Etiket

boğazlar

Tarama

Rusya’nın tarihsel politikaları güney hat üzerinden sıcak denizlere açılma çabaları üzerine kurulmuştur. 17. Yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve 18. yüzyılda gerçek şeklini alan Rusların sıcak denizlere ulaşma hedefi, sonraki dönemlerde Rus dış politikanın ana omurgası haline gelmiştir.

Dünyanın Akdeniz merkezli güç mücadelesi olarak gerçekleşen olaylar, coğrafi keşifler dönemine kadar yoğun bir şekilde kendisini hissettirmişti. Coğrafi keşifler sonrasında kısmı olarak önemini kaybeden Akdeniz merkezli güç mücadeleleri, Süveyş kanalının açılmasından sonra tekrar eski haline dönmüştür.

Rusya 17. Yüzyıldan sonra bu mücadele sahasında aktif bir şekilde bulunmuştur. İngiltere ve Fransa, Rusya’yı Akdeniz’den uzak tutmak için zaman zaman Osmanlı devletine destek olmuşlardır. Osmanlı devleti de büyük güçler arasında yaşanan bu güç mücadelesi sayesine varlığını korumayı başarmıştır. Bu durum Osmanlının yaptığı diplomatik bir başarı olarak değerlendirilemez. Büyük devletlerarasındaki mücadele Osmanlı devletinin yaşamasını zorunlu kılmıştı.

Birinci dünya savaşına kadar İngiltere ve Fransa’nın öncülüğündeki devletler Akdeniz’de Rusya gibi güçlü bir devlet yerine Osmanlı gibi söz dinleyen güçsüz bir devletin varlığını tercih ettiklerinden, Osmanlı devleti varlığını koruyabilmiştir. Ancak Almanya ve İtalya’nın bu mücadeleye katılması, Osmanlı devletini yaşatma düşüncesi yerine bir an önce paylaşma düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Birinci dünya öncesinde yapılan gizli antlaşmalarla Osmanlı devletinin paylaşılması kararlaştırılmıştı. Aslında hedef Akdeniz üzerinde söz sahibi olma çabasıydı.

Birinci dünya savaşı Rusya’yı Akdeniz’den uzaklaştırma hedefleri üzerine çıkmışken birinci dünya savaşının bitmesi de Rusya’yı yaşatma çabalarıyla sonuçlanmıştır. Tarihsel paradokslar tarihsel çıkar mücadelelerinden başka bir şey değildir.

Birinci dünya savaşından sonra kutulan Sovyetler Birliği, jeopolitik denklemleri de gözeterek zaman zaman Türkiye’den toprak taleplerinde bulunmuştur.  İkinci dünya savaşı sırasında Sovyet Rusya Türkiye’nin savaşa dâhil olması için Türkiye’ye baskı yapmıştır. İkinci dünya savaşından sonra Türkiye’den Kars Ardahan ve Boğazları isteyen Sovyet Rusya’nın boğazlar üzerindeki taleplerinden vazgeçmediğini görmekteyiz.

1990’lı yılda Sovyetler Birliğinin dağılması, Rusya’nın Akdeniz’e inme hedeflerini geçici olarak ertelemesine neden olmuştur. Ancak 2000’li yıllardan itibaren hızlı bir şekilde toparlanan Rusya, ilk etapta Karadeniz üzerindeki hâkimiyetini geliştirip, tekrar Akdeniz üzerine yayılmacı politikalarına yönelme çabalarına girişmiştir.

Rusya, Karadeniz’e en büyük sınırı olan Türkiye’den daha fazla sınıra sahibi olma amacıyla ilk olarak doğalgaz kozunu kullanarak Gürcistan’ı üzerinde hâkimiyet kurmaya çalıştı.  Ancak batılı güçlerin Gürcistan’daki yeni yönetime aşırı derecede destek verme görüntüsü, Gürcü yönetimine aşırı güvenden kaynaklanan pervasızca hareket etme ortamı sağladı. Sonuç olarak Gürcistan Aphazya’yı işgal ederek Rusya’nın Gürcistan’a müdahale etmesine zemin hazırladı. Rusya’nın ön bahçesi olarak gördüğü Kafkaslarda yer alan Gürcistan’a müdahalesi dünyayı yeni bir soğuk savaşa girdirmiştir.

Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi Kafkasların soğuk savaş sonrası oluşan ABD lehine oluşan üstünlüğünün bittiği anlamına gelmektedir. Bölgedeki güçler dengelenmeye başlamıştır. Rusya Gürcistan’a müdahalesinin getirdiği güvenle Karadeniz’de önemli bir üs olan Kırımı ilhak etmiştir. Rusya’nın Kırıma işgali batının önemli bir müddefiki olan Ukrayna’nın çevrelenmesini sağlamıştır.

Avrasya satranç tahtasında önemli bir yere sahip olan Ukrayna, Rusya’nın Avrasyalı bir imparatorluk hedefin ulaşmasına sağlayacak bir kilittir. Ukrayna olmadan Rusya’nın hâkimiyeti Avrasya ile sınırlı olabilir. Ancak Ukrayna’yı ele geçirmiş bir Rusya Akdeniz’e açılacak önemli bir üs elde edecektir. Bu durum Rusya’yı küresel bir imparatorluğa dönüşecektir. Batı müddefiki olan Ukrayna’nın bağımsızlığını kaybetmesi, batının Avrasya’daki hâkimiyetine ciddi darbe vuracaktır. Bu durum da batıyı Polonya üzerende üslenmeye itecektir. Avrupa sınırlarından Avrasya’ya müdahale etmek zorun kalacak batılı güçler için Ukrayna’nın kaybedilmesi kabul edilemez bir durumdur.

Ukrayna aynı zamanda Rusya’nın dünyaya açılan kapısı durumundadır. Rus doğalgazının dünyaya pazarlaması şu anda Ukrayna üzerinden gerçekleşmektedir. Batılı devletler Ukrayna’nın bu konumunu kullanarak Rusya üzerine baskı kurma çabasına giriştirler. Rusya bu baskılara karşı Ukrayna’yı devre dışı bırakacak doğalgazı Avrupa’ya alternatif bir yoldan götürecek kuzey akım 2 projesini gündeme getirdi. Bu proje önemli oranda tamamlansa da ABD’nin baskısıyla hayata geçirilememektedir. Batının Ukrayna üzerinden Rusya’yı dize getirme çabalarına Rusya Ukrayna’yı işgal girişimiyle yanıt vermiştir.

Aslında Rus çıkarları için Ukrayna sadece bir amaçtır. Tarihsel olarak değerlendirdiğimizde Rusya’nın esas hedefi Akdeniz’e hâkim olmaktır. Akdeniz tarihte hiç olmadığı kadar dünya gündeminde yer almaktadır. Daha önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi Akdeniz’in son zamanlarda öneminin artmasının sebebi keşfedilen ve çıkarılmayı bekleyen olağanüstü miktardaki doğalgaz ve petroldür. ABD jeolojik araştırmalar merkezinin tahminine göre Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölge olan LEVANT HAVZA’SI diye bilinen bölgede 3,45 triyon metreküp doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol rezervinin bulunduğu açıklanmıştır. Bu rapor dünyanın en büyük doğal gaz rezervinin Akdeniz olduğunu göstermektedir. Yine aynı raporda Kıbrıs adası çevresinde 8 milyar varil petrol rezervi bulunmaktadır. Bunun da maddi değeri yaklaşık 400 milyar dolardır.

Rusya, ABD’nin Irak’ı işgali sırasında, işgale diplomatik tepki dışında bir tepki gösterememişti. Ancak, artık Rusya dünya dengelerini değiştirecek güce ulaştığına inanmaktadır. ABD’nin Irak’tan sonra Suriye’ye yayılma politikansa izin vermeyen Rusya, Suriye üzerinde Akdeniz’e açılacak bir koridor elde etmiştir. Ancak Rusya’nın Suriye ile bağlantısını sağlayacak direkt bir sınır komşuluğu yoktur. Suriye ile ilgili bütün bağlantılarını, Türkiye’nin havayolu, demiryolu, denizyolu ve karayolunu kullanarak sürdürmektedir. Bu nedenle Rusya küresel hedefleri için Türkiye’ye bağımlı durumdadır. Türkiye ile en ciddi diplomatik krizleri çıktığı dönemde bile ilişkilerini sürdürmesinin sebebi Suriye üzerinden Akdeniz’deki güç mücadelesinden kopmamak istemesidir.

Rusya’nın Gürcistan, Kırım ve Ukrayna hattı üzerinden Karadeniz’e yayılma çabaları, Karadeniz üzerinde daha fazla söz sahibi olup, 1833 yılı Hünkâr İskelesi antlaşması yoluyla boğazlarda elde ettiği kazanımları tekrar kazanması çabası olarak değerlendirebiliriz. Rusya’nın Türkiye’ye jeopolitik bağımlılığına karşı yaptığı hamle ise Türkiye’yi Rusya’ya; enerji, tarım, askeri ve turizm üzerinden ekonomik olarak bağımlı hale getirmek olmuştur. Bu saydığımız unsurlardan askeri alanı hariç tutarsa Türkiye Rusya’ya bağımlı durumdadır. Ukrayna meselesinin halledilmesinden sonra Türkiye’nin hedefe oturacağı tartışıma götürmez bir gerçektir.

Türkiye batıya alternatif politikalar üretme amacıyla Rusya’nın sıcak denizlere ulaşma hedeflerine ciddi katkı sağlamış durumdadır. Türkiye’nin Ukrayna’ya sattığı silahların, Rusya’nın Ukrayna’da tam hâkimiyeti sağlamasından sonra Rusya tarafından Türkiye’ye baskı yapması için bir mazeret olarak kullanacağını değerlendirebiliriz.

Dünya konjonktürü ikinci dünya savaşı öncesindeki gerilimlere benzer bir manzaraya dönüşmüştür. Yapılan hamleler ikinci dünya savaşı öncesini anımsatmaktadır. Bu durumda Türkiye’nin de yapması gereken 1936’da Montrö ile başlayıp ikinci dünya savaşında tarafsızlık politikasını izleyerek sürüdüğü başarılı dış politikasını tekrar hayata geçirmesi gerekir. Çünkü aynı tas, aynı hamam.

Dünyanın en önemli su geçiş yoları üzerinde bulunan İstanbul ve Çanakkale boğazı tarih boyunca devletlerarası ilişkilerde rekabet unsuru olarak önemini korumuştur. 15. Yüzyılın ortalarından itibaren İstanbul’un fethiyle başlayıp; Sinop, Trabzon ve Eflak- Boğdan’ın Türk egemenliğine geçmesiyle Karadeniz ve Marmara denizi bir iç deniz haline gelmişti. Karadeniz-Akdeniz arasında çok önemli bir geçiş alanı halinde bulunan boğazlarda tam bir Türk hâkimiyetinin başlamasıyla boğazlardan yabancı gemilerin geçişlerine izin verilmemiştir. Bu tarihten itibaren boğazlardan yabancı gemilerin geçişlerine kapalılığı sürekli bir kural haline getirilmişti. 16. yüzyıldan itibaren ilk önce 1536’da Fransa, 1579’da İngiltere ve 1598’de Hollanda’ya kapitülasyonların verilmesiyle boğazların yabancı gemilere kapalılığı ilkesi yumuşatılmıştır. Osmanlı devletinin güçlü olduğu dönemlerde verilen kapitülasyonlar Osmanlıya büyük faydalar sağlarken, Osmanlı’nın zayıfladığı dönemlerde kapitülasyonlar nedeniyle ilgili devletler boğazlar üzerinde baskı kurmaya başlamışlardır. 1699 Karlofça antlaşması ile Karadeniz’in statüsü değişmeye başlamıştır. Artık Ruslar, Karadeniz’e açılacak bir üst elde etmişlerdi. 1774 yılındaki Küçükkaynarca antlaşması sayesinde Ruslar, Karadeniz’de kendi gemileri ile ticaret yapmak ve ticaret gemilerini boğazlardan geçirmek hakkını elde etmişleridir. Bu durum Karadeniz ve boğazlardaki Türk egemenliği için bir dönüm noktasıdır. Ruslar, 1784’te Kırım’ı işgal ederek Karadeniz’e resmen yerleşmişlerdir. 1802 yılında Fransızlarla imzalanan Paris antlaşması ile Karadeniz’e Fransız gemilerinin girmelerine izin verilmiştir. İlk defa Karadeniz’e kıyısı olmayan bir devletin Karadeniz’e girme hakkının elde edilmesi boğazların uluslar arası bir statü kazanmasına neden olmuştur. 1829’daki Edirne antlaşması ile Ruslar, boğazlardan bütün devletlerin ticaret gemilerinin geçebileceğini Osmanlıya kabul ettirmiştir. Böylece boğazların kapalılığı ilkesi sona ermiştir. 1830 yılında Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanını bastırmakta zorlanan II. Mahmut, Ruslardan yardım istemiştir. II. Mahmut’un tarihe “denize düşen yılana sarılır.” sözüyle geçen meşhur sözü Osmanlı’nın çaresizliğinin bir göstergesidir. Bu fırsatı hemen değerlendiren Rus savaş gemileri hemen boğazlara demirlemiştir. 1833’de imzalanan Hünkâr İskelesi antlaşmasıyla Rus savaş gemileri boğazlardan geçme hakkını elde etmişlerdir. Böylece resmen boğazlar devletlerarası bir sorun haline gelmiştir. Akdeniz’de ve boğazlarda güçlü bir Rusya’nın çıkarlarına aykırı olduğunu gören diğer devletler boğazların statüsünü kendi çıkarlarına çevirmek için girişimde bulunmuşlardır. Bu girişimleri sonucunda 1841 yılında Londra Boğazlar antlaşması imzalanmıştır. İngiltere ve Fransa Hünkâr İskelesi antlaşması ile boğazların Rus savaş gemilerine açılmasından rahatsız olmuşlardır. Rusya’ya baskı yaparak bu antlaşmanın uygulanmasına izin vermemişlerdir. Antlaşması süresinin sekiz yıl sonra dolması üzerine hemen 1841’de Londra’da boğazlar ile ilgili bir konferans toplanmıştır. İlginçtir ki, konferansa sınırı olmamasına rağmen Avusturya ve Prusya da katılmıştır. Londra konferansının amacı boğazları Osmanlı ve Rus egemenliğinden çıkarıp Avrupalı devletlerin egemenliğine vermektir. Londra antlaşmasıyla boğazların koruyuculuğu beş devlete verilmişti. Bu durum boğazlarda yetkinin beş devlete verilmesi anlamına geliyordu ki, Osmanlı devleti boğazlar üzerindeki egemenliğini ciddi derecede kaybetmişti. Avrupalı devletler Londra antlaşması ile Rusların sıcak denizlere inme hayalini engellemişlerdir. Osmanlı devletinin devletlerarası rekabetten yaralanıp usta bir diplomasi ile varlığını sürdürdüğü iddiasının ne kadar geçersiz bir iddia olduğunu Londra boğazlar antlaşması göstermektedir. Osmanlı’nın varlığını sürdürmesi büyük devletlerin paylaşım sorunundan kaynaklanan bir durumdur. İlerleyen dönemlerde Rusya boğazların statüsünü kendi lehine çevirip savaş gemilerini boğazlardan geçirme girişimleri, İngiltere’nin karşı çıkmasıyla engellenmiştir. Birinci dünya savaşının çıkmasından hemen sonra Rusya’da Bolşevik ihtilalı meydana gelmiştir. İtilaf devletlerinden olan İngiltere ve Fransa bir an önce Ruslara yardım edip Çarlık Rusya’sının yönetimde kalıp kendi yanlarında savaşı sürdürme istekleri nedeniyle boğazları aşıp Rusya’ya yardım etmeye karar verdiler. 1915’de Çanakkale savaşı olarak anılan bu savaşta İngiltere ve Fransa çok ağır bir yenilgi almıştır. Böylece boğazları aşıp Rusya’ya yardım etme girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Bunu takip eden dönemlerde Osmanlı devletinin birinci dünya savaşında yenik sayılmasıyla İngilizler İstanbul’u 1918’de işgal ederek boğazlardaki hâkimiyeti ele geçirmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde başlatılan kurtuluş savaşı ile Anadolu’da Türk egemenliği tekrar sağalmıştır. Ardından 1922’de İmzalanan Mudanya ateşkes antlaşması ile İngilizler boğazlar ve İstanbul’dan çekilmişlerdir. Boğazlardaki işgalin sona ermesine rağmen büyük devletlerin boğazlar üzerindeki talepleri sona ermemiştir. Kurtuluş savaşı sonrası imzalanan Lozan antlaşmasında boğazlar meselesi Türkler lehine tam olarak çözümlenememiştir. 24 Temmuz 1923’de Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Rusya ve Yugoslovya arasında “Boğazlar Sözleşmesi” yapılmıştı. Buna göre Çanakkale Boğazı’nın dğu ve batısında 20 kilometrelik bir alan ile İstanbul Boğazı’nın doğu ve batısında 15 kilometrelik alan ve Marmara denizindeki adalar askersiz hale getirilmiştir. Bu bölgelere askes yığma yasaklanmıştı. Bu bölgenin güvenliği Milletler Cemiyetine verilmişti. Bu statünün yürütülmesi için Türkiye başkanlığında ilgili devletlerden oluşan “Boğazlar komisyonu” kurulmuştu. Boğazlardaki komisyonun devam etmesinin karalaştırıldığı anlaşmayı Türkiye içine sindirememiştir. Türkiye, boğazlar üzerindeki egemenliğini sınırlayan bu sözleşmeyi o günün koşullarında kabul etmek zorunda kalmıştı. İlk bulduğu fırsatta boğazlardaki statünün değiştirilmesi için girişimde bulunacaktır. Türkiye’nin beklediği fırsat II. Dünya savaşı arifesinde gelmiştir. Türkiye, boğazlardaki komisyona bağlı olarak oluşan statüyü değiştirmek için Londra’da 24 Mart 1933’de toplanan “Silahların Azaltılması ve Sınırlandırılması Konferansında” dile getirmiş ama bir sonuç alamamıştır. Almanya’nın Versay antlaşmasını tanımadığını açıklaması üzerine Milletler Cemiyeti Konseyi, 17 Nisan 1935’de olağanüstü gündemle toplanmıştır. Türk Dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, Türkiye’nin boğazların statüsünü değiştirmek isteğini dile getirmiştir. Akdeniz ve Avrupa’da Almanya ve İtalya kaynaklı bunalımlar Türkiye’nin haklılığını ortaya koymuştur. Bunun üzerine Türkiye, 10 Nisan 1936’da, Lozan antlaşmasında oluşturulan Boğazlar Sözleşmesi’nde imzası bulunan devletlere nota göndererek, Sözleşmenin 18. Maddesindeki boğazların çevresinin silahsızlandırılması hükmünün artık geçerliliğinin yitirdiğini dile getirerek bu maddenin kaldırılması gerektiğini belirtti. Türkiye’nin bu çağrısına başta İngiltere olmak üzere diğer üye devletler olumlu cevap verdi. İtalya dışında devletlerin olumlu karşılamaları üzerine Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirmek üzere 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö kentinde bir konferans toplandı. Bu konferansa Türkiye, Avustralya, İngiltere, Bulgaristan, Fransa, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya katıldı. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile boğazlarda Türk egemenliğini esas alan bir düzenleme yapılmıştır. Lozan’da kurulan Boğazlar komisyonu kaldırılmıştır. Boğazlar çevresinde askersiz bölge kararından vazgeçilmiştir. Türk askerlerinin boğazları kontrol edeceği kabul edilmiştir. Boğazlardan geçen yabancı ticaret ve savaş gemilerinin durumu Türkiye’nin siyasi durumu ve idaresine bağlanmıştır. Bu siyasi durumlar; barış hali, yakın savaş tehlikesi, savaş hali ve Türkiye’nin girmediği savaş hali olmak üzere dört bölüme ayrılmıştır. Böylece Türkiye boğazlardaki egemenliğini sınırlayan durumları usta diplomasisi sayesinde ortadan kaldırmıştır. Boğazlardan ticaret gemilerinin Montrö’ye göre serbest geçiş hakları belli bir süre sonra deniz trafiğine ve boğazları güvenliğine zarar vermeye başlamıştı. Türkiye, bu sorunu halletmek için 1 Eylül 1993’de Montrö çerçevesinde yeni “Boğazlar ve Marmara Denizi Trafik Düzenleme Tüzüğünü hazırladığını açıkladı. 1994 yılında Türkiye bir nota vererek Montrö’de boğazlarda ticaret gemilerinin sınırsız geçiş hakkı maddelerinin uygulamamasını istedi. Rusya’nın bütün itirazlarına rağmen Türkiye, boğazlarda ve Marmara Denizi’nde seyir, can, mal ve çevre düzenlemesini öngören “Boğazlar Tüzüğü”nü 1 Temmuz 1994’de uygulamaya koydu. Böylece boğazlarda yeni bir kazanım daha elde eden Türkiye, boğazlardaki tıkanıklığın aşılmasını ve güvenli geçişlerin sağlanması hakkını kazandı. Günümüzde Montrö sözleşmesinin yetersizliği ya da boğazların geçişlere ihtiyaç vermediği gibi bir takım tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışmaları çıkaranlara 1994 yılında uygulanmaya başlayan “Boğazlar Tüzüğü”nü hatırlatmakta yarar vardır.