Dünyanın en masum en meşru ve en cesur savaşlarından biri olan Türk kurtuluş savaşı, Anadolu topraklarındaki binlerce yıllık hesaplaşmanın üründür. Kanla irfanla elde edilen zaferin siyasi olarak tanınması Lozan antlaşması sayesinde olmuştur.
Kurtuluş savaşında kazanılan kesin başarı üzerine, Türkiye galip bir devlet statüsünde 24 Temmuz 1923’de Lozan konferansında, eşit koşul esasına göre bir barış antlaşması imzaladı. Böylece Türkiye devleti, misakı milli ilkesine göre dünya devletleri tarafından resmen tanınmış oldu.
Türkiye’nin Lozan’dan sonra bazı devletlerle sorunlarının tam olarak kapanmadığını görmekteyiz. Sorunların Lozan’la tam kapanmamasının nedeni, Türkiye’nin yeni konjonktürel duruma göre kuşatılmasıdır. Çünkü Türkiye’nin çevresi Lozan sonrasında tamamen büyük devletlerle kaplanmıştır. Örneğin Türkiye, eski komşularından olan, Sovyet Rusya, İran, Bulgaristan ve Yunanistan dışında Oniki ada ve Meis adası ile İtalya’ya, Suriye mandasıyla Fransa’ya, Irak mandası ve Kıbrıs dolayısıyla İngiltere’ye komşu olmuştur.
Türkiye Lozan sonrasında sürekliliğini sağlamak ve harabeye dönmüş vatanını imar etmek için çok yoğun bir çabaya girişti. Bu hareketlerin başarıya ulaşabilmesi için gerek yurt içinde gerekse de yurt dışında barış ortamına ihtiyaç vardı. Bu nedenle Türkiye barışçı bir dış politika izlemeye özen gösterdi.
Osmanlı devletini kapitülasyonlar nedeniyle istedikleri gibi sömürmeye alışmış olan devletler, bu durumlarını Türkiye ile de sürdürmek gayretine giriştiler. Nitekim 1699 Karlofça antlaşmasından sonra imzalanan neredeyse bütün antlaşmalardan istedikleri tavizleri koparmaya alışık olan devletler bu durumun Lozan’da da süreceğine inanmaktaydılar. Lozan’da elde edemediklerini Lozan sonrasındaki uygulamalarla sürdürmeye kalktılarsa da Türkiye’nin şiddetli tepkisi karşısında isteklerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardır.
Osmanlı devletini Avrupa karşısında 250 yıla dayanan gerilemesini hiç mesele etmeyenlerin Lozan’daki birkaç olaya takılmaları çok manidardır. Lozan dönemin şartlarında verilmiş bir diplomasi zaferidir. Osmanlı devletinin hiç savaşmadan kaybettiği, Kuzey Afrika’dan Kıbrıs’a ve Kafkaslara kadar uzanan toprakları Lozan bağlama çabalarını cehaletin daha ötesinde kasıt ve art niyete bağlı bir durum olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Lozan antlaşması en başta bağımsız bir devlet olduğumuzun tescillenmesidir. Sevr antlaşması sonrasında imzalanan Lozan antlaşmasında kusur aramak Sevr özleminden başka bir şey değildir. 1815’de Osmanlı’nın kendi toprak bütünlüğünü sağlamak için Avrupalı devletlerden güvence istemesi ve Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün Avrupalı devletlerin güvencesine verilmesi olayı aslında Lozan antlaşmasının Türk milletinin kaderi için ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.
Kapitülasyonlar ile egemenlik haklarından büyük oranda vazgeçen Osmanlı’nın acizliği Lozan’la sona ermiştir. Çünkü kapitülasyonlar ile Avrupalılar sadece ekonomik haklar kazanmamışlar; elde ettikleri idari ve hukuksal haklarla da Osmanlı’nın devlet mekanizmasını neredeyse işleyemez hale getirilmişleridir. Örneğin yabancı uyruklu birisi ile Osmanlı vatandaşı arasındaki hukuksal davlara yabancı hâkimler bakmaktaydı. Bu bile Osmanlı’nın Avrupa tarafından yönetildiğini kanıtlamaktadır. Ama Lozan’la Türkiye, Türkiye’den yönetilmeye başlamıştır.
Osmanlı’nın sırtındaki en büyük yüklerden birisi dış borçlar meselesiydi. Özellikle Duyunu umumiye idaresiyle Osmanlı icralık duruma düşmüş ve neredeyse bütün kaynaklarına alacaklı devletler el koymuştu. Lozan’la Türkiye icralık olmaktan çıkarılmış ve borçlarını yeni yapılandırma ile ödeme imkânına kavuşmuştur.
18. yüzyıldan itibaren Avrupalı devletler misyonerlik faaliyetleri adına Osmanlı’da birçok okul açmışlardı. Özellikle azınlıkların okuduğu bu okulların sayısı neredeyse devletin okulların sayısından fazlaydı. Bu okulların denetimi üzerinde Osmanlı’nın göstermelik birkaç yönetmelik dışında hiçbir hakkı yoktu. Ülke tam bir keşmekeşin içine girmişti. Azınlık okulları tam bir ihanet ocaklarına dönüşmüştü. Nitekim Anadolu’nun işgali sırasında azınlık okullarının silah deposu olarak kullanıldığı görülmektedir. Lozan antlaşmasıyla bu ihanet ocaklarının faaliyetleri sonlandırılmıştır. Azınlık okullarının faaliyetleri devlet denetimine tabii tutulmuştur.
Osmanlı devletinin son dönemlerinde neredeyse bütün devlet işletmeleri yabancılara verilmişti. Ekonomik anlamda yabancılar tartışmasız söz sahibi olmuştur. Ancak Lozan sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti ilk olarak yabancılara verilmiş bu ayrıcalıkları kaldırılmıştır.
Lozan anlaşması nereden bakılırsa bakılsın tam bir diplomasi zaferidir. O zamanın şartlarını anlamadan, o dönem verilen mücadeleyi görmeden, Lozan sayesinde rahatça hayatını sürdürüp Lozan’a laf atanların vicdanlarını gözden geçirmeleri gerekmektedir. Çünkü Lozan’ı karalamak en hafif deyimiyle vicdansızlıktır.
Son zamanlarda Osmanlı’nın kaybettiği toprakları sanki Lozan antlaşmasıyla kaybedilmiş gibi bir hava estirilmek isteniyor. O düşüncedeki insanları sadece bilime davet ediyorum. Olaya sadece bilimsel açıdan bakmaları gerçeği ortaya çıkaracaktır. Bilimin söylediği Lozan bir hezimet değil zaferdir.
Tam bağımsızlık üzerine kurulu dünyanın en masum, en cesur ve en insancıl savaşlarından olan Türk kurtuluş savaşı sonucu imzalanan Lozan antlaşması Türkiye’nin bağımsızlığının tescillendiği bir antlaşmadır. Sömürgeci devletlerin Anadolu’yu paylaşma konusunda anlaşıp dört bir koldan başlattıkları işgallerin son bulduğu bir antlaşma olan Lozan antlaşması, Anadolu’nun Türklere ait olduğunun bir kez daha tescillenmesi anlamına gelmektedir.
Lozan antlaşmasını imzalanana kadar çok sıkı diplomatik mücadeleler yaşanmıştır. Birkaç defa kesintiye uğramasına rağmen Türk heyetinin gösterdiği üstün feragat sayesinde Erzurum kongresinde edilen milli yemine büyük ölçüde sadık kalınarak bağımsız bir vatanın sınırları çizilmiştir.
Lozan antlaşmasının imzalandığı dönemin konjonktürel şartları değerlendirildiğinde büyük bir diplomatik zafer olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı devletinin 17. Yüzyıldan itibaren imzaladığı birçok anlaşmada, savaşlarda elde edilen başarının masa başında kaybedildiği çok rahat görülebilmektedir. Ancak Lozan antlaşması bizim kurtuluş savaşında kazandığımız topraklardan daha fazla bir yer elde etmemizi sağlamıştır. Lozan antlaşması sadece ülke sınırlarının belirmesi amacıyla imzalanmış bir antlaşma da değildir. Bunun içeresinde ekonomik siyasi ve kültürel bakımdan da bir takım kazançlar elde ettiğimiz anlaşılmaktadır.
Lozan Antlaşması), 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri tarafından, Leman gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palace’ta imzalanmış barış antlaşmasıdır. Antlaşmanın içeriği kapsamı oldukça geniştir. 312 sayfadan oluşan Lozan antlaşması, Osmanlı devletinin yüzyıllarca çözemediği birçok sorunu da çözüme kavuşturmuştur. Ancak Lozan’la bütün meseleler yüzde yüz halledilmiştir diyemeyiz. O dönemin şartlarında bazı sorunlar ileriki tarihlere ertelenmiştir. Bu erteleme, Lozan antlaşmasının belli bir süresi var olduğu anlamına gelmemektedir.
Lozan antlaşması iyi bir diplomatik dille yazılmıştır. Fakat son dönemlerde Atatürk’le sıkıntısı olan kimi çevreler Lozan antlaşması yüzden Atatürk ve silah arkadaşlarına sistematik bir saldırı içerisindeler. Yıllardan beri üzerinde çalıştıkları Lozan antlaşmasının bir hezimet antlaşması olduğu yönündeki iddialarını, Lozan’da gizli maddeler var yalanıyla sürdürmektedirler. Hiçbir bilgi belge buldu olmayan sadece ortalığa atılmış saçmalıklardan ibaret olan bu yalanlarla insanlarımızın aklı karıştırılmak istenmektedir. Özellikle internet yoluyla yayılan bu bilgi kirliliğine karşı uyanık olmak gerekir. Bir kere Lozan’ın gizli maddeleri diye ortaya atılan maddeler oldukça özensiz ve Lozan’da belirtilen diplomatik dil ve üsluba hiç de uygun olmayan maddelerdir. Bu zırvalardan birkaç tanesini paylaşırsak ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır:
“MADDE 2: Türkiye, Boğazlar üzerindeki hâkimiyetinden 24 Nisan 2023’ü 25 Nisan 2023’e bağlayan gece yarısı tamamen vazgeçecek ve bölge, anlaşmada imzası bulunan diğer devletlerin hâkimiyeti altına girecektir.
MADDE 7: Türkiye 24 Nisan 2023 tarihi itibariyle bütün yeraltı servetlerini ve doğal kaynaklarını kullanma hakkından feragat edecek, bu hak anlaşmada imza sahibi olan diğer memleketlerin olacaktır. İşbu maddeye ormanlar, madenler ve bütün enerji kaynakları da istisnasız dâhildir.”
Bu maddelerin ne kadar saçma olduğunu biraz tarih bilenler hemen anlayacaktır. Ekonomik işletmelerin millileştirilmesinde Mustafa Kemal’in ne kadar hassas olduğunu bilmeyen yoktur. Lozan’da özellikle kapitülasyonların kaldırılmasında gösterdiği hassasiyet herkesin malumudur. Bir de onun öncesinde İnönü savaşı sırasında Bekir Sami Bey’in Londra görüşmeleri sırasında yaptığı gizli bir görüşmeden sonra görevden alınma meselesi vardır. Bunu Aktürk’ün ağzından aktaralım:
“Efendiler, Bekir Sami Bey ile Fransız Başbakanı Mösyö Briand arasında da, 11 Mart 1921 tarihli bir sözleşme imza edilmiştir.
Bu sözleşmeye göre, Fransa ile Millî Hükûmet arasındaki düşmanlığa son verilecek. Fransızlar, silahlı çetelere, biz de mücahitlerimize silâhlarını bıraktıracağız… Zabıta kuvvetlerimize Fransız subayları alınacak… Fransızlar tarafından kurulacak zabıta kuvvetleri olduğu gibi kalacak… Fransa’nın boşaltacağı yerlerle, Elâzığ, Diyarbakır ve Sivas illerinin ekonomik gelişmesi için yapılacak teşebbüslerde üstünlük hakkı ve Ergani madenlerini işletme imtiyazı da Fransızlara verilecek… v.b.
Hükûmetimizce, bu sözleşmenin de kabul edilmemesinin sebeplerini sıralamaya gerek yoktur sanırım.”
Anadolu’nun hala işgal altında olduğu halkın savaşlarda perişan düştüğü bir kurtuluş mücadelesi verildiği dönemde bütün dünyaca yalnız bırakıldığı bir anda Bekir Sami Bey’in belki de iyi niyetli olarak imzaladığı bu antlaşma Mustafa Kemal tarafından reddedilmişidir. Eğer iddia ettikleri gibi Lozan yüz yıllık bir süreliğine imzalanmış olsaydı Mustafa Kemal Londra görüşmelerinde gösterdiği hassasiyeti Lozan’da niye göstermedi diye akıllara gelirdi. Lozan’da gizli maddelerin olduğunu İsmet paşa ile Lord Kurzon arasında geçen şu diyalog yalanlamaktadır.
Aylardır müzakere ediyoruz. İstediklerimizin hiçbirini alamıyoruz.
Biliniz ki, geri çevrilen isteklerimizin hepsini cebimize atıyoruz. Yorgun ve yoksul bir ulussunuz. Ülkeniz yıkık. Yarın, bunları onarmak ve kalkınmak için bizden yardım isteyeceksiniz. -ABD temsilcisini işaret ederek- para bende, bir de O’nda var. O zaman cebimizdekileri çıkarıp birer birer önünüze koyacağız.” (15 Eylül 1980, DTCF, Ankara)
Bugün bağımsız sınırları belli egemenlik yetkisini Türk milletinin kullandığı bir vaatanda yaşıyorsak, bunu Lozan antlaşmada kazandığımız haklara borçluyuz. Konumuzu ebedi önder Atatürk’ün Lozan antlaşmayla ilgili şu ifadesiyle son vermek istiyorum.
“Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk ulusu için siyasal bir utku (zafer) oluşturan bu Antlaşma’nın, Osmanlı tarihinde benzeri yoktur. Ulusumuz, bununla gerçekten övünebilir ve Türk Ulusunun yüksek bir yapıtı (eseri) olan bu Antlaşma’nın yüksek değerini değerlendirmesi gelen gençliğin, bunu geçmişte yapılmış antlaşmalarla karşılaştırması gerekir. Bu nedenle, Lozan görüşmelerinde her türlü siyasal mücadelelere göğüs gererek sonucu elde etmede bir zekâ göstermiş olan İsmet Paşa Hazretleri’ni saygı ile anmak görevimdir.”
(1927, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt V, syf. 47)
Milletler de canlı bir organizmadır. Üzerinde yapılacak cerrahi müdahaleler her zaman büyük riskler taşır. Millî bünyenin bağışıklık sistemini zayıflatacak unsurların çoğalmasına ve güçlenmesine zemin hazırlamak tedavisi güç toplumsal yaralar oluşturur. Millî kimliği etnik kimlik düzeyine indirgemek, devletin kuruluş felsefesiyle oynayarak sorunlara ‘çözüm’ aramak, etnik kimlik tartışmalarının süreklilik kazanması, etnik kimliklerin “kültürel kimlik olmaktan çıkarılıp siyasi ve hukuki kimliğe dönüştürme sürecine doğru ilerlemesi” toplumsal bütünleşmeyi değil, tehlikeli ayrışmaları tetikler. Küçük bir kartopu elinizdeyken sizin denetiminizdedir. Dağdan aşağıya attığınızda ise çığa dönüşür ve kısa sürede her şey denetiminizden çıkar. Üniter yapılı ulus-devletimiz birliğimizin, istiklâlimizin ve istikbalimizin sigortasıdır. Üzerinde ameliyat yapılmamalıdır.
Anayasanın değiştirilemez maddeleri arasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet yapısı niçin tercih edilmiştir? Tarihi ve sosyolojik arka planlarını inceleme ve anlama kaygısı olmaksızın millet, milletleşme süreci ve ulus-devlet kavramlarının tartışılması doğru mudur?
“Atatürk ‘Memleketin sahibi ve devletin kurucusu biz Türkler, necip kavim adı altında Araplara ve sarayın sadık hadimi Arnavutlara feda edildik’ diyerek yapılan tarihi hataya işaret etmiştir” . Çünkü necip ve sadık diye nitelenen gruplar ilk fırsatta kanlı ayaklanmalarla kendi kaderlerini tayin hakkını aramışlardır. 1821 Yunan isyanı ile başlayan bir asırlık çözülme süreci Türkler için sağ çıkanlar ile çıkamayanların öyküsünü anlatan korku tüneline dönüşmüştür. Justen Mc Charty “Ölüm ve Sürgün” kitabında bu dönemde sadece Balkanlarda 5 milyon sivil Müslüman Türk nüfusun yok edildiğini anlatmaktadır. Ne Osmanlıcılık, ne de ümmetçilik fikri siyasi birliği sağlayamamış ve felaketi önleyememiştir. Sarayın öz evladı devşirmeler ise ‘son görevlerini’ Paris’te Sevr’e imza atarak tamamlamıştır. Onlardan geriye kalan “Orta Anadolu bozkırlarında Damat Ferit ve takımının rakı masası yerleştireceği kadar büyüklükte bir vatan parçasıdır.” Kısaca özetlediğimiz bu toplumsal travma, millî mücadele sürecinin sonunda neden ulus-devlet kurulduğunun tarihi arka planıdır.
Bugün dünya devletlerinin büyük çoğunluğu ulus-devlettir. Ulus devletlerin temel özelliği tek bir millete dayanmasıdır. O milletin kültürü de aynı zamanda o coğrafyanın hâkim kültürüdür. İstiklâl Savaşı’nı kazanan ve devleti kuran aslî unsur doğal olarak da 1923’te kurulan ulus-devletin dayandığı aslî unsur ve hâkim kültür olmuştur. “ ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ sözü ile de ulus-devletin dayanacağı bu kimlik belirtilmiştir” .
Cumhuriyet yapay bir ulus inşasına girişmemiştir.
Tarihin en eski milletlerinden biri olan ve bu coğrafyada varlığını bin yıl kesintisiz sürdürmüş Türk milletinin, imparatorluk içerisinde ötekileştirilmiş millî kimliğinin yeniden onarılmasına ihtiyaç vardı. Bir anlamda ulus-devletin sağlam temeller üzerine inşa edilmesi için zeminin güçlendirilmesine çalışılmıştır. Başka bir ifadeyle Türk millî kimliğinin iade-itibarı süreci başlatılmıştır.
Çünkü Osmanlı Devleti’nde Türk ismi genelde hor görülmekteydi. Kaba- saba, cahil köylü gibi rencide edici ifadelerle anlamdaş kullanılmaktaydı. Basiret Gazetesi, Türk olduğunu söylemekten utanan gençlerden üzüntüyle bahsetmiş ve bu durumu tenkit etmiştir. Kâmusu’l-A’lam’da, Türk soyundan olan bazı kişilerin bu ismi kabul etmedikleri ve hakaret saydıkları belirtilmiştir.
Millî mücadelenin Başkomutanı, yeni kurulan cumhuriyetin de siyasi mimarı olan Atatürk millî mücadele sonrası bu kez de onarıcı liderlik özelliğiyle tarih sahnesine çıkarak, tarihin laboratuvarında üretilen en gerçekçi ve modern devlet formu olarak kabul edilen ulus-devlet şekli ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Türk sosyolojisinin kurucusu Ziya Gökalp’in “Millet toplumsal evrimin son aşamasıdır ve gerçek cemiyetler ancak milletlerdir” düşüncesini siyasi hayata tatbik etmiştir.
Uygulamaya konulan kültür ve eğitim politikalarının amacı Türkleştirme değil Türkleşmedir. Yüzyıllardır ihmal edilen, ötekileştirilen millî kimliğin yeniden onarılması için Türk’e yönelme, yitirilen kimliğin yeniden kazandırılması çabasıdır. Türk kültürünü bütün zenginlikleri ile ortaya çıkarma ve millî bilinç oluşturma çabalarına ağırlık verilmiştir. Tarihi millî motifler yeniden canlandırılmıştır. İki örnek vermek gerekirse; 1924’te Atatürk’ün başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu kararıyla İstanbul Üniversitesi bünyesinde Türk kültürünü ve medeniyetini dil, edebiyat, folklor gibi sahalarda araştırmak için kurulan Türkiyat Enstitüsü’nün amblemi yine Atatürk’ün isteğiyle karlı Tanrı Dağları’nın önünde elinde meşale olan bozkurt olarak belirlenmiştir. (Ancak bu yazıyı hazırlarken fark ettim. İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün internet sitesinde Atatürk’ün istediği şekilde tasarlanmış amblem belli belirsiz duruyordu, gizlemek için sanki özel gayret gösterilmiş gibiydi. ) “Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın Atatürk’e gönderdiği 30 Ağustos 1935 tarihli Zafer Bayramı Kutlama telgrafında ‘ulu Başbuğ’a’ ifadesi kullanılmıştır.” Böylece tarihin derinliklerine vurgu yapılarak milletin tarihi hafızasına uyarıcı sinyaller gönderiliyordu. 1931 ve 1932’de Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 1935’te Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Özetle, millî kültür canlandırılarak millî bilinç oluşturulacak bunun itici gücüyle millî menfaatler daha güçlü korunacak ve millî ülkülere ulaşılacaktır.
Atatürk “1924 yılında Orhun Yazıtları kitabını okuduktan sonra, Bilge Kağan’ın ‘Ey Türk, üstte mavi gök çökmedikçe altta yağız yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir ki. Ey Türk öykün ve kendine dön!’ dediği bölümün yanına, ‘Büyük Nutuk, böyle bir hitabeyle son bulacaktır’ diye not düştüğü kitap halen Anıtkabir’dedir.” Türk adını resmi devlet ismi şekliyle kullanan Göktürk’lerin Başbuğ’u milletine nasıl seslendiyse, Türk adıyla devlet kuran Cumhuriyeti’nin Başbuğ’u da “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diye bitirdiği Gençliğe Hitabe’sinde millete aynı şekilde seslenerek, Türk milletinin tarihsel bütünlük ve devamlılığına vurgu yapmıştır. Aynı şekilde “Ne mutlu Türk’üm diyene” özdeyişi de ırkçı bir meydan okuma değildir.
Sosyolojik analiz ile düşündüğümüzde bu söz; milletin yüzlerce yıl içerisinde zayıflatılmış tarihi hafızasının bilinçaltına yapılan bir sesleniştir. “Ayrıca kültürel gelişme açısından toplumlar sırayla klan, kabile, aşiret, ümmet ve millet olarak kabul edilmektedir. Yani millet en gelişmiş toplum biçimi ve toplumsal evrimin son aşaması olarak vurgulanmaktadır.” Atatürk bu özdeyişiyle milletin gerisinde kalan toplumların ilkelleşeceğine de vurgu yapmıştır. Türk millî kimliğinin dayandığı unsurlara ve Türk millî kimliğine dayanan değerlere karşı sistematik bir çabanın arttığını görüyoruz. Bu çaba içerisinde olanlar farklı siyasi kutuplarda olmalarına rağmen Türk kelimesine karşı ortak bir alerjileri vardır. Hayallerinde çok kültürlü, mozaik bir toplum inşası vardır. Türksüzleştirilmiş bir kimlik hayallerini bazen ikinci cumhuriyet, bazen de yeni Osmanlıcılık içinde saklayarak pazarlama çabasındadırlar. Dikkatlice bakıldığında pazarlamaya çalıştıkları ürünün paketinde made in CIA yazdığı görülebilir. Oysa hayallerindeki Türkiye ile mevcut Türkiye’nin kimlik yapısı çok farklıdır. Peter Andrews “Türkiye Cumhuriyeti’nde Etnik Gruplar” isimli çalışmasında Türkiye’de 47 etnik grubun varlığından bahsetmektedir. Türkleri, Türkmenleri ve Yörükleri farklı birer etnik grup olarak göstermesi hatta bunları kendi içinde alevi-sünni olara tekrar bölmesi ancak bilimsel görünümlü psikoloji savaş olarak değerlendirilebilir. Bu çalışmada hepsi öz Türk olan unsurlar 15 farklı grup olarak gösterilmiştir. Aynı kitapta Kürtler, Zazalar, Araplar da alevi-sünni olarak tekrar bölünerek gösterilmiştir. Türkiye gibi büyük nüfuslu bir ülkede sayıları onlar, binlerle ifade edilen Almanlar, Estonlar, Molokanlar, Polonezler, Osetler vb tali grupları ise 20 etnik grup olarak tasnif etmiştir. Özel amaçlı hazırlandığı anlaşılan bu psikolojik harp ürünü çalışma Türkiye’de umduğundan çok müşteri bulmuştur. Ne diyelim ha gayret, yok mu artıran?
Bu alanda en ciddi bilimsel çalışmayı yapan Prof.Dr. Ali Tayyar Önder’e göre “Bilimsel ölçütle ve uluslar arası kabulle bir ülkenin mozaik olabilmesi için ülkede mevcut etnik grupların toplamının ülke nüfusunun %35’ini oluşturması gerekir. Türkiye’de tüm bilimsel veriler ve resmi tespitler ortalamasıyla yüzde olarak en anlamlı ikinci büyüklükteki nüfus % 6.5 ile Kürtlerdir. Zazalar %1 ve Araplarda yine %1 oranlarındadır.” Bunu teyit eden bir başka çalışma “Avrupa Komisyonu’nun yayımladığı ‘Eurobarometer-Europeans and Languages’a göre Türkiye’de ana dil olarak Türkçe’yi gösterenlerin oranı %93’tür.”
Ulus ve ulus-devletle doku uyuşmazlıkları ve zihinsel çatışmaları hiç bitmeyen ‘siyasi ümmetçi’ bir grup var. Tarihin hiçbir döneminde ‘siyasi ümmetçilik’ ile siyasi birlik kurulamamıştır. Rüştünü ispatladığı bir dönem olmamıştır. “Milletten büyük hayali birimlerden birisi ‘siyasi ümmetçilik’ diğeri de Marksist ‘dünya proleteryası’ fikridir. Siyasi ümmetçilerin tarihte niçin marksizmin siyasi proleteryası kadar bile ciddi bir varlık gösteremediğini açıklamaları gerekmez mi?”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni üniter yapı ve ulus devlet dışında başka formüller ile dönüştürmek milli birliğimiz, istiklalimiz ve istikbalimiz için sonun başlangıcı olur. Unutulmamalıdır ki Anadolu coğrafyası aynı zamanda bir medeniyetler mezarlığıdır.