Tag

aydınlanma

Browsing

Aydınlanma, çağının ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaşılabileceği ve bu doğru bilgi ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Diğer yandan bilim alanındaki önemli gelişmeler de aydınlanma çağına öncülük eder ve bu çağda ayrıca çok yoğun yeni bilimsel gelişmeler kaydedilir.

Aydınlanma hareketleri toplumların dönüşümünde önemli bir unsurdur. Genel itibariyle toplumsal kalkınmanın sağlandığı bu aşamanın oluşması oldukça güç şartlarda gerçekleşmektedir. Asıl önemli olan toplumsal gelişmenin anahtarı durumundaki aydınlanma hareketlerinin toplumsal ihtiyaç haline getirilmesidir. Bu toplumsal güdünün sağlanması ortak toplumsal ihtiyaç etrafında birleşmekle mümkün olur.

Bir toplumu oluşturan bireyler toplumun refahını ve mutluluğunu kendi refah ve mutluluğundan daha üstün saydıkları takdirde toplumsal kalkınma gerçekleşebilir. Yani bir kitle hareketi bireyselcilikten toplumcuğa doğru yönelirse başarı kazanır. Aydınlanma ise başlı başına toplumsal kalkınma dinamiklerinin önünün açılmasıdır. Toplumu çağdaş bir seviyeye sokarak toplumsal kalkınmayı gerçekleştirmek aydınlanmacı hareketin amacıdır.

Aydınlamacı hareketlerin gelişmesinde toplumsal birlik ve beraberliğin çok büyük katkıları olmuştur. Bu bakımdan milliyetçilik hareketlerinin yaygınlaştığı toplumlarda aydınlanma hareketleri daha hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir.

Milliyetçilik hareketleri toplumsal bir bütünlük sağlar. Toplumların ortak yapılarının güçlenmesi ve zenginleşmesi milliyetçilik hareketlerinin yaygınlaşmasına bağlıdır. Yaşadığı toplumun refahının söz konusu olduğu durumlarda bireyler ortak duygu etrafında birleşmeyi milliyetçilik hareketleriyle gerçekleştirirler.

Aydınlanma hareketleri, hiç kuşkusuz, toplumsal refahı getirecektir. Bu nedenle milliyetçilik hareketlerinin başladığı yerlerde aydınlanma hareketleri de başlar. Fransız ihtilalı ile yayılışa geçen milliyetçilik hareketleri Avrupa’da aydınlanma anlamında çok hızlı dönüşümlerin yaşanmasına neden olmuştur. Aynı şekilde Japonya’da milliyetçi hareketler yaygınlaşmasaydı, Japonya’nın II. Dünya Savaşından sonra yeniden kalkınması mümkün olmayacaktı. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’yi inanılmaz bir modernleşme sürecine sokmasında da, hiç kuşkusuz, milliyetçi bir heyecanın büyük etkisi olmuştur.

Türkiye’nin kuruluş felsefesinde bulunan Türk milletçiliği düşüncesi, Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkma idealinin bir aracıdır. Bu nedenle Türk milliyetçilik hareketini gerici, şoven ya da ırkçı olarak tanımlamak tamamen deli saçmasıdır.

Nasıl bir milliyetçilik?

Dünya örneklerinde de belirttiğimiz gibi milliyetçilik hareketleri toplumsal aydınlanmada önemli bir rol üstlenmektedir. O halde toplumsal kalkınmada etkisinin çok önemli olduğu bu milletçilik düşüncesinin doğru tahlil edilmesi ve uygulanması çok önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durumda, Atatürk’ün belirlediği Türk Milliyetçiliği düşüncesinin çok iyi algılanması gerekmektedir. Atatürk’ün “Dünyanın bize hürmet göstermesini bekliyorsak evvela bizim kendi benliğimize ve milletimize bu hürmeti hissen, fikren ve fiilen bütün ef’al ve harekâtımızla gösterelim. Bilelim ki milli benliği bulunmayan milletler, başka milletlerin şikârıdır.”sözünün Türk milliyetçiliği düşüncesinin temelini oluşturacağı kanaatindeyiz.

Milliyetçilik anlayışının oluşabilmesi için milleti oluşturan unsurların iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Bir ülkenin asli unsurunu o ülkede yaşayan ve adına millet ya da ulus dediğimiz topluluk temsil eder. Millet; vatan, dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal topluluktur. Bu açıdan bakıldığında milleti oluşturan unsurları şu şekilde ifade etmek mümkündür:

Maddi unsurlar: Soy birliği, vatan birliği ve ekonomi birliğidir.

Manevi unsurlar: Dil birliği, din birliği ve dilek birliğidir.

Milleti oluşturan unsurlar, toplusal birliği ve beraberliği; milliyetçilik anlayışı da bu biriliğin ve beraberliğin daha da pekişmesini sağlamaktadır. Bu açıdan balkıdığında, aydınlamacı hareketlerin toplum nezlinde daha etkin bir şekilde yaygınlaşabilmesi için mutlaka milliyetçi bir harekete ihtiyaç duymaktadır. Topluma yön veren aydın sınıfının milliyetçi bir düşünceye sahip olması, aydınlanmacı hareketin toplumun eğilimleri doğrultusunda şekillenmesine neden olur. Bu konuya ışık tutması bakımından Atatürk’ün şu sözünü iyi anlaşılmalıdır. “Aydınlarımız, milletimi en mutlu yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapayım der. Ama düşünmeliyiz ki, böyle bir teori hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, başka bir millet için felâket olabilir. Aynı sebep ve şartlar birini mutlu ettiği hâlde diğerini bedbaht edebilir. Onun için millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, gelişmelerinden istifade edelim, ama unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.

Hiçbir aydınlanmacı hareket, milliyetçi bir yapı olmadan başarılı olamayacağı gibi; hiçbir milliyetçi hareketin de aydınlanmacı bir amaç gütmeden yaşabilmesi mümkün değildir. Aydınlanma, toplumun çağa uygun bir yapıya büründürülmesidir. Bu nedenle milliyetçi anlayışılar çağın gereklerini özümsemiş olmalı ve kendini çağa uygun bir şekilde yapılandırmalıdır. Salt söz öbekleri ve sloganlara bağlı bir milliyetçilik anlayışı yerine toplumun ihtiyaç duyduğu kalkınma hedeflerini yerine getirecek bir güven ortamı yaracak eylem safhasına geçmiş milliyetçilik anlayışı, ancak aydınlanmacı anlayışla sağlanabilir.

Toplumumuzun bekası için mutlaka Türk milliyetçiliğinin yaşatılması gerekmektedir. Toplumsal doku ancak Türk milliyetçiğiyle korunabilir. Toplumsal birliği oluşturmada kullanılan bu anlayışla Türk milletinin muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma ülküsü yerine getirilebilir.

Türkiye Cumhuriyeti kan ve irfan üzerine kurulmuş bir devlettir. Dünya’da örneklerine az rastlanır bir kurtuluş savaşından sonra kendisinden hiç beklenmeyen çağdaşlaşma hareketine gerçekleştirmiştir. Kurtuluş savaşını kan üzerine kurulurken çağdaşlaşma hareketi irfan üzerine kurulmuştur. Dünya’da esaret altında yaşamaya başkaldırmış pek çok ülke vardır. Ancak, Dünya’da Türkiye gibi bağımsızlık savaşı sonrası enkaza dönüşmüş bir ülkenin bütün Dünya’yı hayran bırakacak çağdaş atılımları gerçekleştirecek başka ülkesi yoktur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu eşiz önder Mustafa Kemal Atatürk, yüzyıllardır milletimizin yakasına yapışmış kötü gidişatın nasıl durdurulacağını anlayan ilk ve tek önderdir. Devletin ve milletin kurtuluşunun askeri güçlerden ziyade eğitim ordusunun yapacağı atılımlarla gerçekleştirileceğine yürekten inanmış bir kişidir. Öyle ki, Kurtuluş Savaşı’nın en şiddetli geçtiği ve Yunan ordusunun Polatlı yakınlarına kadar gelip, Yunan toplarının mecliste duyulduğu dönemde bile öğretmenlerle toplantı yapması, Mustafa Kemal’in milletin kurtuluşu için ne kadar gerçekçi atılımlar yaptığını göstermektedir. Çünkü bizim asıl düşmanımız cehalet ve sefaletti. Ülkemizin işgale maruz kalmasının en büyük sebebi çağdaşlaşma ve modernleşme yarışında geri kalmamızdır. Milli mücadele döneminde bile eğitim hizmetlerinin aksatılmaması için azami gayret sarf edilmiştir. Düşmanla yoğun ve etkili mücadele verilirken eğitim hizmetleri aksatılamamaya çalışılmıştır. Cumhuriyet’in ilan edildiği yıl olan 1923’te ülke genelinde toplam 10.102 ilkokul öğretmeni vardı. Bunların sadece 1081’i kadındı. Bu öğretmenler de medreselerde 1-2 yıllık oldukça yetersiz sayılabilecek bir eğitimden sonra mezun olarak öğretmenliğe başlamış kişilerdi. Halkın okuma yazma oranı yüzde onlara bile ulaşmıyordu. Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’in ilanından sonraki yaptığı işler kurtuluş savaşındaki yaptığı işlerden daha zor olmuştur. Çünkü O, hiçbir liderin istemediği bir işe, halkını aydınlatma işine, girişmiştir. Yeni alfabenin kabulü ile yazı dili ile Türkçe arasındaki uyumsuzluk ortadan kaldırılmıştır. İnanılmaz bir hızda okuma yazma seferberliği başlatılmıştır. Öncelik halkın bir an öce okuma yazma öğrenmesiydi. İlk etaplarda eğitmen konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Eğitmen açığını kapatmak için askerlik görevlerini yapanlardan okuma yazma bilenler eğitmen olarak görevlendirilmiştir. Eğitmen sorunu gidermek için daha sonra köy enstitülerinin temeli sayılabilecek Köy Öğretmen Okulları açılmıştır. Köy enstitülerinin kurulmasını sağlayan Atatürk’ün mirasının yeni nesillere aktarılmasında çok önemli görevleri olan Hasan Ali Yücel, Türk aydınlanma devriminin en önemli ayağını inşa etmiştir. Sakarya Savaşı sırasında Atatürk’ün düzenlediği Maarif Kongresine katılan 250 öğretmenden biri olan Hasan Ali yücel, Atatürk’ün gelecek nesilleri güvenle emanet edeceği bir öğretmendi. Uzun yıllar milli eğitim müfettişliği yaparak Anadolu’daki eğim sorunlarına yerinde tanık olmuştur. 1930 yılında bakanlıkça Fransa’ya gönderilen eğitim müfettişleri içerinde olan Yücel, modern eğitim sistemi hakkında geniş çaplı bilgi sahibi olmuştur. Hem müfettişliği nedeniyle Anadolu’yu karış karış karış gezen, hem de Avrupa’daki modern eğitim yapısı hakkında bilgi sahibi olan Yücel, filozofça bir seviyeye ulaşmıştır. 1931 yılında Mustafa Kemal’in bir toplantıda Türk milletinin nasıl kurtulacağını sorduğunda Hasan Ali Yücel, “Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacı duymazsa o zaman kurtulur.” diye cevap vererek Mustafa Kemal’in beğenisini kazanmıştır. 1932 yılında toplanan Türk Dil Kurultayı’nda dilin sadeleşmesi çalışmalarında önemli katkılar sunmuştur.

Atatürk’ün ölümünden sonra Milli Eğitim Bakanlığına Saffet Arıkan’dan sonra Hasan Ali Yücel getirilmiştir. Bakanlığındaki ilk icraatı 1939’da birinci eğitim şurasını toplamak olmuştur. Eğitim sorunlarına çözüm için geniş çaplı katılım sağlanan şurada önemli kararlar alınmıştır. Öğretmenler arasındaki iletişimi sağlamak için Tebliğler dergisi aynı yıl çıkmaya başlamıştır. Hasan Ali Yücel gelişmiş ülkelerin aydınlanma hareketlerinde önemli yeri bulunan dünya edebiyatı klasiklerinin Türkçe çevirilerinin yapılmasında oldukça aktif rol oynamıştır. Hatta birçok klasiği bizzat kendisi çevirmiştir. Böyle O’nun zamanında 496 eser Türkçe’ye çevrilmiştir. Hasan Ali Yücel’in eğitim hayatındaki en önemli başarısı hiç kuşkusuz köy enstitüleridir. Köy enstitüleri 17 Nisan 1940 yılında kabul edilen 3803 yasa ile kurulmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında halkın yüzde 80’den fazlası köylerde yaşıyordu. 40 bine yakın bulunan köylerin neredeyse hiçbirinde okul bulunmuyordu. Halkın büyük bölümünü okuma yazma bilmediği, temel sağlık bakımları konusunda oldukça bilgisiz olduğu, tarım teknikleri ve tarımsal üretim konusunda kara cahil olduğu bir dönemde köy enstitüleri, Türk köylüsünün makûs talihini değiştirmek amacıyla kurulmuştur. Köy çocuklarının yetiştirilmesi için, köyün içinden çıkan köyü ve sorunlarını bizzat yaşayarak bilen köy çocukları, köy enstitüleri ile kara yazgılarını değiştirecekti. 1940 yılından 1948 yılına kadar toplam 21 köy enstitüsü kurulmuştur. Bu enstitülerin o zaman zor şarlarında ne kadar heybetli yapılar olduğunu günümüzde kurulan tabela üniversiteleriyle kıyaslarsak daha iyi anlayabiliriz. İşte Türk Rönesanssının mabetleri olan 21 köy enstitüsü: Ad/Bulunduğu İl Kuruluş Tarihi 1946’ya Kadar Çalışan Müdürlerin Adı Akçadağ / Malatya 1940 Şinasi Tamer, Şerif Tekben Akpınar-Ladik/ Samsun 1940 Nurettin Biriz, Enver Kartekin Aksu / Antalya 1940 Talat Ersoy, Halil Öztürk Arifiye / Sakarya 1940 Süleyman Edip Balkır Beşikdüzü / Trabzon 1940 Hürrem Arman, Osman Ülküman Cılavuz / Kars 1940 Halit Ağanoğlu Çifteler / Eskişehir 1937 Remzi Özyürek, M. Rauf İnan, Osman Ülkümen Dicle / Diyarbakır 1944 Nazif Evren Düziçi / Adana 1940 Lütfi Dağlar Erciş / Van 1948 İbrahim Oymak Gölköy / Kastamonu 1939 Ali Doğan Toran Gönen / Isparta 1940 Ömer Uzgil Hasanoğlan / Ankara 1941 Lütfi Engin, Hürrem Arman, M. Rauf İnan İvriz / Konya 1941 Recep Gürel, İ. Safa Güner Kepirtepe / Kırklareli 1938 Nejat İdil, İhsan Kalabay Kızılçullu / İzmir 1937 Emin Soysal, Hamdi Akman, Talat Ersoy Ortaklar / Aydın 1944 Hayri Çakaloz Pamukpınar / Sivas 1941 Şinasi Tamer Pazarören / Kayseri 1940 Sabri Kolçak, Şevket Gedikoğlu Pulur / Erzurum 1942 Ahmet Korkut, Aydın Arıkök Savaştepe / Balıkesir 1940 Sıtkı Akkay Kaynak: http://koy-enstituleri.uzerine.com/index.jsp?objid=4929

Köy enstitülerinde sanattan edebiyata bilimden felsefeye, tarımda inşaata ve müzikten biçki dikişe karar köylünün ihtiyacı duyulan her bilgi öğretilmiştir. Oradan mezun olan her öğretmen köylünün bütün ihtiyaçlarına cevap verecek birikime ulaşıyordu. Türk aydınlaması için bulunmaz bir fırsat olan köy enstitüleri günlük siyasi kısır tartışmalara kurban gitmiştir. Sadece birkaç köy ağasının rahatsızlığından, Türkiye’nin bin yılını aydınlatacak muazzam yapılar heder edilmiştir. Üstüne bir de Hasan Ali Yücel’e acımasız bir biçimde haksız saldırılar yapılmış ve iftiralar atılmıştır. Ailesini ihmal etme pahasına Türkiye’nin aydınlanmasında canını ortaya koyan güzel gözlü Hasan Ali Yücel’i saygı minnet ve özlemle anarken büyük şair olan Can Yücel’in babasına yazdığı şiirle yazıma son veriyorum. BEN HAYATTA EN ÇOK BABAMI SEVDİM… Hayatta ben en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek- Nasıl koşarsa ardından bir devin O çapkın babamı ben öyle sevdim Bilmezdi ki oturduğumuz semti Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi! Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan bakardım nereye gitti Öyle öyle ezberledim gurbeti Sevinçten uçardım hasta oldum mu 40’ı geçerse ateş, ağrırlar İstanbul’a Bir helalleşmek ister elbet, diğ’mi, oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oyununu Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim Hayatta ben en çok babamı sevdim… şiire dair satırlar salt babaya özel ancak et,tırnaktan ayrılabilir mi hiç! bu duygu yüklü Can YÜCEL şiiri o ayrılmaz ikili canımız,kanımız ana_babalarımıza armağan olsun… ölmüşlerimizin ruhu şad olsun!

Yüzyıllar boyunca sadece askere alınacak veya vergi toplanacak insan sayısı olarak anılan Türkler Atatürk sayesinde anayasal hakları olan birey haline gelişmişti. Türklerin Anadolu’da yüzyıllar boyunca ihmal edilmesi, halkın yoksul, cahil ve çaresiz kalmasına sebep olmuş, sonunda Anadolu işgal edilmiş ve haklımız yıllarca başka devletlerin esaretinde ağır bedeller ödemişti. Bütün olumsuzluklara rağmen başlatılan destansı kurtuluş mücadelesiyle halk, canını dişine takıp son bir gayretle yurdumuzun işgalden kurtarılmasını sağlamıştır. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin bir daha esareti yaşamaması için amansız bir mücadele içerisine girmiştir. En başta yüzyıllardır cahil bırakılan halkın eğitim sorunuyla ilgilenmek gerekiyordu. Eğitim ilk olarak okuma yazmayla başlar. Cumhuriyet kurulduğunda okuma yazma oranları yüzde yediler civarındaydı. Maksat sadece halkın okuma yazma öğrenmesi değildi. Düşünen, üreten ve sorgulayan özgür bireyler yetiştirmek Atatürk’ün en büyük ülküsüydü. Okuma yazma seferberliğinin düzenlenmesi yeni harflerin kabulüyle başlamıştır. Halkın yüzde seksenine yakını köylerde yaşıyordu ve buralarda okuma yazma oranları neredeyse yok denecek kadar azdı. Eğitimin kurumsal olarak yaygınlaştırılması amacıyla 1935 yılında önemli kararlar alınmıştır. Alınan kararlar gereğince, askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapan köy gençlerinin kısa bir eğitimden geçirilerek kendi köylerinde eğitmen olarak görevlendirilecekti. İlk uygulama 1936’da başladı ve 84 köylü genç Eskişehir’e bağlı Çifteler’de açılan bir kurstan sonra köy eğitmeni olarak görevlendirildi. Uygulamanın başarılı olması üzerine kursların sayısı artırıldı, eğitmenlere toprak, tohumluk ve tarım araç-gereci de verilerek bulundukları bölgede tarımsal çalışmalara öncülük etmeleri sağlandı. 1937’de konu daha kapsamlı bir biçimde ele alındı ve Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ın hazırlattığı bir program çerçevesinde Eskişehir Çifteler’de (1937), İzmir Kızılçullu’da (1937), Edirne Kepirtepe’de (1938) ve Kastamonu Gölköy’de (1939) deneme niteliğinde olan ve köy enstitülerinin temeli sayılan dört Köy Öğretmen Okulu açıldı. Edirne’deki okul önce Karaağaç’ta öğretime başladı, sonra Kepirtepe’ye nakledildi. Köy öğretmen okullarından gerekli verimin alınamaması üzerine eğitmen yetiştirme sorununa daha kalıcı çözüm üretmek amacıyla Köy Enstitüleri kanunu 17 Nisan 1940 yılında TBMM’de görüşülüp 278 oyla kabul edilmiştir. Oylamaya katılmayan 148 milletvekili daha sonraları köy enstitülerinin kapatılması için sinsice çalışmalar yapacaktır. İlköğretim genel müdürlüğüne aslen ataması yapılan İsmail Hakkı TONGUÇ ve dönemin milli eğitim bakanı olan Hasan Ali YÜCEL’in köy enstitülerinin kurulmasında ve geliştirilmesinde olan üstü çabaları olmuştur. İsmail Hakkı TUNGUÇ, eğitim enstitülerine neden gereksim duyduklarının şöyle dile getirmiştir: “Otuz bin köy öğretmen bekliyor. Şehir öğretmen okullarından aldığımız öğretmenler şimdiye kadar atı yüzü geçmedi. Her köyün ihtiyaç duyduğu öğretmeni böyle giderse yüz milyon Türk lirası harcayarak ancak 100 yılda karşılayacağız. Oysa köy enstitüleri sayesinde sadece 27 milyon Türk lirası harcayarak on yıl içinde bu hedefe ulaşabiliriz.” (Kemal Tahir Bozkırdaki Fidan) Aslında köyden gelen eğitmenin yine köye giderek öğretmenlerin köye uyum sorunu ortadan kaldırılmış oluyor. Maksat köylüyü eğitim, kültür ve maddi yönden kalkındırmaksa köy enstitüleri dönemin şartlarında bulunmaz bir fırsattı. Köy enstitüleri, eğitime bireysellik temelinde başlamıştır. Bireysel farklılıkların gözetildiği, çevre ve zamanın koşullarının gözetildiği, üreticiliğin temel gaye edindiği ve karma eğitim ilkelerine göre hareket eden çağdaş eğitim kurumlarıydı. Enstitülerin kurulduğu yıllarda halkın yüzde sekseninin köylerde bulunduğu ve buralarda okuma yazma oranlarının yüzde bire bile ulaşmadığı, kadının toplumsal hayat ve iş hayatında etkisinin hiç olmadığı bir ortamda köy enstitülerinin kuruluş ilklerinin ne kadar cesur bir hedefe göre şekillendiğini görebiliriz. Bu nedenle köy enstitülerini istemeyenler sadece 1940 yılındaki meclis oturumuna katılmayan 148 milletvekili değildi. Halkın yüzlerce yıla dayanan cahillikten kaynaklanan önyargılarının köy enstitülerine ciddi muhalefet ettiğini görmekteyiz. Başta Emin Sazak olmak üzere birçok milletvekili halkın önyargılarını kendi propaganda amaçları doğrultusunda kullanmışlardır. Durumu dönemin Milli Eğitim bakanı Hasan Ali YÜCEL şöyle özetlemektedir. “İlköğretim davası feodal sistemle kendisini idare etmek isteyenlerin samimi olarak istemeyeceği bir davadır.” Cumhuriyetin ilk yıllarında 40 bin civarında bulunan köylerimizde katı bir feodal yapı söz konusuydu. Topraksız köylü, köy ağalarının boyunduruğuna giren köle durumundaydı. Köylü için köy ağları her şeydi. Bütün işler, evlenme dahil, köy ağalarına sorularak yapılıyordu. Ancak köy enstitülerinden mezun olan idealist cesur öğretmenler sayesinde köy ağalarının egemenlikleri ciddi derecede sarsılmıştır. Enstitü mezunu öğretmenler köylüye hem üreterek ekonomik bağısızlıklarının yolunu öğretiyor hem de yapılacak işlerde köy ağasına danışılma tekelini yıkıyorlardı. Bu durum birileri için hazmedilemez bir durumdu. Enstitüde yetişen öğrencilerin gidecekleri köylerde devrim niteliğinde adımlar atmasını sağlayacak eğitim programı şöyleydi: 114 hafta çağdaş bilim temeline göre hazırlanmış kültür dersleri, 58 hafta modern tarım tekniklerinin öğretildiği ziraat dersleri ve 58 hafta da başta inşaat işleri olmak üzere marangozculuk, demircilik ve örgü biçki derslerinden oluşan teknik dersleri kutuluyordu. Örneğin ziraat derslerinde şu dersler okutulmaktaydı: Tarla dersi ve çalışmaları, Tarla tarımı, Bahçe tarımı, Sanayi bitkileri tarımı ve sanatları, Hayvan bakımı, Kümes hayvancılığı, Arıcılık ve İpek böcekçiliği ile Balıkçılık ve Su ürünleri dersleri idi. Bu dersler coğrafi koşullara göre belirlenip her bölgenin ihtiyacına göre farklı dağılımlarda veriliyordu. Teknik derslerde okutulan dersler şöyleydi: Dericilik ve nalbantlık, Dülgerlik ve marangozluk, Yapıcılık, Köy ev ve El sanatları ile Makine ve motor kullanma dersleriydi. Teknik derslerde öğretilen konuların o zaman köylünün gerçek ihtiyacı olan konular olduğu tartışşma götürmez gerçeklerdi. Bunlara ilave olarak kız öğrenciler için Biçki-dikiş ve Örgücülük ve dokumacılık dersleri okutulmaktaydı. Kars Cılavuz Köy Enstitüsü’nde öğrenim gören Halise Apaydın adlı öğrenci anılarında şöyle bahsetmektedir: 13 yaşında biz, peynir ve yağ yapmayı öğrendik. Peyniri baskılara alıyoruz sonra da kendimiz yiyoruz…” (Ahmet Özgür Türen, Köy Enstitüleri Dosyası) Köy enstitülerinden mezun olan öğretmenlere gittikleri köylerde aldığı eğitim doğrultusunda iş kurup köylüye rol model olmaları için işinin gereği olan ne kadar alet varsa veriliyordu. Bu aletlerden başlıcaları şöyleydi: 40 kiloluk örs, Macar körüğü, varyos, tezgah matkabı, pafta takımı, çapa, pulluk, bel küreği, aşı çakısı, arı kovanı, silindir makinesi, şakul, mala, su terazisi, ıspatula, gönye, dikiş makinesi, biçki makası, mezura, rulet, ütü ve dokuma tezgahı gibi buraya sığdıramayacağımız onlarca ürün bulunmaktaydı. Köy enstitüleri öyle bir çığır açmıştı ki, Hindistan ve İsrail’den heyetler gelerek enstitüleri kendi ülkelerinde uygulamak için incelemelerde bulunmuşlardı. UNESCO enstitüleri gelişmekte olan ülkeler için örnek model olarak önermişti. Ama ne yazık ki mucizevi atılımlara imza atan köy enstitüleri bir takım çıkar çevrelerini ciddi derecede rahatsız etmişti. Kendi kişisel çıkarlarını bütün ülkenin menfaatlerinden üstün tutan sömürüce çevreler 1946 yılından itibaren açıktan enstitülerin kapatılması için mücadele etmiştir. İlk önce toplumda ciddi bir kara propaganda başlatarak enstitüleri halkın gözünden düşürdüler. 1950 seçimlerinden sonra yönetimi ele geçiren köy ağası kültürüne dayalı anlayışla ülkeyi yönetenler vicdanları hiç sızlamadan Türk Rönesanssının meyvelerini toplamasına fırsat vermeden acımasız hislerle enstitüleri kaptılar. Türk aydınlama tarihinde lanetle anılacak bu şahıslar, Türkiye’nin aydınlanma hedefine ciddi darbe vurdular. Köy enstitülerine olmadık bahaneler üretip kapatanlar, enstitülerin topluma kazandırdığı birikimleri yıllarca ya görmezden geldiler ya da gündeme gelmesini engellediler. İşte sadece 14 yıl ömre sahip köy enstitülerin dönemin zor şartlarında Türkiye’ye kazandırdıkları: 15000 dönüm arazi, köy enstitüleri tarafından tarıma kazandırılmıştır. Aynı dönemde bu okullarda 750 bin fidan dikilmiştir. 12 bin dönümlük alanda bağ-bahçe yapılmıştır. Ayrıca, 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santrali, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane ve 100 kilometre yol yapılmıştır. Uygulama bahçeleri için sulama suyu bizzat öğrenciler tarafından getirilmiştir. Köy enstitülerinin kapatıldığında bu okullarda toplam 1308 kadın, 15943 erkek olmak üzere toplam 17251 köy öğretmeni yetişmiştir. (Nazmi Kal, Atatürk’ün Diktiği Ağaçlar) 1954 yılı Türk aydınlama hareketi için bir kara lekedir. Bu lekeyi Türkiye’ye sürenleri halkımız ilerde daha iyi değerlendirecektir. Ama şurası bir gerçektir ki, Atatürk’ün başlattığı aydınlanma hareketi köy enstitüleri ile zirveye çıkmıştır. Köy enstitülerinden çıkan aydınlama kıvılcımını söndürmeye hiç kimsenin gücü yetmeyecektir

Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Devlet işlerinin din kurallarına göre değil de yasa ve anayasa kurallarına göre işletilmesidir. Yasalar, anayasanın belirlediği ilklere göre oluşturulmaktadır. Anayasalar ise bir toplumsal mutabakat ürünü olup bağlayıcı temel ilkeler bütünüdür. Anayasalar, devlet gücünü elinde bulunduran erklere sınırsız yetki verilmesini engellemektedir. Güçler ayrılığı prensibine bağlı olarak devlet mekanizmasını elinde bulunduran kişi ve organların otoriter bir yönetime geçmesini anayasa engellemektedir. Anayasal sistemlerde kişi ve hak hürriyetleri güvence altına alınmıştır. Yasa ve anayasalar günün ihtiyaçlarına göre değiştirilebilir niteliktedir.sosyal_medya_da_cig_gibi_buyuyor_sen_de_katil_laiklik_adam_olmaktir_profil_resimlerimizi_bu_gorselle_degistiriyoruz_h82610_00e68
Din kurallarına göre yönetilen devletlerde anayasa ve yasalar din yorumuna göre belirlenir. Hukuk kurallarından sosyal ve ekonomik kurallara kadar bütün faaliyetler dini anlayışa göre oluşturulmaktadır. Bu durumda devletlerin dini yorumlayış biçimleri ya da devleti elinde bulunduran egemen sınıfın dini yorumlama biçimine göre yasa ve anayasa oluşturulur. Sosyal ekonomik ve siyasi farklılıklar göz ardı edilerek tek tip insan odaklı bir mekanizma, dini kurallara göre belirlenen yönetimlerin amacıdır. Devlet işleyişini sorgulamanın dini sorgulamakla eşdeğer tutulduğu bu yönetim biçimleri, dogmatik olduğundan, bir yasa ya da kanunu dönemin şartlarına göre değiştirmek oldukça güç olmaktadır. Bu durum, toplumsal sistemi tıkadığından devlet mekanizmasını daha hantal bir yapıya dönüştürmektedir.
Devlet vatandaşlarına ayrım gözetmeksizin eşit davrandığı sürece adil devlet olma vasfını korur. Din kurallarına göre yönetilen sistemlerde devlet, belli bir inancın temsilcisi olduğundan, diğer inanç guruplarının haklarının ihlal edilme ihtimali yüksektir. Devleti yönetenler, diğer inanç guruplarına, kamusal hizmetlerden yararlanma şartı olarak devletin resmi inancına geçmesini zorunlu kılabilir. Kamu hizmetlerinin adil yapılmamasından kaynaklanan huzursuzluklar yaygınlaşabilir.

laiklik-ilkesi-ve-kadinlarAynı devlet sınırları içesinde yaşayan insanlara ait ortak vatandaşlık kavramı, din esaslarına göre yönetilen devletlerin ümmetçi anlayışlarının daha ağır basmasıyla geçerliliğini yitirebilir. Böylece milli birlik ve beraberlik düşüncesi ciddi yara alır. İnsanlar inanan veya inanmayan ayrımına tabi tutulduğu gibi, aynı dinin farklı mezheplerine göre de bir ayrılığa tabi tutulabilir. Ülke içindeki birlik ve beraberlik ortak din, hatta ortak mezhep etrafında bir arada tutulmak istense bile dinin veya mezhebin farklı yorumları beraberliği zedeleyebilir. Dini kurallar, kutsal kitabın buyrukları veya peygamberin uygulamalarına göre şekillense de, bu kuralları veya uygulamaları ulema sınıfının yorumlama biçimleri etkileyebilir. Özellikle siyasi gücü veya otoriteyi elinde bulunduranların ulema sınıfına yaptıkları baskı nedeniyle dini fetvalarda keyfilikler yaşanabilir. Keyfi dini uygulamalarına bağlı olarak dine dayalı devlet anlayışından, devlete dayalı din anlayışına geçilebilir.

Toplumların gelişimde bilimsel uygulamalar önemli bir yer tutmaktadır. Din ise, bilimsel gelişmeleri kendilerine uygunluğu oranında kabul eder veya reddeder. Bu bağlamda düşünüldüğünde, bilimsel bir gelişmeyi dine uygunluk yönünden denetleyen ulema sınıfının bilimsel olgunluğu, ya da bilimsel gelişmeleri kavrama biçimleri yeterli olmayanlarda, bilimsel ilerlemelere ön yargılı bir bakış gerçekleşebilir. Bilimsel gelişmelerin sıkı bir denetime tabi tutulması, bilim insanları nezdinde bir baskıya dönüşür. Bu durum da bilimsel gelişmelerdeki özgünlüğü ortadan kaldırarak dar kalıplara hapsedilmiş ve taklide dayalı bir bilimsel üretkenliğe dönüşür. Bazı bilimsel gelişmeler din mantığıyla çelişebilir. Bu durum ulema sınıfı tarafından bilimin sadece çelişkili yönünü engellemek yerine o bilimin alanının tümden engellenmesi sorununu ortaya çıkarabilir. Örneğin evrim teorisinin dinsel bakımdan reddedilmesi gereken kısmının insanın tür değiştirerek evrildiği kısmıyken, evrim teorisinin tümden reddedilmesi durumunu ortaya çıkarmıştır. Böylece, Darwin’in ortaya attığı birçok bilimle ilgili metodolojik ilke de yok sayılmaktadır. Bu durum, bilimsel gelişmelerin ana yönteminin yok sayılması anlamına gelir. Dini esaslara göre yönetilen teokratik devletlerin, bilimsel gelişimleri geriden takip etmeleri bu anlayışla açıklanabilir.

 
Emperyalizmin hayat bulduğu yerler genellikle halkın cahil kaldığı, demokrasinin işlemediği ve diktatör yöneticilerin bulunduğu yerlerdir. Emperyalizme ilk darbeyi Mustafa Kemal öncülüğündeki Türkler indirmiştir. Atatürk, Türk halkının işgale uğramasının en büyük sebebini cehalet olarak görmüştür. Bu nedenle daha kurtuluş savaşı yıllarındayken bile halkın eğitimiyle yakından ilgilenmiştir. Türk milletinin bir aydınlanma hareketi gerçekleştirmeden ekonomik ve siyasi bağımsızlığı elde edemeyeceğini görmüştür. Zaten kurtuluş savaşı sonrasında “Artık siperlerimiz kitaplardır. Asıl savaşımız cehalet iledir.” demesi onun yeni Türkiye’yi hangi temel üzerine kuracağını göstermektedir.
Atatürk milli egemenlik ilkesine çok önem veriyordu. Milli egemenlik ancak özgür bireylerin sahip olacağı bir yönetim şeklidir. Bireysel özgürleşme, ancak ve ancak laiklik temeli üzerine inşa edilebilir. Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına geldiği gibi din vicdan hürriyeti anlamına da gelebilir. Laiklikte esas, insanların inanıp inanmamaları değildir. Esas olan insanların vicdani kanaat hürriyetleridir. Nitekim Atatürk de milletimizi inançlarında serbest bırakmış ve bunu da laiklikle güvence altına almıştır.
Türkiye’de aydınlanma hareketlerinin ana dinamiğini laiklik ilkesi oluşturmaktadır. Eğitimin bilimsel ve çağdaş şartlarda gerçekleşmesi laiklik ilkesi sayesinde gerçekleşebilir. Ülkede fırsat eşitliğinin sağlanması için insanlarımızın ümmet veya kul olarak tanımlanması yerine vatandaşlık bağı çerçevesinde tanımlanmasına bağlıdır. Ümmetten millete giden yolun en büyük ayağı laiklikle gerçekleşebilir. Türkiye devletine vatandaşlık bağı esasına göre belirlenen Türk milleti kavramı, laiklik ilkesiyle milliliğini korur. Türk milliyetçiliği laiklik olmadan anılamaz. Bu nedenle laiklik ilkesi Atatürk’ün diğer ilkelerinin tamamlayıcısıdır.