Enerji konusu insanlık tarihi boyunca hep gündemde olan bir konudur. Özellikle son 150 yılda Dünya’da meyana gelen bütün önemli olaylar enerji mücadelesiyle ilgilidir. Enerji kaynaklarının denetim altına alınması, enerji üretimi ve tüketimi dünya devletlerinin en öncellikli konuları arasında varlığını sürdürmektedir.
Ateşin bulunmasında günümüze kadar insanlık tarihi, enerji kaynaklarını elde etmekle meşgul olmuşlardır. İlk dönemlerde odun en önemli enerji kaynağıyken, kömürün bulunmasıyla enerji elde etme biçimi farklı bir boyuta gelmiştir. Sonra da petrol en önemli enerji kaynağı haline gelmiştir.
Enerji üretimi ve tüketiminin dünya güç dengelerini etkilemesiyle dünya hâkimiyeti konusunda yeni mücadele alanları ortaya çıkmıştır. Enerji üreten ülkeler ve enerji kullanan ülkeler arasındaki temel farkı belirleyen gelişmişlik düzeyi devletlerarası rekabetin ana unsuru haline gelmiştir. Buna göre enerji kaynaklarına sahip olmakla onu kullanmak arasındaki ilişki, ülkelerin sanayileşme göstergeleri haline gelmiştir. Yani dünya hâkimiyeti enerji kullanma biçimine göre gerçekleşmektedir.
20. Yüzyıldan itibaren dünya gündeminde kendisini göstermeye başlayan fosil yakıtlara ulaşma mücadelesi, dünya hâkimiyeti anlayışının yeniden yorumlanmasına sebep olmuştur. Bu yeni yapılanmada sanayileşme hamlesini tamamlayıp bir an önce enerji alanlarını denetim alma anlayışı sömürgecilik hareketlerinin doğmasına sebep olmuştu. Böylece dünya tarihinin en kanlı ve trajik olayları arasında yer alan iki dünya savaşı meydana gelmişti. Etkileri hala hissedilen bu kanlı savaşlar enerji kaynaklarının elde edilmesinin devletler açısından ne kadar hayati olduğunu gözler önüne sermektedir.
Uzun yıllar fosil kaynaklarla enerji ihtiyacı giderilmeye çalışılmıştır. Ancak nükleer enerjinin ortaya çıkardığı muazzam enerji fark edilince büyük devletler hemen nükleer güç elde etme çabasına girmişleridir. Art arada pek çok ülkede çok sayıda nükleer santral inşa edilmiştir. Mucize enerji olarak nitelendirilen bu enerji kaynağının çevreye herhangi bir zararlı etkisinin olamadığı dillendirilmişti. Ancak nükleer reaktörlerin çalışma sürelerinin 60 yıl civarında olduğu ortaya çıkınca aslında nükleer enerjinin çok büyük riskleri de beraberinde getirdiği anlaşılmaya başlamıştır. Nükleer santrallerdeki küçük bir sızıntının bile felaketle sonuçlanacağı ortaya çıkmıştır. Hele hele Çernobil’de meydana gelen facia birçok devletin nükleer enerjiye yönelmedeki kararının gözden geçirilmesine sebep olmuştur.
Nükleer santrallerin gerek kurulumu, gerek, işletilmesi ve gerekse de atıkların depolanması büyük maliyetler gerektirmektedir. Ayrıca nükleer santrallerin çalışması sırasında önemli bir miktarda suya ihtiyaç duyulmaktadır. İşlenen kaynar suların da atık su olarak döküldüğü yerlerde canlı hayatı zarar görebilmektedir.
İşin en korkunç kısmı ise nükleer santrallerin hasar görme olasılığıdır. Herhangi bir doğal afet sırasında santrallerin ciddi zarar gördüğünü dünyanın en yüksek teknolojilerine sahip olan Japonya’da bile meydana gelmesi nükleer santrallerin güvenirliliğini tartışmaya açmaktadır. İlaveten ülkeler arasındaki savaş ihtimali, terör saldırısı gibi durumlarda da santraller ciddi zarar görebilirler. Santrallerden gerçekleşen sızıntı sonucunda büyük felaketler yaşanmaktadır. Çernobil kazasından onlarca yıl geçmesine rağmen zararlı etkileri hala devam etmektedir.
Nükleer santrallerin ucuz bir enerji kaynağı olduğu sürekli dillendirilmektedir. Ancak santrallerin kurulumu milyarca dolara mal olmaktadır. Kurulan santrallerde eğitim seviyesi çok yüksek olan yüksek maaşlı kişiler çalışmak zorundadır. Santrallerin soğutma işlemleri ve olası radyasyon sızıntısına karşı alınacak önlemler de ciddi maliyetler gerektirmektedir. Belli aralıklarla yapılması gereken periyodik bakımların da yüksek maliyetleri bulunmaktadır. Bir de bu santrallerin 50 -60 yıl gibi ömrü bulunmaktadır. Bir santralin yapımından yaklaşık 20-30 yıl gibi süre sonraki geliri santralin yapım maliyetini finansa edebilmektedir. Anadolu’da “Ettiğin hayır ürküttüğün kurbağa değmez!” diye bir deyim vardır. Ucuz enerji denilen nükleer santrallerin hiç de ucuz olmadığı anlaşılmaktadır.
Dünyadaki gelişmeleri takip edecek olursa nükleer enerjinin gereksiz ve zararlı bir enerji kaynağı olduğu daha iyi anlaşılabilir. Şöyle ki; Kanada 1975, ABD 1978, Almanya 1982’den beri nükleer santrallere yatırım yapmayı durdurmuştur. Bu dönemde Avusturya, Filipinler ve Brezilya’da yapımı tamamlanan nükleer santraller faaliyete geçmeden kapatılmıştır. Şimdi düşünebiliriz, bir santrale milyarlarca dolar yatırıyorsunuz, inşaatını bitiriyorsunuz ve santralleri kapatıyorsunuz. Biraz mantık ilkelerini zorlayan bir durum ama, “zararın neresinden dönerseniz kar!” mantığıyla hareket edildiğini anlamaktayız. Yine, İtalya, İngiltere, İspanya, Finlandiya, Rusya, Çin, En¬donezya, Küba, Tayland ve Vietnam gibi ülkeler gelecekte kurmalarını düşündükleri nükleer santral planlarından vazgeçtiler ve yatırım bütçelerini farklı alanlara kaydırdılar. Tabii aklımıza ilerde nükleer santral yapma planından vazgeçen ama Türkiye’ye nükleer santrali kuracak olan Rusya geliyor. Kendi ülkesine santral kurmaktan vazgeçen Rusya bizdeki nükleer santral ihalesini alıyor. Bu durum Kore savaşında yenilen ABD’nin Kore’den çıkarmakta zorlandığı savaş atığı silahları Türkiye’ye satması gibi bir durum kanımca. Listeye Portekiz, İrlanda, Lük¬semburg, Danimarka, Yunanistan, İsviçre, Hollan¬da, İskoçya ve Yeni Zelan¬da gibi ülkelerin de yeni santraller kurmama kararını ekleyince nükleer enerjinin gereksiz olduğu daha iyi anlaşılır. Kişi başına gelirin en yüksek olduğu ülkelerden İsveç, mevcut olan bütün santrallerini kapatma kararı almıştır. Almanya, Fransa ve ABD gibi ülkeler de önümüzdeki yıllarda nükleer santrallerini kapatma planları yapmaktadır.
Nükleer santraller her zaman riskli durumdadırlar. Sızıntı veya kaza olma olasılığı dünyanın her yerinde vardır. Yapılan araştırmalara göre dünyada ortalama 12,5 yılda Çernobil ya da Fu¬kuşima gibi bir nükleer kaza yaşanmaktadır.
Alternatif enerji kaynaklarından özellikle yenilenebilir enerji kaynakları potansiyeli bakımından Türkiye çok avantajlı bir konumdadır. Özellikle rüzgâr, güneş ve sıcak su enerji kaynağı olan jeotermal enerji kaynağı potansiyeli yönünden Türkiye, dünyada özellikle de Avrupa’da çok ileri durumdadır. Yapılan değerlendirmelere göre Türkiye yenilenebilir enerji kaynaklarıyla enerji ihtiyacını büyük ölçüde karşılayabilecek kapasiteye sahiptir.
Türkiye’nin nükleer enerjiye geçmesini savunanlar, bunun stratejik bir adım olduğunu özellikle ilerde nükleer silah yapma becerisine ulaşmak için bir adım niteliğinde olduğunu ve nükleer silaha sahip Türkiye’nin dünyada caydırıcı bir güç olacağını iddia ediyorlar. Hâlbuki nükleer santral ile nükleer silah yapma çok farklı şeylerdir. Her şeyden önce nükleer silah yapak için çok iyi eğitilmiş personele ihtiyaç vardır. Bütün nükleer teknoloji ve personeli Rusya’dan aldığımız düşünüldüğünde bu hayalin anlamsız olduğu anlaşılacaktır.
Türkiye’ye nükleer santrali Rusya yapacaktır. Ancak Rusya ile ilişkilerimizin bozulması durumunda nükleer santralin durumunun ne olacağı net değildir. Nükleer santralin denize yakın bir yere yapılması da ayrıca bir tartışma konusudur. İlerde deniz seviyelerinde gerçekleşmesi muhtemel yükselimler sırasında nükleer santrallerin nasıl etkileneceği muammadır. Nükleer santralden çıkan sıcak suların deniz ekosistemine yapacağı etki araştırılmış değildir. Belki de en kötüsü, deniz kenarına yapın bir santral dış saldırılara karşı açık hedef durumundadır. Böylesi bir saldırıya karşı nasıl bir önlem alınacağı belirsizdir.
Türkiye’ye yapılacak nükleer santralin olası risklerinden bahsetmeye çalıştık bu yazımızda. Bunu yazarken de hiçbir dış mihrakla herhangi bir bağlantımın bulunmadığını şimdiden belirtmek istiyorum. Maksat bu ülkede yaşamaksa, çocuklarımızın ve torunlarımızın huzurlu yaşadığını görmek gayesinde olduğumuzu belirtmek isterim.
Etiket