıp almadığına bakar. Ancak bütün fizyolojik aktivitelerini yeni tip teknoloji aletlerin denetimine veren insana bu aletler karşı cinsten ne derece etkilendiğini vücudundaki fiziksel tepkilere göre rapor verecektir. Böylece eş seçiminde daha hatasız seçim mümkün olabilecektir. Vücudundaki biyokimyasal özelliklere etkilere göre vücudun hangi gıdalara ihtiyaç duyduğu ve bu gıdaların ne oranda tüketilmesi gerektiği insana rapor olarak sunulacaktır. Böylece beslenmeden kaynaklanan birçok rahatsızlığın önüne geçilecektir. Hatta oy vereceği siyasi partinin kendi bünyesine ne kadar uygun olup olmadığından tutun da, arkadaşlık ilişkileri kurarken kimlerin kendisiyle daha uyumlu olacağına kadar birçok konuda yen nesil teknolojilerin yönlendirici olacağı beklenmektedir.
Günlük hayatta insan faaliyetlerini zora zokan hemen hemen her şey gelişmiş otomasyon sistemleri sayesinde ortadan kaldırılacaktır. Örneğin trafik sıkışıklığında yaşanan aksaklıklar gelişmiş bir otonomaysan sistemi sayesinde halledilecektir. Bütün araçları takılan bir sistemle trafik sıkışıklığının olduğu yerler belirtilecek ve araçlar sıkışıklığın olmadığı yerler yönlendirilecektir. Bu durumda bütün araçların alternatif bir alana yönlendirilmesi o alanda da sıkışıklığa neden olabilir. Sistem bunun da çözümünü bularak araçların yarısını farklı bir alana yarısını da farklı bir alana yönlendirerek trafik sıkışıklığının önüne geçecektir.
İnsanların veri paylaşımı arttıkça yeni nesil yazılımlarla günlük hayatta daha sağlıklı ve daha başarılı bir döneme geçileceği aşikârdır. Artık bizi bizden daha iyi bilen sistem yazılımları geliştirilmektedir. Büyük bir göz yaptığımız her hareketi hem denetliyor hem de yönlendiriyor. Bu durum insan iradesi artık kullanım ömrünü tamamladı mı sorusunu akla getirmektedir.
Arkadaş seçiminden eş seçimine kadar geniş alanda yönlendirici yazılımlar irademizin sonunu getirecektir. İşin daha da ilginç tarafı yeni yazılımlar hem şiir yazabiliyor hem de müzik besteleyebiliyor. Üstelik ilk denemelerinde gayet başarılı ürünler ortaya çıkardılar. Günlük hayatta insan uğraşılarını hemen hemen ele alacak bir işletim sistemi geliştirilmektedir. Bu durum çok ciddi bir işsizler ordusu ve yetenekleri hızla körelen bir insan neslini ortaya çıkarabilir. Üstelik yeni nesil yazlımlar bilimsel birçok aktiviteyi insandan daha başarılı yapabilecek konumdadır. O zaman gelecekte insanların fizik, kimya, biyoloji ve matematik gibi temel bilimleri öğrenmesine gerek kalmayacaktır.
Cep telefonlarıyla bünyemizi ele geçirmeye başlayan yeni nesil teknolojiler ilerde insanların daha başarılı verimli işleri yapmasına neden olabilir. Ancak iradesi elinden alınan insan gelecekte ne kadar özgür olabilir?

İngiliz bilim adamlarının yapay zeka teknolojisi ile ‘robot yargıç’ geliştirdi. Yapay zekanın son ürünü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) görülen davalardan yüzde 79’unun hükmünü doğru tahmin etti.

Londra’daki UCL Üniversitesi ile Sheffield Üniversitesi’ndeki bilgisayar mühendislerinin geliştirdiği algoritma, davaları hem yasal hem ahlâki boyutlarıyla inceleyebiliyor.

Algoritmayı geliştiren ekip, yapay zekası olan bir bilgisayara AİHM’de görülen 584 davayı yükledi.

Bilgisayar da ortada bir insan hakları ihlali olduğunda; bazı ifadelerin veya bilgilerin dava metinlerinde daha sık kullanıldığını tespit etti.

‘Robot yargıç’ 600’e yakın davanın hükümleriyle ilgili tahminlerde bulundu.

Neredeyse her beş karardan dördü doğru tahmin edildi.

‘Kolaylık sağlayabilir’

Araştırmayı yöneten UCL’den Dr Nikolaos Aletras, “Yapay zeka üzerinde büyük bir ilgi var ancak (yapay zekanın) yakın bir gelecekte yargıçların veya avukatların yerine geçebileceğini düşünmüyoruz. Yine de yapay zeka davaların yapısını daha hızlı algılayacağı için kullanışlı olabilir. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre hak ihlalinin yaşandığı davaları bulmakta kolaylık sağlayabilir” dedi.

Uzmanlar 60’lı yıllarda, gelecekte makineler sayesinde dava sonuçlarının tahmin edilebileceğini öngörmüşlerdi.

Araştırmanın bir sonraki aşamasında ise uzmanların sisteme daha fazla veri yükleyecekleri belirtildi.

“Sistemin tanıklardan ve avukatlardan gelen ifadeleri de algılayabilmesi için bir engel yok” dedi.

Kaynak: http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-37750409