Yazar

Rüveyda BULUN

Tarama

Michel Foucault, 1926’da Poitiers’de doğdu. 1 Felsefe ve psikolojiyle ilgilenen Foucault, bu
alanlarda Fransa’nın ünlü eğitim kurumlarında dersler verdi. Suç, delilik, kapatılma, psikoloji,
psikanaliz, siyaset, iktidar, bilgi gibi konuların üzerinde durduğu yazılarının ve söyleşilerinin
bir derlemesi olan Büyük Kapatılma adlı kitabında okurlarını bu kavramlar üzerinde yeniden
düşünmeye sevk ediyor. Bu kavramların tanımları ve toplumdaki algıları üzerinde duran
Foucault, geçmişten günümüze “kapatılma” eyleminin geçirdiği serüveni anlatıyor.
Kapatılmanın çok yönlü arka planında psikolojinin ve iktidarın etkilerini analiz ediyor.
Kapatılmayı incelerken çıkış noktası olarak 1656 yılında Paris’te kurulan Hôpital général
(genel hastane) 2 i seçiyor. Nitekim Foucault, bu hastanenin kurulmasıyla yaşanan toplu halde
kapatılmaları “Büyük Kapatılma” olarak adlandırmıştır. Zaman içerisinde kapatılanların
gruplandırılması, oluşturulan bu gruplarla ilgilenecek uzmanlık alanlarının doğması,
kapatılmaların amaç-sonuç ilişkisi bakımından incelenmesi gibi hususların üzerinde
durmuştur.

Delilik
Deli, aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, mecnun, coşkun, azgın ve çılgın gibi
anlamları ihtiva etmektedir. 3 Foucault’un tanımlamasıyla da deli; çalışmanın, toplumsal
yeniden üretimin, söylemlerin, oyun ve bayram gibi toplumsal eylemlerin de içinde
bulunduğu tüm alanlardan dışlanan, reddedilen kişilerdir. 4
Foucault, deliliğin tarihi üzerine düşünürken, deliliğin her zaman dışlandığını, reddedildiğini
savunur. Bunu incelerken deliliğin tarihini üç döneme ayırır:
-İlk çağlarda deliliğin statüsü
-Sanayi toplumunda delilik statüsü
-19. yüzyılda meydana gelen değişim

1 Michel Foucault, Büyük Kapatılma, Ferda Keskin (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011, s.7.
2 Foucault, a.g.e., s. 11.
3 Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük, https://sozluk.gov.tr/ , 01.05.2020
4 Foucault, a.g.e., s.78.

Üç ana dönem ekseninde deliliğin tarihini inceleyen Forucault, deliliğin konumunun modern
toplumda temelde değişmediği sonucuna varır. Bu sonuca varırken yaptığı uslamlamayı
incelemek gerekmektedir.
İlk çağlarda deliller, toplum içinde ürkütücü bir konumda bulunuyorlardı. Örneğin, ilkel bir
Avustralya kabilesinde deli toplum için, doğaüstü bir güçle donanmış, korku verici bir varlık
olarak kabul edilir. Diğer yandan, bazı deliler toplumun kurbanı olurlar. Her durumda bunlar
çalışmada, ailede, söylemde ve oyunlarda diğerlerinden farklı davranışları olan kişilerdir. 5
Ortaçağ’da ise deliler, toplumdan bütünüyle tecrit edilmek yerine toplumla birleşik, ancak
bireysel olarak daha özerk yaşamalarına izin verilmiş, kabullenilmiş bir halde varlıklarını
sürdürmekteydiler. Ortalıkta serbestçe dolaşmalarına, dilediklerini yapmalarına izin
verilmişken, sanayi devrimi ile birlikte yaşanan toplumsal değişimler neticesinde delilerin
toplumdaki konumu da değişmiştir. Üretim ilişkilerinin artı ürün üzerine kurulmaya
başlandığı, kapitalist sistemin hızla bütün üretim ilişkilerine hakim olmaya başladığı bu yeni
dönemde bireyler, ekonomiye katkı sağladığı ölçüde varlıklarını sürdürebilmektelerdir. Bu
sistem içerisinde üretime katılamayan bireyler ise işe yaramaz olarak görülmeye başlandı.
Sanayi Devrimi’nin öncü ülkelerinden olan İngiltere ve Fransa’da oluşturulan büyük
kurumlara bu sistem içerisinde “işe yaramaz” gözüyle bakılanlar kapatılmaya başlandı. Bu işe
yaramaz kesim içerisinde deliler, hastalar, işsizler, yaşlılar gibi çalışamayacak durumda
olanlar mevcuttu.
Toplu halde kapatılmaların yaşandığı bu dönemde 1793 yılında Fransa’da Pinel, delileri
zincirlerinden kurtardı ve yaklaşık olarak aynı dönemde, bir kuaker olan Tuke, bir psikiyatri
hastanesi kurdu. Delilere o zamana kadar suçlu gibi davranıldığı ve Pinel’le Tuke’un onları ilk
kez hasta olarak nitelendirdikleri kabul edilir. 6 Ancak Foucault, delilerin kurtuluşu gibi
algılanan bu duruma o kadar da iyimser bakmaz. Delilerin sanayi devrimi öncesinde suçlu
gibi görülmeleri söylemine karşı çıkar ve yapılan bu gruplandırmanın da delilerin eski
konumlarından bir kurtuluş olduğuna da katılmaz. Sanayi devrimi öncesinde bir delinin
kapatılması, dışlanması ancak ailesinin kararıyla mümkünken sonrasında kapatılmalara karar
veren yetkililer hekimler olmaya başladı. Bu yetkiyle beraber delilerin hayatlarındaki en
büyük yeri de alan hekimler olmuştur. Kapitalist sanayi toplumunda, ekonomiye girdisi veya
çıktısı olmayan bu insanlar için yapılması gereken en doğru şeyin onların ayak altından
çekilmeleri olduğuna kanaat getirilmiştir.
5 Foucault, a.g.e., s.78.
6 Foucault, a.g.e., s.79.

Delilerin kapatılmalarda ayrışmasıyla birlikte onlar üzerine söylemler, tanımlar ve ilişkiler
oluşturulmaya başlanmıştır. Delilikle kurulan anlamsal ilişki, bir dönem tedavileri için de
kullanılan su ile yapılmıştır. Delinin deliliğini kabul etmesi için soğuk duş uygulaması
yapılıyordu. Bu bir anlamda suyun itiraf aracı olarak kullanılması demekti. Su vasıtasıyla
doktor ve hasta arasında kurulan ilişki, hasta olanın kendisiyle olan ilişkisine taşınıyordu. Bu
durum akıl ile akıl dışı olanı kabul ettirmek demekti. 19. yüzyıl itibariyle delilik ve su
arasındaki anlamsal bağ giderek etkinliğini yitirmiş, yeni dumana bırakmıştır. Sanrılarla,
muğlaklıkla, mantıklı olandan uzaklıkla bu şekilde bir anlamsal bağ oluşturulmaya
başlanmıştır.
Delilerin toplumdan tecrit edilmesiyle, bazı gayri ahlaki, gayri akli durumlar da delilikle
özdeşleştirilmiştir. Delilik, özellikle yasak olanla yakın olarak düşünülmesi, delileri toplum ve
devlet kurallarına karşı anarşist bir konuma getirmiştir.
Kapatılmanın tarihini incelerken Ortaçağ ve sonrasındaki gelişmeler incelenecek olursa,
Ortaçağ’daki kapatmaların içeriklerine bakmak gerekmektedir. Onyedinci yüzyılda Paris’te
yaşanan büyük kapatılmaların içinde yersiz, yurtsuz, evsiz, işsiz ve eşsiz olanlar bulunuyordu.
Bu kapatılmadan kurtulmak içinse ancak bir meslek icra etmek, bir işte çalışmak gerekiyordu.
Herhangi bir yargı yoluna başvurulmadan ve polisler eliyle gerçekleştirilen bu kapatılmaya
yaşlılar, sakatlar, akıl hastaları, eşcinseller, müsrif babalar, hayırsız evlatlar, çalışmayanlar ve
çalışmayı kabul etmeyenler de dahildi. Onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda kapatılanlar
arasında birtakım ayrımlar yapıldı. Yapılan bu ayrımlar neticesinde akıl hastaları
tımarhanelere, gençler ıslahevlerine, suçlular da hapishanelere gönderildi. Bu anlamda büyük
kapatılmalar kendilerini ilk olarak kapitalist toplumlarda gösterdiler. Bu kapatılmalar, devlet
üzerinde bir külfet oluştursa da siyasiler bu kapatmaları desteklemişlerdir.
Suçluluk
Kapatılmaların gruplandırılmasıyla birlikte suçlu olanların hapishanelere kapatılması da tıpkı
delilerin tımarhaneye kapatılması gibi onları var olan statülerinden kurtarmayarak iyileşmeleri
yolunda da yardımcı nitelikte olmamıştır. Bu yüzden 19. Yüzyılda bir hapishaneye
kapatılmakla bir tımarhaneye kapatılmak arasında neredeyse hiçbir fark yoktur. Suçluların
kapatılması, onların işledikleri suçu tekrarlamamaları, toplumsal ve siyasal normlara uymaları
için yapılan bir iyileştirme aracından ziyade bir cezalandırma aracı olarak ortaya çıkmıştır. 19.
yüzyıl öncesinde ise suçlulara uygulanan cezaların içeriği daha çok fiziksel acı çektirme
üzerine kuruluydu.

Foucault, bir cezalandırma aracı olarak hapishanelerin kullanılması üzerinde durur.
Hapishanelerin işlevselliği, amaçları ve sonuçları, bunların toplumsal açıdan getirileri, yazarın
sorunun eksenini oluşturmaktadır. Hapishanelerin suçlu bireyleri topluma yeniden
kazandırılması için birer tedavi ve rehabilitasyon merkezi olması gibi bir amacı bulunmasına
karşın hapishane deneyimi sonrası hükümlülerin psikolojik ve sosyolojik durumlarında bşr
değişim olmadığı gözlemlenmektedir. Foucault, hapishanelerin restorasyon geçirmesinin ya
da onları tamamen ortadan kaldırmanın bu sorunu çözebileceğini düşünmez. Ona göre
hapishaneler, onlar ortadan kalksa da başka kurumlar toplumda marjinalleşmeyi
sağlamaktadırlar. Ancak onun için sorun şudur: Günümüz toplumunun nüfusun bir bölümünü
dışarıya itiş sürecini açıklayan bir sistem eleştirisi sunmak. 7 Toplumda kapatılması gerektiği
düşünülen insanların neden kapatılması gerektiği düşüncesinin oluşum sürecini, toplumsal
dinamikler ve iktidar bağlamında yeniden düşünmek ve yorumlamak gerekmektedir.
Kapatılma kurumlarının oluşturulma amaçları tımarhanelerde bireyleri “iyileştirmek”
hapishanelerde ise “topluma yeniden kazandırmak”tır. Foucault, Modern Dünya’da iktidarın
yeni bir işlevinin olduğunu ve bunun da tedavi edicilik olduğunu söyler. 8 Ancak her iki kurum
da bu işlevleri gerçekleştirememişlerdir. Bu başarısızlıklarına rağmen hala aynı şekilde
varlıklarını sürdürmektedirler. Özünde birer iyileştirme ya da normalleştirme makineleri
olarak ortaya çıkan bu kurumların işlevlerini gerçekleştirememesini gözler önüne sermek için
bu makinelerin test edilmesi gerektiğini, bu test sonucunda makinelerin kendi işlevlerine ve
amaçlarına yabancılaştığı sonucuna varır. Bu makinelere normal insanlar yerleştirildiğinde
onları diğerlerinden ayırarak normal bireyler olarak ayıklayamayan, ancak onların bu
durumlarından kendilerine pay çıkarmak için onların normalleşmelerinin söz konusu
makinelere/ kurumlara borçlu olduklarını savunacaklardır. Foucault, bu kurumların insanlar
üzerindeki teşhis ve tedavilerinde ise iktidar ilişkilerinin ön planda olduğunu düşünmektedir.
Modern dünyadaki ilişkileri panopticon sisteminde bir yaşama benzeten Foucault, bireylerin
üretim aygıtına, mesleğe, makinelere, cezalandırıcı kurumlara bağlı olduklarını ve bu
bağlılığın bir nevi panopticon sistemine benzediğini savunur. Panopticon’da dairesel bir yapı
içerisinde dairenin merkezinde bulunan gözetleme kulesi ile onun çevresini oluşturan daire
çevresince odaların ve bu odalarda da tutsakların bulunmasıyla oluşan bu sistemde
merkezdeki kulede bulunan kişi bütün odaları gözetleyebilmektedir. Temelde bu mantıkla
oluşturulmuş, gözetlemeye ve bağlılığa dayalı sitemde bugün insanlar borçlandırılarak

7 Foucault, a.g.e., s.115.
8 Foucault, a.g.e.,s.131.

ekonomik üretime bağlı kılınmışlardır. İnsanlar tüketim zinciri ile kuşatılmışlardır. Bu
panoptizm sistemi içerisindeki en büyük oluşumlardan biri hapishanelerdir. Gözetleme
üzerine kurulan hapishanelerde toplumum suçlu olarak adlandırdığı kesimin denetlenmesi söz
konusudur. Bu gözetleme mekanizması söylemlerdeki kadar masum değildir. İçerisinden
geçen bireylerde büyük etkiler bırakır. Hapishane sistemi içerisinden geçen bireyler
damgalanır ve hapishane sonrası hayatları bazen bir açık hava zindanına dönüşebilir. Bu
durum diğer kapatılma türleri için de hemen hemen geçerlidir. Farklı kapatılma türlerinde en
temel benzerlik ise kapatılma kurumlarındaki iktidar yapısıdır. Bu iktidar ilişkileri içerisinde
bulunan görevlilerin, gözetleyenlerin de gözetlenmesi gerekmektedir.
Bilgiyi üreten ve ortaya çıkabilecek bir bilginin henüz o bilgi ortaya çıkmadan önüne
geçebilen siyasi iktidar, kimin hakikati söylediğine değil, kimin haklı olduğuna da karar verir.
Siyasi iktidar, karar verme sürecinde sınama, soruşturma, inceleme ve kanıtlama gibi araçları
kullanır. Soruşturma tekniklerinin yaygınlaşması ve gelişmesiyle sınama aracı yok olmuştur.
Bir bilgi edinme biçimi olarak soruşturma, iktidar biçimi ile yakından ilgilidir. Zira bilgi ile
siyasi, toplumsal, ekonomik bağlam ve özne kurulur. Bu anlamda bilgi, toplumu yönetmek,
yönlendirmek ve şekillendirmek için önemli bir güç ve araçtır.

  1. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında Avrupa’da gelişen ve değişen üretim sistemleri ile
    birlikte hukuki yapıda da değişimler yaşanmıştır. Hukuki sistem, ceza sisteminin yeniden
    düzenlenmesi üzerine kurulmuştur. Yaşanan değişimde üç temel ilke, sistemin sacayağını
    oluşturmaktadır. Bunlardan ilki yasa, ikincisi bu yasanın topluma zararlı ve yararlı olan
    şeyleri tanımlaması ve üçüncüsü suçun açık ve basit tanımıdır. Suç, günah ve hata ile
    yakınlığı olan bir şey değildir; topluma haksızlık yapan bir şeydir; toplumsal bir zarardır,
    karışıklıktır, tüm toplum için rahatsızlıktır.
    Sonuç olarak, suçun yeni bir tanımı da vardır. Suçlu, topluma zarar veren, karıştıran kişidir.
    Suçlu, toplum düşmanıdır. Bunu, bütün teorisyenlerde ve suçlunun toplumsal sözleşmeyi
    bozan kişi olduğunu ileri süren Rousseau’da çok açık olarak buluruz. Suçlu, iç düşmandır.
    Tıpkı toplumun içinde teorik olarak oluşmuş sözleşmeyi bozan birey gibi, suçlunun iç düşman
    olduğu düşüncesi de, suçun ve cezanın teorisi tarihinde yeni bir tanımdır. 9 Suça ve suçluya
    toplumsal bir boyut kazandıran bu bakışın hukuki zemine oturması, onların cezalandırılmasını
    da toplumsallaştırmaktadır. Bireyin bir suçluya dönüşmesi, topluma zarar vermesi
    muhtemeldir. Ve bu durumda onun cezası, toplumda yol açtığı karışıklığı gidermektir.

9 Foucault, a.g.e., s.219-220.

Modern Dünya’da bu karışıklığı gidermenin yolu ise suçluyu karışıklık çıkardığı toplumdan
uzaklaştırmaktır. Ancak bu sayede suçlunun topluma verdiği zararın ortadan kaldırılabileceği
düşünülmektedir. Hapis cezasının doğuşundan önce cezalandırmayla ilgili farklı usuller
mevcuttu. Bunlar, suçluyu kovmak ya da sürgün etmek, toplumsal zararın telafi edilmesi için
zorunlu olarak çalıştırılmak, zararın yeniden vuku bulmasını önlemek için kısasa kısas
uygulaması ve kamusal skandaldır; bulunduğu yerde dışlamak, tecrit etmek ve aşağılamaya
vatan bir boyutta gerçekleşen, kamuda küçümseme ve tiksinme tepkisi de kışkırtan
cezalandırma sistemi olarak tanımlanabilir. Modern toplumda bu gibi cezalar varlığını
sürdürmemekte, yerini toplumsal faydayı sağlamaktan uzak olan hapsetme cezası almış
durumdadır. 19. yüzyılda uygulanmaya başlayan bu cezalandırma usulü, topluma zararlı olan
şeyi soyut ve genel bir şekilde tanımlamayı, topluma zararlı bireyleri uzaklaştırmayı ya da
onların yeniden suç işlemeye başlamasını engellemeyi giderek daha az kendine dert edinir.

  1. Yüzyılda, ceza usulünün amacı, giderek daha kararlı bir şekilde, toplumu genel olarak
    savunmaktan çok bireylerin tavır ve davranışlarının denetimiyle psikolojik ve ahlaki
    reformdur. 10 Gözetleyici ve ıslah edici kurumların oluşmasındaki amaç sözü edilen bu
    denetimi sağlayabilmektir. Modern toplumda cezalandırmak için oluşturulan yasal ve
    kurumsal yapı adeta panoptizm mantığı ile oluşturulmuştur. Böylelikle iktidarlar modern
    toplumlarda kendilerine ceza, baskı ve denetim gibi pratikleri uygulamak için yeni araçlar
    edinmişlerdir.
    Kapitalist sistemin yerleşmesi ile birlikte fabrikasyon üretime geçilmesi ve bu fabrikalarda
    çalışan işçi sınıfının oluşmasıyla sermaye sahipleri, sermayelerini yatırdıkları fabrikaları işçi
    sınıfına emanet etmişlerdir. Sermaye sahipleri sermayelerinin güvenliğini korumak için
    yasalarla el ele vermek zorunda kaldılar. İşçilere duyulan güvensizlikle ve onları potansiyel
    yağmacı olarak gören sermayeci zihniyet, iktidara yakın olan bir sınıftır. Sermaye sahipleri ve
    işçiler arasında sömüren ve sömürülen ilişkisi aynı zamanda onları yasal olarak da denetim
    altına almıştır. Bu yüzden bu cezalandırma yasaları daha çok yoksullar yani sömürülen sınıf
    için yapılmıştır.
    Fabrikalarda işçi sınıfının makinelere bağlanması ve aynı zamanda borçlandırılırak çalıştıkları
    işlerine bağlanması sağlanmıştır. Fabrikalarda beden gücü ile çalışan işçiler sömürenler
    tarafından bedensel bir denetime tabidir. Hapishanelerdeki mahkumlar da fabrikadaki işçiler
    gibi hapishanelerde bedensel bir denetime tabidir. Bu kurumların içine giren bireyler bir şeye
    bağlanırlar; hapishanelerde yasalara, fabrikalarda makinelere bağlanırlar. İnsanları bu
    10 Foucault, a.g.e., s.222.

kurumlar içerisinde bir şeylere bağlayarak aynı zamanda bu insanların zamanlarını da
kendilerine bağlamış olurlar.
Kapatılmalarda yaşanan yapısal ve yasal değişimler konuyla ayrı ayrı ilgilenecek olan yeni
bilimler doğurmuştur. Psikoloji, psiko-sosyoloji ve kriminoloji bunlara örnek olarak
verilebilir. Ve artık insanlar bu bilimlerin inceleme nesneleri haline gelmişlerdir. Mamafih bu
bilimler kendilerince tanımladıkları sorunları çözümleyememekte, hatta bu sorunları
arttırmakta ve karmaşıklaştırmaktadırlar.

Sonuç
Toplumlar içerisinde insanların ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda ayrıştırılması, giderek
daha farklı alanlara yayılmaya başlamıştır. Birtakım tanımlamalar sonrasında ayrıştırma
işlemleriyle birlikte insanların gruplar halinde kapatılması söz konusu olmuştur. Bu tanımlar
ve sınırlar doğrultusunda oluşturulan kurumlar, kendi içlerinde barındırdığı “sorunlu” grupları
tedavi etmek, iyileştirmek ve normalleştirmek gibi amaçlar edinmişlerdir. Ancak amaçlar
doğrultusunda ilerlemeyen kurumlar, yapısal bir tıkanmaya sebep olmuşlardır. Nitekim bu
kurumların oluşturulmasında ve sürdürülmesinde en büyük etken olan siyasi iktidarlar,
insanların hayatları hakkındaki, insanların kendilerinden önce karar verici ve şekillendirici bir
konumda bulunmaktadırlar. Özgürleştikçe bağımlılaşan, bağımlılaştıkça tutsaklaşan modern
toplumu ve iktidarı tanımak, çağımızı anlamak için son derece önemlidir.

Kaynakça
Foucault, Michel, Büyük Kapatılma, Ferda Keskin (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011.
Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük, https://sozluk.gov.tr/ , 01.05.2020

17120192 Rüveyda Bulun

Kültepe, Kayseri’nin 21 km kuzeydoğusunda bulunan Karahöyük köyünün yakınlarındadır. Dönemin uluslararası dili olan Akadca’da “rıhtım” anlamına gelen “Karum”, Anadolu da on kentte kurulan pazarlara verilen isimdir. Höyükten birkaç metre aşağıda bulunan Karum (aşağı şehir) Asurlu tüccarların yerleştiği şehirdir. Höyük ise yerli halkın yaşadığı, 500m çapında ovadan yüksekliği yaklaşık 20m surlarla çevrili olan bölgedir. Coğrafi özelliklerinin yanı sıra çok önemli bir medeniyet merkezi olmasıyla bilinmektedir.
Dünyanın ilk ticaret merkezi olma özelliğini taşıyan Kaniş Karum’da ilk kazılar 1948 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından başlatılmıştır. Bölgede genel hatlarıyla birbirinden ayrılan 4 kültür katı bulunmaktadır. İlk iki katında çivi yazılı tabletlere ve ticarete dair herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. 3. Kattan itibaren bulunan tabletlerin ışığında ticaretin doğduğunu, ilk iki kata göre daha gelişmiş bir topluluğun yaşandığını görebiliyoruz. Bu dönemde, farklı topluluklarla ticari ilişkiler başlamaktadır. Eski Tunç Çağı’ndan itibaren Mezopotamya, Suriye, Kilikya ve Güneybatı Anadolu ile kurulan ticari ilişkiler MÖ. 3. binyılın ikinci yarısında ivme kazanmıştır. Keşfedilen yerli seramiğin yanında ithal seramikler, silindir mühürler,kıymetli maden, taş objeler bu dönemdeki ilişkilerin kanıtıdır. Bu dönemden itibaren Kaniş’ te dini ve idari nitelikli anıtsal yapılar inşa edilmeye başlanmıştır.
Yapılan kazı çalışmaları sırasında Höyüğün batı kısmında 75 metreye 65 metre ölçülerde büyük bir yapı ile karşılaşılmıştı. Günümüzden 6.500 yıl öncesine dayanan yapı büyük bir olasılıkla bir idari yapının, yani o dönem içinde sarayın bir kısmını oluşturmaktadır. Bölgenin kazı heyeti başkanı Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu bu yapıyla ilgili şunları söylemiştir: “Bu büyüklükteki yapı esas itibariyle ne Anadolu’da ne Suriye ne de Mezopotamya’da bulunmaktadır. İki ayrı binadan oluşan yapının bir kısmı güneyden gelen malların depolanması amacıyla kullanılıyordu. Diğer kısım ise özel bir bina veya saray olabileceği üzerinde duruyoruz. 2010 yılından beri bu büyük yapıyı ortaya çıkarmakla uğraşan ekip bu yapının korunması için önemli çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar sırasında bir de doktora tezi hazırlanmıştır. Bu tezde bölgeyi korumak için denenen bazı yöntemlerden söz edilmektedir. Bölgenin korunması için birçok yöntem denense de alışılagelmiş geleneksel yöntemlerin dışında başka koruma yöntemi mümkün olmamıştır. Buna göre bölgeden alınan topraklarla elde edilen çamurla yapılar sıvanarak korunmaya çalışılmaktadır.
Kültepe tabletlerinde uzun yıllarda yapılan kazı çalışmaları sonucunda şu ana kadar yaklaşık 25.000 çivi yazılı tablet bulunmuştur. Bu tabletlerin çoğunda içerik ticari faaliyetlerle ilgilidir. Tabletlerin tamamı şahıslara (kişisel) aittir. Bu tabletler dünyadaki en erken özel sektör kayıtları olarak kabul edilmektedir. Farklı uygarlıklara ait tabletler tanrıya hesap vermek, devlet kayıtları gibi nesnel bilgileri kayıt altına almak için yazılırken, Kültepe tabletlerinin şahıslara ait olması dönemin sosyo-kültürel yapısı hakkında bizlere önemli bilgiler vermektedir. Tabletlerden sadece alış-veriş ile ilgili bilgiler değil, onların günlük hayatta neler yaşadıklarını da öğrenebiliyoruz. Ticari faaliyetler esnasında tüccarların o anki duygu durumlarına, sevinçlerine, üzüntüleri bile tabletlere yansıtılmıştır. Tabletlerde günlük yaşamdan olaylar; evlenme, boşanma, evlat edinme, mahkeme kararları, ev satışı, başlık parası, kan parası, köprü geçiş vergisi, evraklarla ödenen vergi gibi çeşitli konular da anlatılmaktadır. Kısaca ekonomik değeri olan herşey kayıt altına alınmıştır.
Tabletlerdeki bilgilere göre kadınları, 4 bin yıl önce devlet yönetiminde ve ticarette söz sahibi olmuşlardır. Örneğin bir anlaşmayı onaylamak için kralın yanında kraliçenin mührünün olması da gerekmektedir. Bu da kral ile kraliçenin yönetimde eşit olması demektir. Kadınlara önem veren ve özgürlüklerinin kısıtlanmadığı bir toplum yapısını gördüğümüz Kaniş Karum’da kadınlar da ticaretle de uğraşabilmekteydi. Hatta Kaniş Karum’da ticaretle uğraşan bir kadının alacağını tahsil etmek için Asur’a gidip hakkını aradığını da yine bu tabletlerden öğrenmekteyiz.
Medeni toplumlarda gördüğümüz adalet ve eşitliğe dayalı gelişmiş bir hukuk sistemi Kaniş Karum’da da karşımıza çıkmaktadır. Medeni toplumlara has suçlunun hapishaneye konarak cezalandırılması uygulaması Kaniş Krallığı’nda da mevcuttur. Tabletlerde hapishanede hapishane karşılığında kullanılan kelime “Kişerşum” dur. Metinlerde “hapishaneye atmak”, “hapishanede kalmak”, “hapishaneye girmek” tabirleri geçmektedir. Mesela kaçakçılık yapmakla itham edilen dönemim tanınmış tüccarı Puşu-Ken ve yerel bir kralla aralarındaki ticari meseleden dolayı anlaşmazlık çıkan Bazia, bir mektubunda 10 aydan beri hapishanede yatmakta olduğunu belirterek, muhatabından kurtulması için krala bir elçi göndermesini rica etmiştir.
Tabletlerde karşılaşılan hukuksal düzenin işleyişi bizlere eski uygarlıklara karşı ön yargımızdan kurtarmaktadır. Kadınlara önem veren bu toplulukta kadınların haklarını da yasalarla güvence altına almıştır. Örneğin ikinci bir eş almanın yasak olması ve alınması durumunda para cezası uygulanması, boşanma durumunda kadınlara nafaka ödenmesi gibi haklar olduğunu, ekonomik değeri olan herşeyin kayıt altına alındığı tabletlerden öğrenmekteyiz. Bunun yanı sıra aile kurumunun korunması için de mirasın anne ve baba öldükten sonra paylaşılması, çocukların anne babalarına bakmakla yükümlü olmasını da tabletlerden öğrenmekteyiz.
Ticari anlamda çok ileri olmasına rağmen MÖ 1970’li yıllarda Kaniş Krallığının ekonomisinin çok da iyi olmadığı bilinmektedir. Bunun üzerine Asur Kralı Erişum, işlerin iyi gitmediğini ve bir şeyler yapılması gerektiğinin farkındadır. Bu sebepten ötürü ticarette devlet tekelini kaldırmış, şehrin zenginlerine imtiyaz tanıyarak ticaret yapmaya teşvik etmiştir. Günümüzde ekonomiyi güçlendirmek amacıyla uygulanan teşvik ve özelleştirme sisteminin 4 bin yıl önce Asurlularda uygulandığını görmekteyiz.
Bulunan 25.000 tablet içinde 7 tanesinin farklı bir amaç için yazıldığını görmekteyiz. Bunlar büyü tabletleri olarak adlandırılmaktadır. Muska ya da kötü ruhlara karşı yapılmış olan bu metinlerin hiçbirisi kötülük yapmak amacıyla yazılmamıştır. Birinde insanların kara gözlere karşı yaptıkları bir çeşit dua metni bulunmaktadır. Burada geçen karagöz ifadesi Anadoludaki kem göz, nazar gibi durumlara oldukça benzemektedir. İnsanların sağlıklı yaşayabilmeleri için kötü gözlerden uzak durmaları gerektiği yazmaktadır. Bir diğeri de doğum yapan anneye kolaylık ve yardım etmek için yazılmıştır. Bir başka tablette yeni doğan bebeği sarılıktan korumak için yazılmıştır. Günümüzdeki muskaya benzer üzeri delikli tabletlere yazılmışlardır. Bunları muhtemelen evlerinin duvarlarına asmış olmalılar diye düşünülmektedir.
Tabletlerde geçen kelimelerden yaklaşık 300 tanesi günümüzde kullandığımız ve dilimize Arapçadan geçen kelimelerdir. Bunlardan bazıları şemsiye, tercüman, neccar (marangoz), kabir, nadas, kese, lisan, reis (baş-kafa), haram, öşür, icar, vekil, zikir, mahrem, ispat, mazbata… Dilimize Arapçadan geçtiğini bildiğimiz bu kelimeler Araplar ile Asurluların Sami ailesine mensup olmasından dolayı benzerlik göstermektedir.
Kültepe kazılarında ortaya çıkan bu tabletler 2014 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmıştır.
Birbirinden taş döşeli sokaklarla ayrılan büyük mahalle tam planlarıyla ortaya çıkarılmıştır. Ayrı dilleri konuşan ülke temsilcilerinin bu şehirde yan yana yaşadıkları evleri, onların arşivleri, atölyeleri, depo ve dükkânları ortaya çıkarılmıştır.
Bıraktığı uygarlık üzerine Hititlerin temelinin atıldığı bir gerçektir. Bu bölge sadece Anadolu değil Mezopotamya ve Suriye tarihini aydınlatmaktadır. Ve tabi ki merak ediyor insan böylesine sağlam bir uygarlık, bu düzen nasıl bitti diye? En yaygın görüşe göre Kültepe bölgesi sebebi bilinemeyen bir büyük yangın nedeniyle terk edilmiştir. İnsanların sadece kaçıp canını kurtardığı, bütün eşyalarını evlerinde bıraktığını görmekteyiz. Buda afetin büyüklüğünü gözler önüne sermektedir.