Yazar

İbrahim Güngör

Tarama

Günümüz dünyasının özelliklerinden biri de iletişimdeki gelişimdir. Burada öne çıkan özellikler ise iletişimin kolaylaşması, hızının artması ve maliyetinin düşmesidir. Ancak bu özellikler her ne kadar insanların lehine gibi görünse de bu gelişim aynı zamanda büyük riskler taşımaktadır. Risk iletişim alanındaki gelişim değil daha çok ve özellikle kitle iletişim araçlarının kontrolü ve bu araçların nasıl kullanıldığı noktasındadır. Çünkü günümüzde kitle iletişim araçları kamuoyu oluşturmadan tutun da insanların tüketim alışkanlıklarını hatta zevklerini bile biçimlendirecek bir araç olarak kullanılmaktadır. Örneğin internet hem bir bilgi kaynağı hem de bilgi kirliliğinin yoğun yaşandığı yer durumundadır. Günümüz insanı doğru bilgiye ulaşma konusunda güçlükler yaşamaya başlamıştır ve bu durum zaman ilerledikçe daha kötü olacak gibi görünmektedir.

İletişim kanallarının belirli bir amaç için kullanımı psikolojik savaş olarak adlandırılabilir. Bu anlamda psikolojik savaşın ne olduğunun bilinmesi iletişimin gücünü daha iyi anlamamız açısından önem arz etmektedir.

Psikolojik Savaş hakkında birçok kaynak olmakla birlikte tümüne yer vermemiz mümkün değildir. Ancak kısaca önemli noktalara değinerek bir fikir oluşturmaya çalışacağım. Psikolojik savaş, karşı ülke halkının ve askeri güçlerinin direnme gücünü zayıflatmak, moralini bozmak birlik ve bütünlüğünü yıpratmak amacıyla yürütülen propaganda çabaları. Karşı tarafın iç sorunlarının abartması, askeri başarısızlıklarının vurgulanması, acılarının sergilenmesi, kültürel nüfuzla gençlerinin etkilenmesi gibi yöntemler kullanılmaktadır. En önemli araç, propaganda ve sansürdür.

Görüldüğü üzere propaganda ve sansür psikolojik savaşın en etkili araçlarıdır. Propaganda tarifine geçmeden önce psikolojik harekât kavramına değinmekte yarar vardır. Psikolojik harekât, savaş ve barış zamanında, politik ve askeri hedeflere ulaşmak için, dost, düşman ve tarafsız çevrelerde, uygun tutum ve davranış ortamı yaratmak amacıyla planlanan ve uygulanan, siyasal, ekonomik ideolojik ve askeri faaliyetleri kapsayacak şekilde planlanan ve uygulanan her türlü psikolojik etkili faaliyetlerdir. Psikolojik savaşı düşmana karşı bir kitlesel hipnoz faaliyeti olarak görmek mümkündür. Saldırgan emelleri taşıyan düşman, kurbanına karşı yönettiği psikolojik savaşta onu uyutma, aldatma, uyanıp tedbir ve tepkiye yönelmesini önleyecek uyuşturma, zehirleme gayretlerini sürdürür. Düşmanın psikolojik savaşla almak istediği ilk sonuç kurban seçilen ülke halkının, aydınlarının, yöneticilerinin salim, serinkanlı muhakeme yeteneğini, itidalini bozmak mümkün olan en büyük boyutlar içinde bu insanları kızgın, kırgın, karamsar, ümitsiz, memnuniyetsiz, kendi değer ve sistemlerine karşı inançsız ve güvensiz hale getirmektir. Kendi devletine, milletine, topluma karşı körü körüne bir yıkıcı tavra, açık düşmanlığa veya umursamazlığa dönüştürür. Bu safhada saldırının hedefi milletin yönetici kadroları, kendi halkı, kendi toplumu, kendi teşkilatı üzerinde fikri, ruhsal, manevi yönden etkili bir rehberlik ve deneticilikten yoksundur.

İnsanlık tarihinde üç dönem vardır. Bunlar kölelik dönemi, işçilik dönemi ve bugün yaşanan özgürlük dönemidir. Özgürlük döneminde güç odakları, denetimi ellerinde tutabilmek için baskı, tehdit ve korkutma yöntemleri yerine daha çok propagandayı kullanmaya başladılar. Günümüzde hâkimiyet, silah ve kol gücünden çıkarak bilgi ve teknolojinin eline geçti. Bilgi ve teknolojiye sahip olup onu en iyi kullananlar hükmetmeyi başaracaklardır.

Psikolojik Savaşın Stratejik Amaçları

Bilginin en büyük güç olarak kullanılacağı geleceğin savaşlarında, psikolojik savaşların amaçları daha büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle psikolojik savaşın stratejik amaçlarını kavramanın çok önemli olduğunu bilmeliyiz.

  1. Düşmanın siyasi, ekonomik, sosyal ve moral bakımından zayıflığı istismar edilerek onun savaş gücünü zayıflatmak.
  2. Kurtarılan bölgeleri teşkilatlandırıp kontrolü kolaylaştırmak,
  3. Düşmanın yenilgisini sağlamak için düşünce, heyecan, eğilim ve davranışlar üzerine ısrarlı etkiler yaparak; direniş ve savaş azmini kırmak, morali bozarak manevi çöküntüye uğratmak ve korku duygusunu uyandırarak cesaretlerini kırmak.

Psikolojik Savaşın Taktik Hedefleri

  1. Toplumda itaat duygusunu artırmak,
  2. Uluslar arası kamuoyunu yanıltmak,
  3. Halkla yönetim arasını açmak,
  4. Komutanları yanıltmak,
  5. Kültür değişimini sağlamak,

Psikolojik savaş ve propaganda konusundaki ikinci yazımızda psikolojik savaşın taktik hedefleri konusunu ve propaganda konusunu açıklamaya devam edeceğiz. Özellikle kavramlar hakkında doğru bilgi sahibi olunduğunda yapılması gerekenler daha net olarak görülebilecektir. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyelim, Türk milleti milli ülkü etrafında kenetlendiğinde onu hiçbir güç engelleyemez. Çünkü inanmış bir insanı ve inanmış insanlar topluluğunu hiçbir güç engelleyemez. Türk milleti inandığı zaman neler yapabildiğini tarih boyunca göstermiştir, yine gösterir. Sevgilerimle…

Not: Özellikle psikolojik savaşın ve propagandanın ülkeler üzerindeki etkilerini görmek isteyen okurlarımız, Sayın Banu AVAR’ın TRT 1’de gösterilen “Sınırlar Arasında” programını mutlaka izlemelidir. Bu programda, bizim teorik olarak anlatmaya çalıştığımız konuların pratikteki uygulanışı gösterilmektedir.

Kaynakça:

  1. Tarhan, Nevzat. (2002). Psikolojik Savaş (Gri Propaganda). (ikinci baskı). Timaş Yayınları, İstanbul.

Bu yıl da sınav döneminin sonuna yaklaşmaktayız. Ancak süreç orada bitmiyor. Sınav sonuçlarının açıklanmasıyla birlikte hem TEOG için hem de LYS için tercih dönemi başlayacak. TEOG’da öğrenciler kendi gelecekleri açısından en iyi ortaöğretim kurumuna girmek için tercihte bulunacaklar ancak, bu doğrudan bir meslek tercihi anlamına gelmemektedir. LYS’de ise tercihler üniversite ve ilgili program tercihi gibi görünse de aslında bir meslek seçimi (tercihi) yapılmaktadır. TEOG bir doğrudan bir meslek seçimi olmadığı için bu konuyu bir kenara bırakarak, LYS sonrası meslek tercihleri ile ilgili bilgiler verilmeye çalışılacaktır.

LYS sonrası meslek tercihlerinde birçok etken rol oynamaktadır. Genelde gençler olayı basite indirgeyerek üniversite, üniversitenin bulunduğu şehir, mesleğin kazancı gibi konularla sınırlı olduğunu düşünseler de aslında konu karmaşık ve üzerinde çeşitli kuramların geliştirildiği bir konudur. Tabi ki amacımız burada meslek seçimi kuramları hakkında bilgi vermek değil ancak konu ile ilgili bilgi edinmek isteyenler Prof. Dr. Yıldız Kuzgun’un ÖSYM yayınlarından Rehberlik ve Psikolojik Danışma kitabından yararlanabilirler. Gençler LYS sonrasında tercih yaparlarken bazıları öncelikle bulundukları şehirden uzaklaşarak ve çoğunlukla büyük şehirlerde okumayı arzulamaktadırlar. Bu isteğin temelinde bağımsız olma, kendi ayakları üzerinde durma isteği vb. diğer istekler bulunabilir. Ancak bu gençler üniversite ve program tercihinde etkenlerin bir kısmını göz ardı ederek tercih yapıyorlar anlamına gelir. Bu ise sağlıklı bir tercih olmaz. En doğru tercih en fazla etkeni dikkate alan ve o etkenlerle ilgili olarak bilgi sahibi olunduğunda yapılan tercihtir.

Peki, gençler meslek seçme işini ortaöğretimin son yılında bir zorunluluk olarak mı yapmaktadırlar? Eğitim sisteminin gereği olarak evet ama gelişim süreci açısından bakıldığında hayır. Hayır, çünkü aslında meslek seçimi bir gelişim sürecini ifade eder. Yeşilyaprak’a (2000) göre mesleki gelişim süreci, çocuklukta bir eslek fikrinin oluşmaya başlamasından itibaren, yetişkinlikte bir meslek sahibi oluncaya kadar geçen gelişim evrelerini kapsar. Artık günümüzde, bireyin bir meslek seçmesinin bir anda verilen bir karar olmadığı, mesleki gelişim süreci içinde biçimlenip ortaya çıktığı kabul edilen bir anlayıştır.

Mesleki gelişim süreci çocukluktan yetişkinliğe kadar geçen sürede değişik aşamalardan geçmektedir. Birey bir meslek seçimi yapıncaya kadar, hem kendi gelişiminin getirdiği değişik durumların hem de içinde yaşadığı aile ve toplumun etkileri altında kalmıştır, bir etkileşim yaşamıştır. Bu etkilenmeyle oluşan mesleki gelişim süreci 5 aşamada yaşanır (Yeşilyaprak, 2000)..

  1. Uyanış ve Farkında Olma: Bu dönem çocukta meslek bilincinin oluşmaya başladığı dönemdir. Okul öncesi dönemden başlayarak ilköğretim 1. kademeyi kapsar (5-12 yaş arası). Çocuk bu dönemde, çevresindeki insanların farklı uğraşları olduğunu, çeşitli mesleklerin varlığını görmeye ve anlamaya başlar. İlköğretim 1. kademenin son yılına doğru çocuk, kendisi ve diğer insanlar arasında ilgiler, yetenekler, amaçlar ve motivasyon yönünden farklılıkların ve benzerliklerin farkına varmaya başlar.
  2. Meslekleri Keşfetme ve Araştırma: Bu dönem ilköğretim ikinci kademe yıllarını kapsar (12-15 yaş arası). Çocuk bu dönemde kişilerin ve mesleklerin ortak olan yönlerini ve farklı nitelikleri üzerinde daha çok bilgi sahibi olmaya, yeni yönleri keşfetmeye ve anlamaya başlar.
  3. Karar Verme: Gencin lise yıllarını kapsayan bu dönemde artık kendisi ve meslekler hakkında oluşturduğu algılara dayanarak, bilgileri değerlendirerek eşleştirmeye, birbirine uydurmaya ve geleceğe ilişkin idealler oluşturmaya başlar. Bu ideal ve düşünceler başlangıçta geçici olabilir ancak giderek daha açık ve temel bir plan yapmaya başlar ve genç mesleki kararını oluşturur.
  4. Hazırlık: 18-23 yaşları arasını kapsayan bu dönemde birey, seçtiği alan, okul veya yaptığı etkinliklerle mesleğe hazırlanmaya başlar. Meslekle ilgili beceriler geliştirmeye, bilgi birikimi oluşturmaya ve o alanda mesleki tutumlar geliştirerek mesleği icra etmeye hazır hale gelir.
  5. İşe Yerleşme: Bireyin iş dünyasında yerini alarak çalışmaya başladığı dönemdir. Bu dönemde birey, kazandığı bilgi ve becerileri uygulama alanına koyar. Mesleği icra ederken bir yandan da mesleki gelişimi sürdürür.

Kuşkusuz bu süreci açıklayan, farklı şekilde ele alan görüşler de vardır. Mesleki gelişim sonucunda meslek seçimi görünen görünmeyen, bilinçli bilinçsiz birtakım etkenlerin etkisi ile yapılır. Peki, sağlıklı meslek tercihi nasıl yapılır?

SAĞLIKLI MESLEK SEÇİMİ

    Sağlıklı meslek seçimi demek, bireyin kendisi için önemli olan faktörleri dikkate alarak, göz önünde tutarak meslek seçimi yapması demektir. Meslek seçimini etkileyen önemli faktörleri şöyle sıralayabiliriz.

  1. Yetenek: Sağlıklı bir meslek seçimini belirleyen etmenlerden biri olan yetenek, belli bir alandaki öğrenme gücü olarak ifade edilebilir. Bireyler arasında yetenek farklılığı olduğu gibi bireyin sahip olduğu yetenek düzeyleri arasında da önemli farklar vardır. Meslekler genel zekâ, sayısal, sözel, soyut, mekanik ve görsel algılama (uzay ilişkileri) yetenekleri açısından üst, orta ve alt düzeyde farklılık gösterirler. Önemli olan, bireyin bu farklı yeteneklerden hangisinde üst, orta ve alt düzeyde olduğunun farkına varması; bir başka deyişle kendini tanımasıdır. Ancak bireyin sadece sahip olduğu yetenekleri tanıması, sağlıklı bir seçim için yeterli değildir. Yönelmeyi düşündüğü mesleklerin de ne tür ve ne düzeyde yetenek gerektirdiğini bilmesi ve kendi yetenekleri ile mesleğin gerektirdiği yetenekleri uzlaştırabilmesi gerekir (Kızıltan, 2005).
  2. İlgi: Meslek seçiminde ilgilerin de göz önünde bulundurulması önemlidir. İlgi, bir kimsenin özel bir çaba harcamadan hatta kısıtlayıcı koşullar altında dahi, dikkat ettiği, gözlemlediği ve zevk alarak yaptığı faaliyetlerdir. Ekonomik kazanç ve ihtiyaçların meslek yoluyla karşılanması kadar ilgiler de mesleki doyumda rol oynar (Kuzgun, 1988).
  3. Cinsiyet,
  4. Akademik özgeçmiş (akademik başarı ya da başarısızlık),
  5. Sosyo-ekonomik durum,
  6. Psikolojik ihtiyaçlar,
  7. Tutumlar,
  8. Değerler,
  9. Kişilik özellikleri gibi…

Meslek seçimi; şansa bağlı, anlık bir olgu değil, yukarıda aşamaları açıklandığı gibi bir süreçtir. Seçimin sağlıklı olması; bireyin kendini ve meslekleri objektif olarak tanıyabilmesine, bilgi toplamasına, karar verme becerilerini geliştirebilmesine, kararları için plan yapabilmesine ve uygulayabilmesine bağlıdır. Ancak Türk gençliği için bu seçim sanıldığından daha da zor olmaktadır. Sevgilerimle…

Kaynakça:

  1. Kızıltan, Gonca; http://www.egitim.com/aile/0651/0651.4/0651.4.ayinkonusu.goncakiziltan.p01.asp 06.11.2005
  2. Kuzgun, Yıldız; Rehberlik ve Psikolojik Danışma. ÖSYM Eğitim Yayınları. Ankara, 1988.
  3. Yeşilyaprak, Binnur; Eğitimde Rehberlik Hizmetleri. Nobel Yayın Dağıtım. Ankara, 2000.

    Her ülke şu ya da bu yönü ile diğer ülkelerin tehdidi altındadır. Ülkelerin durumuna göre bu tehditler açık ya da gizli olabilir. Yani eğer güçlü bir ülke iseniz tehditler daha gizli ve ilişkiler dostane yürütülür. Fakat eğer zayıf bir ülke iseniz tehditler daha açık ve diğer ülkelerle ilişkileriniz daha çok taviz vermek üzerine kurulur. Bu nedenle her ülke güçlü bir pozisyonda bulunmak için stratejiler benimser, taktikler geliştirir. Bunları gerçekleştirmek için de politikalar yürütür.

    Tehditler denince genellikle ülkelerin birbirinden toprak istemesi akla gelir. Ancak gerçekte toprak istemek en son aşamadır. Tehditler duyarlı konulara yöneltilmiş olacağı için duyarlılık araştırması ile tehdit belirlemesi beraber düşünülmelidir.

    Duyarlılık kendi düzeyindeki tehdidin ilk kaynağını oluşturur ve genellikle geçerli bir yetersizliğin sonucu olarak belirir. Duyarlılığa yönelik tehdit ise tehdit için kullanılacak olan vasıtalar ve tehdit edilen hedeflerle açıklık kazanır. Nelerin tehdit altında olduğu (tehdit hedefleri) ve tehdidin etkili olabilmesi için nelerden, hangi vasıtalardan (tehdit vasıtaları) yararlanılacağı bilinmelidir. Tehdidin vasıtaları ve hedefleri ile birlikte açığa çıkarılmasına, tanınmasına yardımcı olacak tek disiplin ise jeopolitiktir. Çünkü jeopolitik düzeydeki incelemelerde, sorunlara geniş ve bütün alt birimleri dikkate alan bir yöntemle çözüm aranmaktadır. Tehdit mevcut güçleri vasıta olarak kullanır. Tehdidin karşı taraftaki hedefleri de aynı tür güçlerdir. Araç ve hedef iki ayrı uçta olduğu halde, her ikisinin de güç unsurları, alt birimleri aynıdır. Çünkü her ikisi de güç unsurlarıdır. Gücün alt birimleri, tehdit vasıtalarının ve aynı zamanda tehdit hedeflerinin alt birimleridir. Kullanılan unsurların benzerleri hedef alınmaktadır. Askeri, ekonomik, sosyal ve politik güçler kullanılmakta ve karşı tarafın aynı güçleri hedef alınmaktadır. Bu güçler aynı zamanda jeopolitiğin unsurları ve tehdidin kaynaklarıdır.

    Burada jeopolitiğin değişmeyen ve değişen unsurundan bahsetmek yerinde olur. Jeopolitiğin değişmeyen unsurları olan aynı zamanda coğrafi gücü oluşturan coğrafi konum, coğrafi bütünlük, stratejik kaynakları ile saha ve coğrafi özelliklerdir. Jeopolitiğin değişen unsurları ise sosyal, ekonomik, askeri ve politik değerler olarak özetlenebilir. Tam bu noktada jeopolitiğin değişen unsurlarını bir arada ve bütün olarak tutan gücün kültür olduğunu belirtmek isterim. Bu nedenle kültür çok önemlidir.

    Burada kültürün tanımını vererek devam edelim. Kültürün etimolojik açıdan kökenine inilirse, Latince’de tarım anlamına gelen Cultura kelimesinden geldiği görülmektedir. Batı dillerinde daha sonra Culture olarak kullanılan bu kelimenin zamanımıza kadar gelen Osmanlıca karşılığı hars kelimesidir. Diğer taraftan Avrupa’da kültür terimini 19.Yüzyılın sonunda İngiliz Antropologları, etnografya tarafından incelenen toplumlara özgü olan düşünce, eylem biçimleri, inançlar, değer sistemleri, simgeler ve tekniklerin tümünü anlatmak üzere kullanmışlardır. Sosyolojide kültür kavramı, etkileşimlere yön veren senaryo ve rollerin işleyişinin daha iyi anlaşılmasına yardım eden bir kavram olarak kullanılmaktadır. Kültür terimini bu anlamda ilk kez kullanan İngiliz Antropologu E.B.Taylor, kültürün ünlü ve bugün de geçerli olan bir tanımını yapmıştır; kültür, etnografyadaki en geniş anlamında, bilgi, sanat, hukuk, ahlak, töre ve tüm diğer yetenek ve alışkanlıkları içeren karmaşık bütün”dür. Kültür ve medeniyet farklı kavramlardır.

    Kültürün insanları bir arada tutan bu özelliğinden dolayı tehdit ilk önce kültüre karşı yapılmaktadır. Bu nedenle önce kültürün içi boşaltılmakta, insanların farklı düşünüp, farklı hareket etmeleri sağlanmakta ve zaman içinde kültürün içinde alt kültür adacıkları meydana getirilmektedir. Daha sonra insanlar aynı ülke içinde yaşamalarına, tarih ve dil birliği içinde olmalarına rağmen farklı düşünüp farklı hisseden, birbirine karşı ve hatta düşman haline getirilmektedirler. Bu nedenle bir ülke için kendi kültürünü koruması, geliştirmesi, hayati bir öneme sahiptir. Ülkemiz de kendi kültürünü geliştirecek, destekleyecek ve koruyacak faaliyetleri gerçekleştirmelidir. Hatta yerli kültürel ürünlerin üretimini ve tüketimi artırılmalıdır. Bunun için gerekiyorsa sübvansiyon uygulanmalıdır. Türk milleti olarak aynı şeyleri düşünüp aynı şeyleri hissetmek istiyorsak yani bölünmez bütünlüğümüzü korumak istiyorsak kültürümüze sahip çıkıp, yeni kültürel ürünlerle gençliğimizi kazanmalıyız. Biz bu boşluğu dolduramazsak günümüz dünyasının egemen güçleri bunu severek ve isteyerek dolduracaktır.

Bu noktada medyaya büyük görevler düşmektedir. Medya bu gün dördüncü güç olarak anılmaktadır. Medya kamuoyu oluşturmada ve insanların duygu ve düşüncelerinin şekillenmesinde son derece etkili bir araçtır. Bu nedenle medyamızın sahipleri ve onu denetleyecek devlet organları sosyal sorumluluk içinde hareket ederek, kültürümüzü destekleyen, onu zenginleştiren ve geliştiren programlara, yapımlara, ürünlere ağırlık vermelidir. Günümüz dünyasında ticari kurumların artık sosyal sorumlulukları da olduğu, sadece kar etme esasına dayalı bir düzenin eksik olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle ticari kurumlar olan medya kurumları ve devletimiz, kültürümüz için ortak çaba içinde olmalıdırlar. Medyanın etkisini göz ardı etmeyelim, Amerikalı bilim adamı Joseph A. DeVito, medyanın insan ilişkilerinde yaptığı etkiyi şöyle özetliyor; medya iş yerindeki iş ortamındaki ilişkileri, eşler arası ilişkileri, genel anlamda insan ilişkilerini ve hatta cinsiyet rollerini bile etkilemektedir.

    Evet, tehditle, jeopolitikle kültürün ne ilgisi var demeyelim, görüldüğü gibi her kavram birbiriyle yakından ilgili. Tehdit olarak algılayışımızda hep askeri tehdit akla gelir ancak görüyoruz ki bütün tehditler önce kültüre, daha sonra toprağa yöneliktir. Yani her şey toprak ve kültür içindir. Topraklarımız ve kültürümüz bize yönelik tehditlerin uç noktası ve aynı zamanda gücümüzün doğurgan kaynaklarıdır. Sahip olduğumuz değerlerin ve tarihi özel görevimizin bize yüklediği büyük sorumlulukla ilgili bilincin yaygınlaşması, her Türk’ün beynine kazıması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki Türkiye Cumhuriyetinin kaynağı yüksek Türk kültürüdür. Sevgilerimle…

Kaynakça

  1. Çeçen, Anıl. (1984). Kültür ve Politika. Hil Yay., İstanbul.
  2. DeVito, J. A. (2004). The Interpersonal Communication Book. (Tenth Edition). Boston. Pearson Education Inc.
  3. İlhan, Suat. (2003). Jeopolitik Duyarlılık. Ötüken Yay. İstanbul.
  4. Kocadaş, Bekir. (2005). Kültür ve Medya. Bilig. 34: s. 1-13.

Stres günümüz insanının ve toplumlarının çok duyduğu bir sözcük, aynı zamanda çok da maruz kaldığı bir durumdur. Stresin etkileri üzerine birçok araştırma ve yazı bulunmaktadır. Bu yazımızda stresin bellek üzerine etkileri konusunda Scientific American Mind’da yayınlanan bir makalenin özeti sunulmaktadır. Konu bellek olunca işin içine herkes girmekte ancak işi öğrenme olan öğrencilerle zihinsel yoğunluğu olan işlerde çalışan yetişkinler için konu ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü bellek öğrenmede ve öğrenilmiş bilgileri geri çağırmada önemli görevler üstlenmektedir.

Stres yaratan bir unsur/durum ile karşılaşıldığında, beyindeki “uyarı düzenekleri” devreye girer ve bazı hormonların salgılanmasını tetikler. Bu hormonlar, diğer pek çok değişimin yanı sıra, kan basıncının yükselmesine, kalp atımının hızlanmasına, nefes ihtiyacının artmasına sebep olur. Etkiler, fizyolojik belirtilerle sınırlı değildir; bilişsel ve davranışsal boyutlarda da belirtiler gözlemlenir. Örneğin, öğrenme ve hatırlama becerilerimiz, yaşanan stresten anlamlı biçimde etkilenir. Günlerce hazırlanıp da bildiklerinizi unuttuğunuz sınavları veya üzerine uzun uzadıya düşündüğünüz parlak fikirlerin aklınıza bir türlü gelmediği iş görüşmelerini anımsayın.

Birçoğumuzun başına gelmiştir; sınavdan veya toplantıdan yalnızca birkaç saat sonra, hatırlanamayan bilgiler zihne akın eder. Bunun olası bir açıklaması; yaşanan stresin, başka bir deyişle, kaygının, hafızayı zayıflatması.

Ancak konu stres olunca, açıklamalar bu denli basit değil, çünkü stresin hafıza üzerindeki etkileri oldukça çeşitli. Stres, zihinsel işlevlerimizi her zaman olumsuz yönde etkilemiyor. Yapılan çalışmalar, duyumsanan psikolojik baskının, hatırlama becerilerini, kimi durumlarda zayıflattığını, kimi durumlarda ise güçlendirdiğini gösteriyor.

Bunun yanı sıra, stresten etkilenen bilişsel materyalin niteliği de denklemi değiştiriyor. Peki, stres, hatırlama becerilerimizi ne zaman zayıflatıyor, ne zaman geliştiriyor? Araştırmalar, stresin etkisinin, stres unsurunun deneyimlendiği zamanlama ve süreye bağlı olduğuna işaret ediyor.

2006 yılında Amsterdam Üniversitesi’nden Marian Joels ve meslektaşlarının yaptığı bir çalışma, stresin, yalnızca, hatırlanması istenen olay ile aynı anda veya hemen sonrasında deneyimlenmesi ve söz konusu olay ile aynı biyolojik sistemleri aktive etmesi durumunda hafızayı pekiştirdiğini ortaya koyuyor.

Stres, hatırlanması istenen olaydan önce veya dikkate değer bir süre sonra deneyimlendiğinde, yani adrenalin ve kortizol gibi stres hormonları, olay ile eşzamanlı olarak salgılanmadığında ve farklı sinir hücresi (nöron) bağlantıları uyarıldığında ise, hafızayı zayıflatıcı etkisi olduğunu gösteriyor. Araştırmacıların da dikkat çektikleri çok önemli bir koşul, stresin kısa süreli olarak deneyimlenmesi.

Tekrarlayıcı veya süreğen (kronik) biçimde stres unsuruna maruz kalındığında herhangi bir fayda görülmüyor; aksine, zarar görülüyor.

Joels ve arkadaşları, stresin hafıza üzerindeki zıt etkilerini açıklayan bir mekanizma önerdiler. Buna göre, bedenin stres ile karşılaşıldığında verdiği tekpi iki aşamalı oluyor. Önce, stres, dikkati arttıran ve beyin hücreleri arasındaki bağlantıları pekiştiren nöronların ve nöronlar arası iletişimi gerçekleştiren kimyasalların (nörotransmitterler) salgılanmasını sağlıyor. Ancak daha sonra, yaklaşık bir saat içerisinde, kortizol hormonu başka bir süreci başlatıyor ve dikkati desteklemek yerine, anıları sağlamlaştırmak üzere çalışıyor.

Böylelikle, stres yaratan deneyim ile ilişkisi olmayan yeni bilgilerin edinilmesi engelleniyor. Başka bir deyişle, nörobiyolojik süreçler sebebiyle, stres, başlangıçta algı ve öğrenmeyi kolaylaştırıyor; daha sonra ise zorlaştırıyor.

Daha önce de değindiğimiz üzere, stres, zamanlama ve süreye bağlı olduğu gibi, bilişsel materyalin niteliğine göre de farklı etkilere sebep oluyor. Hafızada, her deneyim rastgele ve tekdüze biçimde depolanmıyor. Araştırmacılar Mathias Schmidt ve Lars Schwabe’nin açıklamasından yararlanarak açıklarsak, hafızamız, deneyimlediğimiz ve öğrendiğimiz her şeyi içine attığımız büyük bir çekmece gibi değil; daha ziyade, her biri farklı nitelikte bilgiyi barındıran pek çok çekmecesi olan dev bir dolaba benziyor.

Beyinde depolanan bu bilgilerin bir kısmı; örneğin, hayat deneyimleri ile ilişkili olan anısal hafıza, strese karşı aşırı derecede duyarlı. 2005 yılında Düsseldorf Üniversitesi’nden Sabrina Kuhlman ve arkadaşlarının yürüttüğü bir araştırmada, duygusal veya nötr nitelikli bilişsel materyallerin hatırlanmasının, stresten nasıl etkilendiği araştırıldı. Deney gereği, öncelikle tüm katılımcılara çeşitli kelimelerin yazdığı bir liste verildi ve olumlu, olumsuz veya nötr içerikli bu kelimeleri ezberlemeleri istendi.

Ertesi gün, bir grup katılımcıya, bir dizi stres deneyimini içeren (nesnel anlamda zarar vermeyen) bir sosyal stres testi uygulandı ve kısa bir süre sonra her iki gruptan, önceki gün ezberledikleri kelimeleri hatırlamaları istendi. Deney içerikli strese maruz bırakılan ve bırakılmayan iki grup karşılaştırıldığında, stresin, nötr nitelikli kelimelerin hatırlanmasını etkilemezken, duygusal nitelikli kelimelerin hatırlanmasını anlamlı biçimde etkilediği görüldü. Strese maruz bırakılanlar, strese maruz bırakılmayan gruptakilere kıyasla daha az sayıda duygusal nitelikli kelime hatırlayabildiler. Bu çalışmanın da gösterdiği üzere, duygu yüklü bilgi ve deneyimler, stres hormonlarının hafıza üzerindeki etkilerine karşı oldukça duyarlı. Bunun bir sebebi, stres hormonlarının, duyguların işlenmesinde önemli rolü olan beyin yapısı amigdalayı harekete geçiriyor olması olabilir. Özetle; stresin azı karar, çoğu zarar; süre mühim. Ayrıca zamanlama çok önemli ve duygular işi karıştırıyor.

Stres hakkında burada sunulan bilgilerin yararlı olması dileğiyle, saygılar.

İbrahim GÜNGÖR

Kaynak: Schmidt, M. V., & Schwabe, L. (2011, Eylül/Ekim). Splintered by stress.

Scientific American Mind, 22(4), 22-29.(www.isteinsan.com.tr).

Daha önce öğrenme stratejileri üzerine yazdığımız yazının devamı olarak öğrenme stratejilerine devam ediyoruz. Önceki yazılarda, öğrenme stratejisinin ne demek olduğu ve öğrenmeyi öğrenme konusunda açıklayıcı bilgiler verilmişti. Daha sonra öğrenmeyi öğrenme stratejilerinden dikkat stratejileri ve tekrar stratejileri anlatılmıştı. Daha sonra anlamlandırmayı arttıran stratejilere giriş yapılmış ve eklemleme stratejileri özetlenmişti. Bu yazıda anlamlandırmayı artıran stratejilerden örgütleme stratejileri ele alınarak bilgiler verilmeye çalışılacaktır. Konu yine öğrenmeyi öğrenme kavramı içinde değerlendirilecektir. Diğer stratejiler ilerleyen sayılarda anlatılacaktır.

Örgütleme Stratejileri: Örgütleme, düzenleme ya da bilgiyi gruplama, tutarlı yapılar oluşturma, kodlamaya yardım eden önemli bir süreçtir. Örgütleme, geniş ya da karmaşık bilgiler için öğrenme ve anımsamayı kolaylaştırıcı bir süreç olarak işlev görür. Yapıda yer alan bir kavram hem genel açıklamaları hem de belirli örnekleri öğrenme ve anımsamada bireye yardımcı olur. Örgütlemede bilginin yeniden düzenlenmesi, gruplanması işlemleri yer alır. Örneğin; papatya, ayakkabı, şeftali, tabak, kedi, gül çatal, erik, bluz, elma, bardak, kuş, yasemin, pantolon ve köpek sözcükleri ezberlenecekse, şu şekilde düzenlenebilir (Ulusoy, Güngör, Akyol, Subaşı, Ünver, & Koç, 2003).

Papatya    Ayakkabı        Kedi        Şeftali             Tabak

Gül        Bluz            Kuş        Erik            Bardak

Yasemin    Pantolon        Köpek        Elma            Çatal

Kaynak: (Ulusoy, Güngör, Akyol, Subaşı, Ünver, & Koç, 2003).

Örgütleme stratejileri de eklemleme stratejileri gibi, öğrencinin yeni materyali anlamlandırma düzeyini yükseltici stratejilerdir. Örneğin; önemli fikirleri, anahtar sözcükleri, kavramları not alma, özetleme, uzamsal temsilciler oluşturma, öğrencinin bilgiyi kendine göre yeniden organize ettiği öğrenme stratejileridir (Tay, 2002).

Not Alma: Gerek metnin kenarına not alma, gerekse öğretmenin ya da kitabın sunduğu bilgiyi yeniden organize ederek ayrı bir kâğıda not alma, öğrencinin önemli bilgiyi ayırt etmesini ve kendisi için daha anlamlı olacak şekilde organize etmesini gerektirir. Bu durumda, öğrencinin not alma stratejisini kullanması, hem dikkatini önemli bilgi üstünde yoğunlaştırmasını, hem de eski ve yeni bilgiler arasında ilişki kurmasını hem de bilgiyi kendisi için en anlamlı olacak biçimde yeniden örgütlemesini gerektirmekte ve sağlamaktadır. Sonuç olarak not alma, hem dikkat, hem eklemleme hem de örgütleme stratejisi olarak kullanılabilmektedir.

Not alma; öğrencinin daha sonra bilgiyi tekrar etme ve gözden geçirmesini hızlandırmakta ve kolaylaştırmaktadır. Ancak not alma, öğretmenin ağzından çıkan her şeyi kaydetme değildir. Etkili not alan öğrenciler, öncelikle öğretmenin söylediği ya da kitapta yazılı olan önemli fikirleri tanıyıp, kendine özgü bir biçimde özetleyen öğrencilerdir. Örneğin; öğrenci, not alacağı konunun ana hatlarını çıkarıp bu ana hatların içine önemli fikirleri yerleştirebilir. Ana hatlar öğretmen tarafından verilip öğrenci önemli fikirleri bu ana hatlar içine yerleştirebilir. Ayrıca not almayı ve daha sonra çalışmayı kolaylaştırmak için tablo ve matris çizilip daha sonra not almaya değer bilgi, bu tablo ya da matrisin içine yerleştirilebilir (Senemoğlu, 2002).

Not alma becerisi öğrencinin, aktif bir biçimde, anlatılan konu üzerinde düşünmesine ve özümsediği bilgileri uygun bir formda kâğıda aktarmasına yardımcı olmaktadır. Bu yönüyle not alma, ders dinlemeye yoğunlaşmayı sağlamaktadır. Aynı şekilde okurken not almada da bilginin işlenmesi ve yorumlanması söz konusu olduğundan bireysel çalışmanın etkililiği artmaktadır. Bu nedenle hem derste, hem de bireysel çalışmalarda not almak önemi büyüktür. Derste alınan notlar, dersin önemli bölümlerinin belirlenmesinde öğrenciye yardımcı olur. Derste öğretmenin anlattığı bazı bilgiler kitapta olmayabilir. Not almak bu yönüyle de öğrencilere avantaj sağlamaktadır (Yıldırım, Doğanay, & Türkoğlu, 2000), (Rowntree, 2000)    , (Özakpınar, 1998).

Özetleme: Öğrencinin yazılı materyali özetlemesi, etkili çalışma ya da öğrenme stratejilerinden biridir. Farklı öğrenme stratejileriyle ilgili yapılan çalışmaları gözden geçiren Presley ve arkadaşları (1989), özetlemenin kavramaya yardım ettiğini gösteren birçok kanıt bulmuşlardır. Özetleme, öğrencinin, bilgiyi anlamlandırmasına ve uzun süreli belleğe anlamlı olarak yerleştirmesine yardım etmektir. Çünkü özetleme öğrenciyi (Senemoğlu, 2002);

  1. Anlamak için okumaya,
  2. Önemli fikirleri ayırt etmeye,
  3. Bilgiyi kendi sözcükleriyle ifade etmeye yönlendirmektedir.

Özetlemenin gereği olan bu ilkeler, bilginin yeniden örgütlenmesini ve anlamlandırılmasını sağlamaktadır. Ancak, özetleme yeterliğinin kazanılması, öğretimi gerektirmekte ve zaman almaktadır. Özellikle ilkokul öğretmenleri, özet yapma konusunda kendileri model olarak öğrencilerine özetlemeyi öğretmelidirler.

Egen ve Kauchak’a (1992) göre, özetleme stratejisinde şu basamaklar izlenmelidir (Ulusoy, Güngör, Akyol, Subaşı, Ünver, & Koç, 2003);

  1. Metindeki önemsiz bilgiyi tanıma ve çıkarma,
  2. Metindeki ana fikri belirleme ve kendi sözcükleriyle ifade etme,
  3. Her paragraftaki en temel cümleyi seçme ve yeniden ifade etme,
  4. Metnin ana fikri ve yan fikirleri arasındaki ilişkileri, anlamını bozmadan, çok kısa olarak bütünleştirme.

Özetleme ile ilgili bu öğretim, zaman alıcı olmakla birlikte, yapılan araştırmalar, özetlemenin hatırlama ve kavramayı artırdığını göstermektedir.

Bir diğer Örgütleme Stratejisi de Uzamsal Temsilciler oluşturmadır.

Uzamsal Temsilciler Oluşturma

Bilgiyi hiyerarşik bir biçimde şematize etme, konunun ana hatlarını çıkarma, kavram şeması (haritası) ve ağı oluşturma etkili örgütleme stratejilerinden bazılarıdır (Tay, 2002).

Ana Hatları Oluşturma: Bölümün, ünitenin, konunun ya da okuduğu herhangi bir metnin ana hatların oluşturma, öğrencinin, o konudaki temel fikir ve yan fikirler arasındaki ilişkileri görmesine yardım etmektedir. Pek çok kitapta bölüm, ünite ya da konu başlarında o bölümde, ünitede, konuda işlenecek temel başlık ve alt başlıklar verilmektedir. Böylece okuyucunun, o bölümde işlenecek olan anahtar fikir (başlık) ve alt fikirler (alt başlıklar) arasındaki ilişkileri önceden gözden geçirmesine yardım edilebilmektedir (Senemoğlu, 2002). Kitapların ya da tezlerin içindekiler bölümü de konuların anlaşılmasına yardımcı olmaktadır.

Tablo 1. Ana Hatları Oluşturma

    2. YARATICILIK ………………………………….………..21

2.1. Yaratıcılık Kavramı………………………………………21

2.2.Psikolojik Ekollere Göre Yaratıcılık……..………………25

    2.2.1. Psikanalitik Ekol……………………………25

    2.2.2. Hümanistik Ekol……………………………26

    2.2.3. Çağrışımcı Ekol…………………………….27

    2.2.4.Gestaltçı Ekol………………………………28

    2.2.5. Faktöriyalist Ekol………………………….28

2.3.
Yaratıcılığın Boyutları……………………………………29

    2.3.1. Yaratıcı Ürün………………………………30

    2.3.2.Yaratıcı Ortam……………………………..31

    2.3.3.Yaratıcı Süreç……………………………….34

    2.3.4. Yaratıcı Kişilik……………………………..38

2.4.Yaratıcılık ve Zeka……………………………………….42

2.5. Yaratıcılık ve Cinsiyet……………………………………45

Kaynak; Kaynak (2006, 8).

Tablo 1’de ana hatların gösterilmesine örnek görülmektedir. Örnekte, yaratıcılığa ait kavramlar ve bu kavramların özelliklerini gösteren alt başlıklar görülmektedir. Ana hat sayesinde öğrenci konuyu bir bütün olarak görebilmekte, alt kavramları ya da basamakları ve ilgili kavrama ait türleri bir arada görebilmektedir. Bu ise kolay kavramayı mümkün hale getirmektedir.

Anlamlandırmayı artıran stratejilerden örgütleme stratejisini burada tamamlayarak bir virgül koyuyoruz. Anlamlandırmayı artıran diğer stratejilere gelecek yazıda devam edilecektir. Yararlı olması dileğiyle saygılarımı sunuyorum.

KAYNAKÇA

Özakpınar, Y. (1998). Verimli Ders Çalışmanın Psikolojik Koşulları. İstanbul: Epsilon Yayıncılık Hizmetleri.

Rowntree, D. (2000). Nasıl Ders Çalışacağını Öğren. (S. Yeniçeri, Çev.) İstanbul: Okyanus Yayıncılık.

Senemoğlu, N. (2002). Gelişim Öğrenme ve Öğretim, Kuramdan Uygulamaya. Ankara: Gazi Kitabevi.

Tay, B. (2002). İlköğretim 4. ve 5. Sınıf Öğrencilerinin Sosyal Bilgiler Dersinde Sınıf Ortamında Kullandıkları Öğrenme Stratejileri. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Ulusoy, A., Güngör, A., Akyol, A., Subaşı, G., Ünver, G., & Koç, G. (2003). Gelişim vei Öğrenme (2. Baskı b.). (A. Ulusoy, Dü.) Ankara, Ankara: Anı Yayıncılık.

Yıldırım, A., Doğanay, A., & Türkoğlu, A. (2000). Okulda Başarı İçin Ders Çalışma ve Öğrenme Yöntemleri. Ankara: Seçkin Yayıncılık.

Eğitim kurumlarını farklı şekillerde değerlendirmek mümkündür. Kimine göre insanlığın gelişimi, toplumun zenginleşmesi, gelişmiş toplum olmanın gereği olarak değerlendirilirken, kimilerine göre ise insanların girişimciliğini engelleyen, onu dar kalıplara sıkıştıran, insan zihninin yaratıcı düşünmesini engelleyen durağan kurumlar olarak değerlendirilmektedir.

Aslında eğitim kurumlarını olumsuz değerlendirenler daha çok okulların program merkezli eğitim verdiği zamanlarda (örneğin günümüzden 50-60 yıl öncesinde) şiddetli eleştiriler getiriyorlardı. Program merkezli eğitim kurumlarında öğrencilerin kendi bireyselliğinden (ilgi ve yeteneklerinden) ziyade programlardaki hedeflere ulaşıp ulaşmadıkları daha önemliydi. Ancak insanoğlunun her bir bireyinin farklı ilgi ve yetenek alanlarında farklı düzeylerde olduğu gerçeği fark edilemediği için öğrencilerin tek seçeneği vardı, o da bütün derslerde başarılı olmak. Çok yetenekli oldukları halde okul başarıları düşük olan insanların sayısı fazlaydı ve bu durum eğitim kurumlarına yönelik yapılan eleştirileri bir noktada haklı kılıyordu.

Geleneksel eğitim anlayışının ve yapısının bazı toplumsal sorunları çözememesi ve ilerleme sağlayamaması da sorgulandı. Ayrıca bilimsel gelişmeye ve buna paralel olarak sosyal bilimlere (eğitim, psikoloji vb.) yönelik yapılan araştırmalara aktarılan kaynaklar arttıkça yeni bilgilere, sonuçlara ulaşıldı. Var olan eğitim yapısıyla toplumsal gelişmeye cevap verilemeyeceği görüldüğünde eğitimde yeni arayışlara gidildi. Eğitim programları güncellendi, eğitime farklı yaklaşımlar geliştirildi. Bunun sonucu olarak öğrenci merkezli eğitim yaklaşımları güçlendi ve benimsendi. Program merkezli yaklaşımdan öğrenci merkezli yaklaşıma bir geçiş yaşandı. Eğitimde bir noktada başarısızlıktan çok başarı ölçülür hale geldi. İnsanların farklı alanlarda farklı yetenek düzeylerinde oldukları gerçeği, insanların toplumda yeteneklerine uygun olarak yer edinmelerinin önünü açtı. Yani toplumsal hareketliliğin motorunu insanların yeteneklerine göre eğitim görmeleri ve çalışmaları oluşturdu.

Gelinen bu noktada eğitim programlarının öğrencinin sadece bilişsel gelişimini değil onun sosyal ve duygusal gelişimlerini de desteklemesi amaçlanmıştır. Bu amaca gelişmiş ülkeler gelişmekte olan ülkelere göre daha çok yaklaşmıştır. Eğitim programlarının içine bilişsel gelişimi destekleyici kazanımların yanı sıra öğrencilerin her şeyden önce insan olduğu gerçeğinden hareketle onların hayatları boyunca işlerine yarayacak yaşam becerileri de eklemişlerdir. Öğrenci okul yılları boyunca eğitim programlarında yer alan bilişsel kazanımlar yanında çeşitli yaşam becerileri de edinmektedir. Hatta insan kaynağının önemini bilen ülkeler liderlik eğitimini bile okullarda vermektedirler. Liderlik eğitimi, zaman yönetimi, başarılı insanın temel özellikleri vb. gibi konulardaki beceriler okulla birlikte kazandırılmaktadır. Ülkeler geliştikçe, toplumlar her yönüyle daha karmaşık hale geldikçe eğitimin önemi daha da büyümektedir. Günümüzden 50-60 yıl önce eğitim kurumlarından yararlanmadan toplumda önemli bir noktaya gelmek mümkün olabiliyordu. Günümüzde ise iyi eğitimli ve özgün fikirleri olan kişiler daha genç yaşta zengin olabiliyorlar.

Ülkemizde ise durum maalesef gelişmiş ülkelerdekine paralel olamıyor. Bunun çeşitli nedenleri var kuşkusuz ancak birçok yazıya konu olan sınav odaklı eğitim eğitimimizin en kötü yanını oluşturmaktadır. İlköğretimin ilk birkaç yılı hariç öğrenciler sürekli bir sınav baskısı altında yetişmektedir. Bu baskıyı sadece öğrenciler değil, aileler, öğretmenler ve yöneticiler de yaşamaktadır. Sınav odaklı eğitim nedeniyle bilişsel yönden gelişmiş ancak duygusal, sosyal yönden zayıf kalmış, her zaman gereksinim duyacağı çeşitli yaşam becerilerinden yoksun gençler mezun olmaktadır. Bu durum sosyal hayatımıza zarar vermektedir. Daha ilköğretim yıllarında güzel yazı yazma alışkanlığı, güzel sanatlara hayranlık, zaman yönetimi, verimli çalışma becerileri, duygusal kararlılık, liderlik, kişisel ve sosyal sorumluluk alabilme, kendini ifade edebilme, sağlıklı iletişim kurabilme, ekip çalışması vb. gibi yaşam becerileri kazanması gerekiyor. Ortaöğretimde bunlara ek olarak kariyer planlaması, kariyer yönetimi vb. yeni beceriler edinerek mezun olması gerekiyor. Ancak bilişsel alandaki öğrenme performansına verilen önem öğrencinin diğer boyutlar açısından gelişmesini engellemektedir.

Sonuç olarak öğrenci merkezli eğitime geçmemize rağmen sonuçlar noktasında ülke olarak sıkıntılarımız bulunmaktadır. 21. Yüzyılda Türkiye’nin ve Türk gençlerinin dünyada biz de varız diyebilmesi için sadece bilişsel yönden değil, duygusal, sosyal vb. diğer yönlerden de yeteneklerinin her zerresinin iyi eğitilmesi, etkinlik temelli yani yaşantıya dayalı bir eğitim sürecinden geçmesi gerekmektedir. Türk gençliği kendini her yönüyle yetiştirerek, geliştirerek atalarına layık olabilir. Çünkü dünyaya medeniyet yayan ataları döneminin hep en iyileri arasında olmuştu. Sevgi ve saygılarımla…

Günümüzün karmaşık dünyasında, genel geçer kabul gören eğitimin ya da kişisel özelliklerin yanı sıra yaratıcılık, çok değer verilen bir özellik haline gelmiştir. Bilgi çağında yaratıcılık her zamankinden daha hayati bir öneme sahiptir. Günümüz iş yaşamında yaratıcı insanların katkıları ve buldukları çözümler büyük yararlar sağlamaktadır. Bir otomobil fabrikasında tasarım mühendislerin eseri olsa da, orada çalışan işçilerin sürece katılarak yaratıcı becerilerini işe koşmaları sayesinde şirketler büyük tasarruflarda bulunmakta ya da verimliliklerini arttırmaktadırlar. Artık bütün dünya yaratıcı bir insanın kendileri için ne kadar büyük bir yarar sağladığının farkındadır.

Yaratıcı düşünme neden önemlidir? Yaratıcı düşünmenin bazen tehlikeli olduğu belirtilmiş, bazen de yaratıcı düşünme, insanı başarıya götüren, zihinsel fonksiyonlarını en iyi şekilde geliştiren bir yetenek olarak görülmüştür. Yaratıcı düşünme yeteneği gerçekten çok büyük bir kuvvettir. Yaratıcı düşünme sayesinde insanlık televizyonu, radyoyu, bilgisayarı, uzay gemisini kazanmıştır. Edebiyat, sanat, müzik ve mimari eserler onun sayesinde doğmuştur. Yaratıcı düşünme, zihinsel yönden sağlıklı olabilmek açısından önemli olduğu kadar, eğitimde ve mesleki alanda başarı için de gereklidir.

Yaratıcılık süreci, tüm duyuşsal ve düşünsel etkinliklerde, her türlü çalışma ve uğraşın içerisinde vardır. Yaratıcılık yalnız sanatsal süreçlerde ya da sanat eğitimi ve öğretimine ilişkin etkinliklerde rol oynayan bir yeti olmayıp, insan yaşamının ve insanlığın gelişiminin tüm yönlerinde yer alan temel bir yetenektir. İnsan tarafından tamamlanmış her işte yaratıcılık temel öğe olarak bulunmaktadır.

Literatüre bakıldığında yaratıcılık kavramının uzun süre, sanat ve bilim ile birlikte kullanıldığı görülür. Yine geçmiş literatürde yaratıcılık, güzel sanatlar, sanatçılar, bilim ve teknikte yeni buluşlar yapan bilim adamları veya mucitlere özgü bir ayrıcalık, bir sihir olarak düşünülmekteyken, artık günümüzde her bireyde, yaşamın her düzeyinde var olan bir yetenek olarak kabul edilmektedir. Genetik faktörler ile birlikte kişilik özellikleri, toplumsal ve kültürel etmenler yaratıcı yeteneğin gelişmesini etkilemektedir.

    Okullar yaratıcı düşüncelerin köreltildiği kurumlar olarak değerlendirilmekle birlikte aynı zamanda yaratıcılıklarının geliştirilebileceği bir potansiyeli de sunmaktadır. Günümüz eğitim anlayışında öğrenciyi merkez alan yaklaşımların kabul görmesiyle birlikte bu potansiyel daha iyi anlaşılmaktadır. Son olarak Milli Eğitim Bakanlığı ilköğretim programını değiştirmiş ve derslerin ortak amaçları arasına yaratıcı düşünmenin geliştirilmesini bir amaç olarak koymuştur.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaratıcı düşünmenin geliştirilmesini ders programlarına amaç olarak koyması ile her şey halledilmiş olmamaktadır. Sonuçta bu amacı gerçekleştirmede öğretmenler ve yöneticiler çok önemli görevler yüklenmektedirler. Yıllar yılı devam eden öğretim programlarından sonra alınan bir karar ile çocukların ve gençlerin yaratıcı düşünme yeteneklerinin gelişeceğini söylemek iyimserlik olur. Çünkü öğretmenlerin bu yeni amaç doğrultusunda hizmetiçi eğitimden geçirilmesi, kendilerini yenilemeleri ve bazı eski alışkanlıklarını terk etmeleri gerekmektedir. Bunun dışında Türk Milli Eğitim Sisteminin sınav temelli (OKS ve ÖSS) oluşu bu amaçlara ulaşmayı engelleyen önemli unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

    Türkiye’de yaratıcı düşünme konusu üzerinde yeterince araştırmalar yapılarak Türk milletinin yaratıcı düşünme konusundaki durumu yeterince incelenememiştir. Bu noktada eğitim kurumlarındaki durum da genel olarak yeterince araştırılamamıştır. Okulların yaratıcı düşünme potansiyeli dikkate alındığında mevcut durumun bilinmesinin önemi ortaya çıkmaktadır.

Konunun bir de ekonomik boyutu vardır. Çok uluslu şirketler konunun önemini çok önceden kavradıkları için bünyelerinde birçok milletten yetenekli insanları istihdam etmektedirler. Türkiye’de de önemli şirketler konunun önemini kavrayarak personelini yaratıcı düşünme eğitimine almakta, onların potansiyelinden daha fazla yararlanma noktasında eğitim yatırımları yapmaktadırlar. Çünkü yaratıcı düşünme düzeyi yüksek personel, daha fazla verim ve dolayısıyla daha fazla gelir demektir. Son yıllarda hızla gelişen Kayseri ve Kayserili şirketlerin de konunun önemini kavrayarak yaratıcı düşünmeye önem vermeleri, personellerini bu konuda eğitimlere tabi tutmaları büyük yarar sağlayacaktır. Günümüz ekonomi dünyası küresel rekabet çağına dönüşmüştür. Bu acımasız yarışta yaratıcı düşünme düzeyi yüksek personel her zaman büyük üstünlük sağlayacak bir unsurdur. Bu nedenle yaratıcı düşünme konusu büyük önem taşımaktadır.

Alışveriş ticari bir faaliyettir ancak günümüz dünyası için ticari bir faaliyet olmanın çok ötesine geçmiştir. Alışveriş günümüz dünyasının tüketim temelli toplumunun temel noktalarından birdir. Ayrıca gündelik yaşamın çok önemli bir parçasıdır. Alışveriş psikolojik ve sosyolojik yönleri de olan bir faaliyettir. Günümüz dünyası insanların gittikçe artan bir şekilde tüketmeleri temeline dayanmaktadır. Gündelik yaşam ve güncel kültür tüketimi daha da artıracak faaliyetleri desteklemekte, özendirmektedir. Gelir düzeylerine göre tüketim davranışı yerine herkesin imkânlarını zorlayarak hatta borçlanarak, gerekli gereksiz her şeyi alması üzerine bir yönlendirme yapılmaktadır. Buna paralel olarak kitle iletişim araçlarında “kredi kartı borcu yüzünden intihar etti” , “kredi kartı borcunu ödemek için böbreğini sattı” vb. haberler yer almaktadır. Kitle iletişim araçlarında yer bulamayan hikâyelerin sayısı kim bilir ne kadar çoktur. Yani konunun sosyal yönü de bulunmaktadır. Bu yazıda alışveriş hastalığı üzerinde durulacaktır. Alışveriş hastalığı, etkileri ve tedavisi konusunda bilgi verilmeye çalışılacaktır.

Herkes bazı ihtiyaçlarını karşılayabilmek için belli zamanlarda belli miktarda alışveriş yapar. Bazen, hiç ihtiyaç duymadığımız şeyleri de sevinç, üzüntü, öfke gibi farklı duyguların etkisinde kalarak satın alabiliriz. Her anlamsız, gereksiz ya da aşırı alışveriş davranışı hastalık anlamına gelmez. Alışveriş bağımlılığı dendiğinde, takıntılı biçimde alışveriş yapma, alışveriş yapmayı düşünme, alışverişle ilgili planlar kurma gibi durumları kastedilir. Alışveriş bağımlısı, ihtiyaç dışı ve kontrolsüzce para harcar. Bu durum kişinin ailevi, sosyal ve mesleki hayatını olumsuz yönde etkiler (ÜNSALVER, 2011).

Çoğunlukla insanlar alışverişi severler. Özellikle kadınlar için alışveriş büyük bir rahatlama aracıdır. Alışverişi seviyor olmakla alışveriş hastalığı aynı şey değildir. Hastalık sayılabilmesi için “aşırı” bir şekilde yapılıyor ve düşünülüyor olması gerekiyor. Kadınlar için rahatlama aracıdır ancak bugün erkekler de alışveriş hastalığına yakalanabiliyorlar. Özellikle şehirde yaşayan, parası olan ve kişisel görünüşüne düşkün erkeklerin alışverişe çok daha istekli oldukları gözlenmektedir (ALGÜL, 2013). Alışveriş hastalığının adı “oniomani”dir ve 20. Yüzyılın başlarında tanımlanmıştır. Tanımlanma tarihi 20. Yy. başında da bu hastalığın bulunduğunu göstermektedir. Alışveriş hastalığı dürtü kontrol bozukluğu ve bağımlılık sınıfındadır. Altında doyumsuzluk, mutsuzluk, ikili ve sosyal ilişkilerde problem yaşama gibi sorunlar vardır. Kişiler daha çok gergin ya da üzgünken alışveriş yaparlar. Ayrıca depresyon, kaygı bozuklukları, bastırılmış duygular da alışveriş hastalığına yol açabilmektedir. Bu rahatsızlığa sahip kişiler hayatlarındaki duygusal boşlukları alışveriş yaparak doldurmaya çalışırlar. Evli kadınlar için alışveriş bazen eşlerinden intikam alabilme aracı olabilmektedir. Evliliklerinde yakalamadıkları mutluluğu alışveriş yaparak sağlamaktadırlar. Alışverişle, yalnızlık ve mutsuzluk anlık da olsa giderilmektedir. Başlangıç yaşı 18 yaş civarıdır ancak bunun problem olarak fark edilmesi genellikle 10 yılı alır. Nedeni tam olarak bilinmemektedir. Ancak psikoanalitik görüşe göre bu kişilerin genellikle benlik değerleri düşüktür; giyim ve mücevher en çok satın alınan şeyler olup, bunlar dış dünya tarafından en çok dikkat çeken objelerdir. Kişi satın alma davranışı ile “geleceğin var olduğunu kendine inandırarak temel ölüm kaygısını azaltır (ARI SARILGAN, 2012).

Takıntılı Alışverişin (Alışveriş Hastalığının) Dört Aşaması

Ünsalver’e göre (ÜNSALVER, 2011) takıntılı alışveriş tablosunun dört aşaması vardır, bunlar;

  1. Beklenti: Belli bir ürüne sahip olmak ya da alışveriş eylemiyle ilgili düşünce, arzu ya da zihinsel meşguliyet.
  2. Hazırlanma: Kişi alışveriş ya da para harcamaya hazırlanır. Alışveriş yapmak için ne zaman, nereye gidileceği, hatta hangi kredi kartlarının kullanılacağı düşünülür. İndirimdeki ürünler, yeni moda ürünler ya da yeni mağazalar araştırılmıştır.
  3. Alışveriş: Alışverişin yapıldığı aşamadır. Takıntılı alışveriş bozukluğu olan kişiler, bu evrede yoğun bir heyecan duyduklarını söyler.
  4. Para Harcama: Ürünün satın alınıp mağazadan çıkılmasıyla eylem tamamlanır. Kişi sıklıkla pişmanlık, utanç ya da kendini hayal kırıklığına uğramış gibi hisseder. Bazen, coşku ve alışveriş tamamlanmadan önce var olan olumsuz duyguların kaybolması da hissedilebilir.

Alışveriş yapmak beyindeki mutluluk hormonunun (serotonin) da artışa sebep olur. İşte alışverişi neden çok sevildiğinin cevabı budur. Yapılan araştırmalara göre kadınlar, alışverişte ortalama 4-6 arasında zaman geçirmekteler. Bu da o kadar saat mutluluk demek. Alışveriş hastaları tipik olarak; alışverişle beraber rahatlar ancak bir süre sonra bir pişmanlık duygusu yaşamaya başlar. Gerilimle alışverişe başlayıp, aldıkça rahatlayan kişi; sonrasında pişmanlık duyar, içi içini yer. Bu kadar çok duyguyu bir arada yaşatmasıyla, ruhsal yönden yıpratıcı olan bu hastalık bir süre sonra, ne kadar alışveriş yapılırsa yapılsın tatmin sağlayamamaya neden olur (ALGÜL, 2013).

Bayanlar daha çok giysi, parfüm ve mücevher, erkekler ise elektronik, otomobil ya da hırdavat satın alır. Bu bozukluğa sahip bireylerin alışveriş kalıpları, şekilleri tipiktir. Alışveriş dürtüleri genellikle nöbetler halinde olup, haftada bir civarında, ortalama bir saat süren ataklar halinde ortaya çıkar. Tüm yıl boyunca süreğenlik gösterir, diğerleri gibi yalnızca doğum günleri ve bayramlarda yoğunlaşmaz. Kişi genellikle evdeyken, kendini çökkün ya da gergin hissederken bu dürtü belirir, kişi çoğunlukla kendisi için alışveriş yapar, bazen diğerleri için de alır. Birkaç pahalı eşyadan ziyade, çok sayıda ucuz eşya satın alırlar. Evi bir sürü gereksiz ev eşyaları ile tıkıştırılmıştır. İlaç ve alkol bağımlılığında görüldüğü gibi bir süre sonra tolerans gelişir; kişi rahatlamak için giderek daha fazla miktarlarda alışveriş yapar. Alışverişin doğası ve seyri gereği yakın ilişkilerinde bir süre sonra sorunlar yaşamaya başlar, boşanmalar sıktır. Kişi satın aldığı şeyleri gizler. Alışverişe çok fazla zaman ayırdığı için çalışıyorsa işte sorunlar yaşamaya başlar. Bu bozukluk kronik seyirlidir. Başka psikiyatrik bozukluklarla birlikte görülebilir. Duygulanım bozuklukları(depresyon, iki uçlu mizaç bozukluğu), kaygı bozuklukları (Obsesif bozukluk, Panik bozukluk, Fobiler ), madde kötüye kullanımı, yeme bozuklukları ve diğer dürtü kontrol bozuklukları gibi (ARI SARILGAN, 2012).
Bugün modern dünyanın bir getirisi olan tüketim kültürü, insanları medya aracılığıyla daha fazla almaya ve tüketmeye zorluyor. Alışveriş hastalığını körükleyen albenili reklamlar, bencilliği, kişisel hazzı vurgulayan sloganlar ve bunların yanı sıra sezon sonu indirimler, kampanyalar ve kredi kartlarına bol taksit seçenekleri de alma dürtüsünü arttırıyor.

Tedavi

Bu hastalığın tedavisi vardır. İlaç tedavisinin olumlu sonuçları olduğunu yapılan araştırmalarla desteklemiştir. İlaç tedavisin yanında psikolojik destek almak, daha da iyi sonuçlar verecektir (ALGÜL, 2013). Bir davranış sorunu olarak alışverişin tedavisinde psikoterapiler tedavinin olmazsa olmazıdır. Kişinin alışveriş davranışının bir sorun haline gelmesine neden olan sebepler ve davranışını sergileme şekli değerlendirilerek, bilişsel-davranışçı ya da psikodinamik terapiler düşünülebilir (ÜNSALVER, 2011). Deney ve kontrol grubu ile yapılan bilişsel-davranışçı grup terapisinde deney grubu lehine anlamlı farklılıkların tespit edilmiştir (MUELLER & de ZWAAN, 2008). Bunun yanında bilişsel-davranışçı terapilerin yanı sıra kendine yetme ve kendini izleme programları ile alışveriş listeleri ile birlikte uygulanan programlar da geliştirilmiştir (BLACK, 2007). Ayrıca alışveriş hastalığını engellemek için alışveriş kurallarına uymak gerekmektedir. Bu kurallar (ÜNSALVER, 2011), (ENGS, 2010);

  1. Alışveriş öncesi ihtiyaç listesi hazırlayın.
  2. Listede olmayan hiçbir şeyi almayın.
  3. Bazı mağazalar için bütçe hazırlayın ve harcayacağınız meblağı önceden belirleyin.
  4. Sırf indirimde olduğu için herhangi bir şeyi hemen almayın, 24 saat bekleyip isteğinizi gözden geçirin.
  5. Mağazaya ya da markete girdiğinizde doğrudan satın almak istediğiniz ürünün bulunduğu bölüme gidiniz.
  6. Satın almanıza mantıklı ve akılcı nedenler bulmaya çalışmayın.
  7. Kredi kartınızı acil durumlar için bir taneyle sınırlayın, harcama üst sınırını aşağı çekin.
  8. Mümkün olduğunca nakit alışveriş yapmaya çalışın.
  9. Sadece ucuz mallar satan mağaza ve marketlerden uzak durun.
  10. Vitrin gezmelerini mağazalar kapandıktan sonra yapın, gün içinde vitrinlere bakacaksanız cüzdanınızı yanınıza almayın.
  11. Alışveriş dergilerinden ve alışveriş TV kanallarından uzak durun.

Türkiye gibi endüstrileşme sürecini tamamlayamamış ülkelerde alışverişe ait bilinçli tüketici kültürü tam gelişmediği için bu süreç sancılı olabilir. Özellikle gençlerin denetimsiz piyasa ve reklamların etki alanına düşmemeleri için ailelerin yaklaşımları çok önemlidir. Bu noktada ailelerin yapabileceği en iyi ve önemli hizmet örnek olmaktır. Eğer anne babalar örnek bir tüketici davranışı sergilerlerse çocuklar da onları örnek alacaktır. Marka düşkünlüğü gibi sığ davranışlar geliştirmeyeceklerdir. Ancak özellikle çalışan annelerin dikkatli olması gerektiği de açıktır. Çünkü genellikle çalışan anneler çocuğunu ihmal ettiği düşüncesiyle ve kendini suçlayarak çocuklarına gerekli gereksiz oyuncak, giyişi, cep telefonu vb. şeyler almaktadırlar. Ayrıca bazı aileler de çocuklarının okul başarısı için ödüller vaat etmektedirler. Sürekli ödül bir süre sonra değerini yitirir ve tatminsiz, tüketen çocuklar haline gelirler. Bütün bu olumsuz durumlardan uzak durmanın yolu rüşvet gibi ödül vermemek ve bilinçli bir aile tüketici kültürü oluşturmaktır. Bunun için, biraz önce ifade edildiği gibi ailenin örnek olması gerekmektedir. 2013’ün Türk gençliği için mutlu ve huzurlu geçmesini dilerim. Saygı ve sevgilerimle…