Etiket

rusya

Tarama

Rusya’nın tarihsel politikaları güney hat üzerinden sıcak denizlere açılma çabaları üzerine kurulmuştur. 17. Yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve 18. yüzyılda gerçek şeklini alan Rusların sıcak denizlere ulaşma hedefi, sonraki dönemlerde Rus dış politikanın ana omurgası haline gelmiştir.

Dünyanın Akdeniz merkezli güç mücadelesi olarak gerçekleşen olaylar, coğrafi keşifler dönemine kadar yoğun bir şekilde kendisini hissettirmişti. Coğrafi keşifler sonrasında kısmı olarak önemini kaybeden Akdeniz merkezli güç mücadeleleri, Süveyş kanalının açılmasından sonra tekrar eski haline dönmüştür.

Rusya 17. Yüzyıldan sonra bu mücadele sahasında aktif bir şekilde bulunmuştur. İngiltere ve Fransa, Rusya’yı Akdeniz’den uzak tutmak için zaman zaman Osmanlı devletine destek olmuşlardır. Osmanlı devleti de büyük güçler arasında yaşanan bu güç mücadelesi sayesine varlığını korumayı başarmıştır. Bu durum Osmanlının yaptığı diplomatik bir başarı olarak değerlendirilemez. Büyük devletlerarasındaki mücadele Osmanlı devletinin yaşamasını zorunlu kılmıştı.

Birinci dünya savaşına kadar İngiltere ve Fransa’nın öncülüğündeki devletler Akdeniz’de Rusya gibi güçlü bir devlet yerine Osmanlı gibi söz dinleyen güçsüz bir devletin varlığını tercih ettiklerinden, Osmanlı devleti varlığını koruyabilmiştir. Ancak Almanya ve İtalya’nın bu mücadeleye katılması, Osmanlı devletini yaşatma düşüncesi yerine bir an önce paylaşma düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Birinci dünya öncesinde yapılan gizli antlaşmalarla Osmanlı devletinin paylaşılması kararlaştırılmıştı. Aslında hedef Akdeniz üzerinde söz sahibi olma çabasıydı.

Birinci dünya savaşı Rusya’yı Akdeniz’den uzaklaştırma hedefleri üzerine çıkmışken birinci dünya savaşının bitmesi de Rusya’yı yaşatma çabalarıyla sonuçlanmıştır. Tarihsel paradokslar tarihsel çıkar mücadelelerinden başka bir şey değildir.

Birinci dünya savaşından sonra kutulan Sovyetler Birliği, jeopolitik denklemleri de gözeterek zaman zaman Türkiye’den toprak taleplerinde bulunmuştur.  İkinci dünya savaşı sırasında Sovyet Rusya Türkiye’nin savaşa dâhil olması için Türkiye’ye baskı yapmıştır. İkinci dünya savaşından sonra Türkiye’den Kars Ardahan ve Boğazları isteyen Sovyet Rusya’nın boğazlar üzerindeki taleplerinden vazgeçmediğini görmekteyiz.

1990’lı yılda Sovyetler Birliğinin dağılması, Rusya’nın Akdeniz’e inme hedeflerini geçici olarak ertelemesine neden olmuştur. Ancak 2000’li yıllardan itibaren hızlı bir şekilde toparlanan Rusya, ilk etapta Karadeniz üzerindeki hâkimiyetini geliştirip, tekrar Akdeniz üzerine yayılmacı politikalarına yönelme çabalarına girişmiştir.

Rusya, Karadeniz’e en büyük sınırı olan Türkiye’den daha fazla sınıra sahibi olma amacıyla ilk olarak doğalgaz kozunu kullanarak Gürcistan’ı üzerinde hâkimiyet kurmaya çalıştı.  Ancak batılı güçlerin Gürcistan’daki yeni yönetime aşırı derecede destek verme görüntüsü, Gürcü yönetimine aşırı güvenden kaynaklanan pervasızca hareket etme ortamı sağladı. Sonuç olarak Gürcistan Aphazya’yı işgal ederek Rusya’nın Gürcistan’a müdahale etmesine zemin hazırladı. Rusya’nın ön bahçesi olarak gördüğü Kafkaslarda yer alan Gürcistan’a müdahalesi dünyayı yeni bir soğuk savaşa girdirmiştir.

Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi Kafkasların soğuk savaş sonrası oluşan ABD lehine oluşan üstünlüğünün bittiği anlamına gelmektedir. Bölgedeki güçler dengelenmeye başlamıştır. Rusya Gürcistan’a müdahalesinin getirdiği güvenle Karadeniz’de önemli bir üs olan Kırımı ilhak etmiştir. Rusya’nın Kırıma işgali batının önemli bir müddefiki olan Ukrayna’nın çevrelenmesini sağlamıştır.

Avrasya satranç tahtasında önemli bir yere sahip olan Ukrayna, Rusya’nın Avrasyalı bir imparatorluk hedefin ulaşmasına sağlayacak bir kilittir. Ukrayna olmadan Rusya’nın hâkimiyeti Avrasya ile sınırlı olabilir. Ancak Ukrayna’yı ele geçirmiş bir Rusya Akdeniz’e açılacak önemli bir üs elde edecektir. Bu durum Rusya’yı küresel bir imparatorluğa dönüşecektir. Batı müddefiki olan Ukrayna’nın bağımsızlığını kaybetmesi, batının Avrasya’daki hâkimiyetine ciddi darbe vuracaktır. Bu durum da batıyı Polonya üzerende üslenmeye itecektir. Avrupa sınırlarından Avrasya’ya müdahale etmek zorun kalacak batılı güçler için Ukrayna’nın kaybedilmesi kabul edilemez bir durumdur.

Ukrayna aynı zamanda Rusya’nın dünyaya açılan kapısı durumundadır. Rus doğalgazının dünyaya pazarlaması şu anda Ukrayna üzerinden gerçekleşmektedir. Batılı devletler Ukrayna’nın bu konumunu kullanarak Rusya üzerine baskı kurma çabasına giriştirler. Rusya bu baskılara karşı Ukrayna’yı devre dışı bırakacak doğalgazı Avrupa’ya alternatif bir yoldan götürecek kuzey akım 2 projesini gündeme getirdi. Bu proje önemli oranda tamamlansa da ABD’nin baskısıyla hayata geçirilememektedir. Batının Ukrayna üzerinden Rusya’yı dize getirme çabalarına Rusya Ukrayna’yı işgal girişimiyle yanıt vermiştir.

Aslında Rus çıkarları için Ukrayna sadece bir amaçtır. Tarihsel olarak değerlendirdiğimizde Rusya’nın esas hedefi Akdeniz’e hâkim olmaktır. Akdeniz tarihte hiç olmadığı kadar dünya gündeminde yer almaktadır. Daha önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi Akdeniz’in son zamanlarda öneminin artmasının sebebi keşfedilen ve çıkarılmayı bekleyen olağanüstü miktardaki doğalgaz ve petroldür. ABD jeolojik araştırmalar merkezinin tahminine göre Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölge olan LEVANT HAVZA’SI diye bilinen bölgede 3,45 triyon metreküp doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol rezervinin bulunduğu açıklanmıştır. Bu rapor dünyanın en büyük doğal gaz rezervinin Akdeniz olduğunu göstermektedir. Yine aynı raporda Kıbrıs adası çevresinde 8 milyar varil petrol rezervi bulunmaktadır. Bunun da maddi değeri yaklaşık 400 milyar dolardır.

Rusya, ABD’nin Irak’ı işgali sırasında, işgale diplomatik tepki dışında bir tepki gösterememişti. Ancak, artık Rusya dünya dengelerini değiştirecek güce ulaştığına inanmaktadır. ABD’nin Irak’tan sonra Suriye’ye yayılma politikansa izin vermeyen Rusya, Suriye üzerinde Akdeniz’e açılacak bir koridor elde etmiştir. Ancak Rusya’nın Suriye ile bağlantısını sağlayacak direkt bir sınır komşuluğu yoktur. Suriye ile ilgili bütün bağlantılarını, Türkiye’nin havayolu, demiryolu, denizyolu ve karayolunu kullanarak sürdürmektedir. Bu nedenle Rusya küresel hedefleri için Türkiye’ye bağımlı durumdadır. Türkiye ile en ciddi diplomatik krizleri çıktığı dönemde bile ilişkilerini sürdürmesinin sebebi Suriye üzerinden Akdeniz’deki güç mücadelesinden kopmamak istemesidir.

Rusya’nın Gürcistan, Kırım ve Ukrayna hattı üzerinden Karadeniz’e yayılma çabaları, Karadeniz üzerinde daha fazla söz sahibi olup, 1833 yılı Hünkâr İskelesi antlaşması yoluyla boğazlarda elde ettiği kazanımları tekrar kazanması çabası olarak değerlendirebiliriz. Rusya’nın Türkiye’ye jeopolitik bağımlılığına karşı yaptığı hamle ise Türkiye’yi Rusya’ya; enerji, tarım, askeri ve turizm üzerinden ekonomik olarak bağımlı hale getirmek olmuştur. Bu saydığımız unsurlardan askeri alanı hariç tutarsa Türkiye Rusya’ya bağımlı durumdadır. Ukrayna meselesinin halledilmesinden sonra Türkiye’nin hedefe oturacağı tartışıma götürmez bir gerçektir.

Türkiye batıya alternatif politikalar üretme amacıyla Rusya’nın sıcak denizlere ulaşma hedeflerine ciddi katkı sağlamış durumdadır. Türkiye’nin Ukrayna’ya sattığı silahların, Rusya’nın Ukrayna’da tam hâkimiyeti sağlamasından sonra Rusya tarafından Türkiye’ye baskı yapması için bir mazeret olarak kullanacağını değerlendirebiliriz.

Dünya konjonktürü ikinci dünya savaşı öncesindeki gerilimlere benzer bir manzaraya dönüşmüştür. Yapılan hamleler ikinci dünya savaşı öncesini anımsatmaktadır. Bu durumda Türkiye’nin de yapması gereken 1936’da Montrö ile başlayıp ikinci dünya savaşında tarafsızlık politikasını izleyerek sürüdüğü başarılı dış politikasını tekrar hayata geçirmesi gerekir. Çünkü aynı tas, aynı hamam.

Zaman, insan algısının ötesinde sınırsız ve kesintisiz bir devinimle akarken maziyi korkunç bir iştahla yutarak akıyor. Bir zaman girdabında önümüze sunulan masalımsı oyunlarıyla avunurken, gerçeği perdeleyenler, kahramanları kahırlarıyla ördürüyorlar. Herkes gerçeği konuştuğunu söylüyor ama gerçek, büyük çabaların yalancılar eliyle yutulduğu unutulmuşluğa terk ediliyor. Mehmet Necati Demircan’ın tarihe ışık tutan Elçibey romanı gerçekler üzerindeki yalan perdelerini aralayan bir belgedir. 

Amaç, ideal, ülkü ya da mefkûre denilen ifadenin bazı ağızlarda tiksintiye dönüşen söylemi, Azerbaycan’ın kurucu önderi Ebulfez Elçibey’in hayatında gerçek yerini bularak sahte kahramanlara layık olduğu yeri göstermektedir. Elçibey’in hayatına yakışır anlatımı yazar Demircan usta bir üslupla okuyucuya ulaştırıyor. Romanın anlatım şekliyle Elçibey’in karakteri birbirleriyle örtüşmektedir. Kitabın anlatımı, Elçibey’in hayatı gibi süsten ve gösteriden uzak, sade ve yalın bir anlatımdır. Ancak kitapta verilen tarihi ve jeopolitik bilgiler Elçibey’in ufku gibi oldukça geniştir. İki farklı uçta yer alan bu anlatımları sade ve anlaşılır bir şekilde aktarmak yazarın ustalığını ortaya koymaktadır. 

Elçibey’i okuyan her vatansever, Elçibey’de mutlaka kendi hayatından bir kesit bulacaktır. Çünkü Elçibey, gerçekten bir halk adamıdır. Yaşantısının halktan farklı bir yönü yoktur. Ancak Elçibey, aynı zamanda aydın bir entelektüeldir. Günümüz siyasilerinin halktan olma görüntüsü altında, yaptığı pespayelikleri Elçibey’in hayatında hiçbir zaman bulamazsanız. Halkın adamı olmak demek, ağzı bozuk, görgüsüz, cahil ya da savruk olmak demek değildir. Halkın adamı olmak halkın değerleriyle barışık olmak kadar halka öncü olmak da demektir. Halkın ilerisinde olarak halkı ileriye götürmekle, halkın seviyesini geriye götürmek arasında ciddi bir fark bulunmaktadır. Elçibey halk içinde her zaman ağrılığını ve beyefendiliğini korumuş biridir. Hiçbir zaman halkının karşısında gülünç duruma düşmemiştir. Bilgisi ve görgüsüyle düşmanlarının bile saygısını kazanmayı başarmıştır.

Elçibey her zaman kimsesizlerin kimsesi olurken, kendi kimsesizliğini hiç kimseye sezdirmeden davasının yolunda ilerlemiştir. Cefasını çektiği davasından sefa namına hiçbir şey yaşamamıştır. Dava adamlığı lafının arkasına sığınarak davadan menfaat elde etmeye çalışanlara davaya adanmışlığın ne olduğunu Elçibey’in hayatı göstermiştir. 

Elçibey’in zorlu hayatında her yeni engel bir sonraki gelecek engellere basamak görevini sürdürmüştür. Her aştığı engel bir önceki engeli aratacak kadar zorluklar getiriyordu. Elçibey yaşadığı zorluklara hiç sitem etmeden Azerbaycan’ın bağımsız ve güçlü bir devlet olması yönündeki inancını içinde hep taşıyarak hareket etmiştir.  

Yazar Mehmet Necati Demircan, Elçibey’in hayat hikayesini ele aldığı romanında, dönemin olaylarını bütün gerçekliğiyle gözler önüne sermektedir. Hatta o dönemin tanıklarının bile ilk defa duyacağı pek çok olayı yazarın romanında rahatlıkla görmek mümkün olmaktadır. Yazar hem Elçibey’in yaşadığıdönemi resmetmiş hem de olayların tarihsel temelini romanın akışını bozmadan ustaca yansıtmayı başarmıştır. Okuyucuyu farklı mekân ve zamanlar arasındaki karmaşadan akıcı ve özgün anlatımıyla kurtarıyor böylece üçlü zaman algısının doyumsuz tadını yaşamak mümkün oluyor. Tasvir edilen yerlerin zihinsel berraklığı, yazarın ayrıntıları yakalama gücü sayesinde gerçekleşmektedir. 

Kitapta anlatılan kişiler ve onların mensup olduğu hayat tarzları o ortamlarda yaşayan bir insanın yazabileceği kadar güzel değerlendirmeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Konu bütünlüğü her bölümde korunmuş ve gereksiz ayrılardan özenle kaçılmıştır. Kitabın tamamında günümüz bazı piyasa yazarlarının sırf bir eser yazmak amacıyla yaptığı basitliklere bu eserin hiçbir yerinde rastlanmamıştır. Okuyucuyu hep büyük bir heyecanla sürükleyen bu yapıtın içeriği gerek anlatılan olaylar gerekse de verilen bilgilerle sürekli sürprizlerle karşımıza çıkmaktadır.

Elçibey’in hayatı sürekli acı ve mücadeleyle geçmiştir. Olayların gerçekliği okuyucuyu yoğun bir duygu seline sevketektedir. Öyle ki bazı ideolojik yayımlarda sadece o ideolojiye gönül verenlerin etkileneceği duygular, yazarın romanında ayrım yapmaksızın herkesi aynı duygu selinin içine hapsetmektedir. Çünkü Elçibey demokrasi sevdalısı bir liderdir. Yaşam ilkesini insan haklarının evrensel temelleri üzerine inşa etmişti. Bu nedenle Elçibey’in ve temelde Azerbaycan halkının yaşadığı trajedi insanlığın bir trajedisidir. Çünkü en temel insan hakkı olan yaşam hakkına kast edenler ile bunlar arasında varlık yokluk mücadelesi verenler arasındaki mücadele romanının özünü oluşturmaktadır. 

Hemen hemen her romanda yazar okuyucuyu romana bağlamak için kadın ve erkek ilişkisine bağlı bir aşk hikayesi ortaya atar. Yazar Demircan romanında böyle bir yönteme hiç başvurmamıştır. Çünkü eser tamamen gerçek bir hikaye üzerine kurulu bir romandır. Diğer taraftan Elçibey’in hayatı zaten bir aşk hikâyesidir. Elçibey vatan aşkının vücut bulmuş şeklidir. Vatanına Elçibey kadar aşkla bağlı insanı bulmak kolay değildir. Yazar da bu aşk hikâyesini romanında ustaca işlemiştir.

Bir davada başarılı olmak için sadece haklı olmanın yetmediği, güçlü olmanın da başarının ayrılmaz bir parçası olduğunu Elçibey’inin hayat hikâyesinde ibretle okumaktayız. Güçlü olmak, gücü ele geçirmekten çok, gerçeği güçlü hale getirmekle ilgilidir. Elçibey her zaman haklıydı ama gücü ele geçiremediği için haklılığını yayma imkanı bulamamıştır. İhanetlerin entrikaların masum bir ruha verdiği etkiyi romanda Elçibey’in gücü ele geçirememedeki kaldığı çaresizliğini gözler önüne sermektedir.

Türk birliğinin Türk olmanın ötesinde Türk’ten olmak ve Türk için olmak anlamına geldiğini romanda, Haydar Aliyev ve Nur Sultan Nazarbayev’in ihanetinde daha güzel anlıyoruz. Türkçülüğün vicdani boyutunu iki liderin Azerbaycan halkına ihanetinde anlıyoruz. 

Elçibey, yaşatmak için yaşamıştır. Bir milleti yaşatmak, onun yaşama istediğinden daha fazlaydı. Nitekim nükseden sağlık sorunlarını önemsemeden son nefesine kadar davasının peşinde koşmuştur. Elçibey yaşadığı dönemde refah içinde yaşamak için pek çok fırsat elde etmiştir. Ama hiçbir zaman ulusunun menfaatlerini kendi menfaatlerinin üzerinde görmemiştir. 

Elçibey’in hayatı boyunca en çok dert ettiği konulardan biri Karabağ meselesidir. Karabağ’ın özgürlüğüne kavuşması en büyük arzularından biriydi. Karabağ bölgesinde yaşanan Ermeni zulmü ve zulme Rusya’nın destek vermesi, bizim anlamamakta ısrar ettiğimiz ibretlik bir hadisedir. Gücümüzü kaybettiğimizde başımıza nelerin geleceğini Karabağ olayları bize göstermiştir. O yüzden devletimizin ve milletimizin güçlü olması hayati bir melesledir. 

Elçibey vatan millet uğruna ömrünü feda eden bir kahramandır. Elçibey’in aramızdan ayrılması onu yok etmeyecektir. Yaptıklarıyla hep içimizde yaşayacaktır. Elçibey gerçekten yaşayıp yalandan ölenlerdendir.  Elçibey’in şanına yakışır romanı yazan Mehmet Necati Demircan, onun anılarının ölümsüzleşmesine neden olan değerli bir eser ortaya çıkarmıştır. Yeni nesiller bu eser sayesinde geleceğe daha emin adımlarla ilerleyecektir.

SSCB’nin son dönemlerinde devleti yeniden yapılandırma anlamına gelen perestroyka, fikri son gelişmeler ışığında Kafkaslarda uygulanmak istenmektedir. Küresel güçlerin dünya hâkimiyetinin sağlanmasında köprübaşı olarak gördükleri Kafkaslar etnik gerilimler ve enerji mücadelelerinin körüklediği oldukça girift sahalar konumuna gelmektedir. Kafkaslar soğuk savaş sonrası döneminde yeni bir dağılma eşiğine gelinmiştir. Kafkaslardaki bu kargaşa ortamı hiç şüphesiz ki Türkiye’yi oldukça derinden etkileyecektir.

Dünya hâkimiyetinin çatırdamaya başladığı ABD ile eski gücüne kavuşma isteyen Rusya Kafkaslar üzerinden güç gösterilerine başlamış durumdadırlar. İki güç soğuk savaş dönemini anımsatan çıkışlarını yapmaktan asla çekinmemektedirler. Bu durum bölgedeki tansiyonun giderek artmasına sebep olmaktadır.

Kafkaslarda meydan gelen bu olayların tarihsel dayanaklarına bakmadan bölge ile ilgili gerçekçi değerlendirmeler yapmak mümkün değildir.    “1991 yılı dünya tarihinde hızlı ve beklenmeyen gelişmelerin yaşandığı bir yıl olmuştur. Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikaları Sovyetlerin dağılma sürecini hızlandırmış, imparatorluğu kurtarma arayışları başlamıştır. Gorbaçov’un hazırladığı Yeni Konfederasyon teklifine karşılık Boris Yeltsin yeni bir Birlik tezini ileri sürmüş ve 8 Aralık 1991 tarihinde Rusya, Ukrayna ve Belarus liderleri bir araya gelerek, SSCB’nin resmen dağıldığını, buna karşılık Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kurulduğunu açıklamışlardır. Slav birliği olarak kurulan BDT, daha sonra Türk Cumhuriyetlerinin yanı sıra Moldova, Gürcistan ve Ermenistan’ın da katılımıyla 12 ülkenin yer aldığı bir topluluk haline gelmiştir.[1]

Sovyet egemenliğinin birden bire sona ermesiyle dünyada bir şaşkınlık yaşanmıştır. Bu duruma hazırlıksız yakalanan ülkelerin başında gelen Türkiye bölgeyle ilgili gerçekçi politikalar sürdürmek yerine duygusal ve ideolojik söylemlerle bölgeye intibak etmeye çalışmıştır. Böylece Kafkaslar ve gerideki Türk cumhuriyetleri Rusya, Çin ve ABD’nin nüfuz mücadelesi alanına girmiştir.

Yıllarca demir perde arkasında bekleyen Kafkaslar ve Orta Asya, bünyesinde bulundurdukları olağanüstü zenginliklerle dünya gündeminin ilk sıralarına oturmaya başladılar. “100 yıl önce dünyanın en çok petrol üreten ülkesi Bakü iken, o zamanlar Orta Asya’nın karbonhidrat zenginlikleri bilinmiyordu. Bu nedenle Ortadoğu’da petrol uğruna oynanan oyunlar Orta Asya’da oynanmamıştı. Belki bu nedenlerdi ki, 31 Ağustos 1907’de Rus Dışişleri bakanı Kont Alexander Izvolsky ile İngiliz elçisi Sir Arthur Nicholson Petersburg’ta bölgenin kaderini belirleyen bir antlaşmaya imza koymuşlardı. Bu gizli antlaşmaya göre Rus hükümeti Afganistan’daki İngiliz nüfuzunu kabul etmiş, Londra da Orta Asya’nın Çar’ın arka bahçesi olmasını taahhüt etmişti.[2]   1917’de başlayan Bolşevik ihtilali ve birkaç yıl sonra Sovyet Sosyalizminin yerleşmesiyle o döneme kadar “Türkistan” diye anılan Orta Asya da Sovyetlerin ön bahçesi haline gelmişti.[3]

1990’lardan itibaren Kafkaslarla ilgili yeni mücadele alanları oluşmaya başladı. ABD’nin bölgeye ilgisini çekinmeden dile getirmesi Rusya’yı yeni arayışlara itmişti. Rusya ABD’nin bölgedeki etkinliğine acil müdahale edecek bölgenin enerji akışını kendi isteği doğrultusunda bir güzergâha oturtmak için Çeçenistan’ı işgal etti. Ne var ki bu fiili durum Bakü-Ceyhan Boru Hattı projesini engelleyemedi. Bakü-Ceyhan Boru Hattının tamamlanmasıyla Kafkaslar dünyaya enerji kaynaklarıyla açılma imkânı buldu. Böylece hem küresel şirketler hem de bazı misyoner örgütler Kafkaslara yerleştiler. Kafkaslarda ABD’nin etkinliğini arttıran bir diğer olay da Gürcistan’da Soros destekli hükümet değişikliği olayı idi. Bu duruma uzun süre sessiz kalan Rusya, ilkönce doğalgaz kozunu kullanarak Gürcistan’ı kendi yanına çekmeye çalıştı. Ancak yeni yönetimin batıya aşırı güveni onu geri döşümü olmayan hatalar yapmasına sebep oldu. Gürcistan’ın Aphazya’yı işgal etmesi Rusya’nın çok sert tepki göstermesiyle bölgedeki gerilim en yüksek noktasına ulaştı. 90’lı yıllar boyunca kendi iç meseleleriyle uğraşan Rusya Putin yönetimiyle hızlı bir kalkınma dönemine girmiş ve küresel aktörler arasına girdiğini kanıtlamıştı. Doğal olarak ön bahçesi olarak saydığı Kafkaslara kayıtsız kalması beklenemezdi. Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi dünyanın yeni bir soğuk savaşa girdiğinin açık göstergesiydi.

Türkiye nasıl SSCB’nin dağılmasına hazırlıksız yakalandıysa Rusya’nın da bölgede tekrardan bir aktör olarak yer almasına da hazırlıksız yakalandı. Rusya’nın Gürcistan’a saldırmasıyla telaşa kapılan Türkiye panik atak tepkiler vermekten başka bir şey yapamamıştır. Hazırladığı çözüm paketleri hiçbir yerde ciddiye alınmamıştır. Bu durum Türkiye’nin bölgeyle olan hem tarihsel bağlarına hem coğrafi yakınlığına oldukça tezat bir durum arz etmektedir. Üstelik ABD gemilerinin Karadeniz’e girmeleri Montrö antlaşmasının meşruiyetini tartışmalı hale getirmiştir.

Montrö Boğazlar sözleşmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin diplomatik zaferidir. Montrö ile 1841 yılından beri boğazlarda Türk hâkimiyetini kısıtlayan nedenler ortadan kaldırılmıştır. Günümüzde Montrö kazanımlarını boşa çıkaracak boş ve gereksiz çabalara tanık olmaktayız. Montrö’nün tartışmaya açılması sadece Türkiye’nin egemenlik haklarını tartışmaya açmayacaktır. Karadeniz’e kıyıdaş olan bütün devletlerin egemenlik hakları da tartışmaya açıldığı gibi dünya barışı da ciddi tehlikeye girecektir. Kafkaslarda güç mücadelelerinin yön değiştirmesi Montrö’nün geçerliliğini yitirmesine bağlıdır.  

Kafkaslar artık soğuk savaş sonrası oluşan ABD lehine durumda değildir. Bölgedeki güçler dengelenmeye başlamıştır. Rusya yaptığı sert çıkışla hiç de hafife alınmayacak bir güç olduğunu göstermiştir. Türkiye, Kafkaslarda meydana gelecek değişimden en fazla etkilenecek durumdadır. Türkiye jeopolitik konumuna ilaveten uyguladığı dengeli politikalar nedeniyle yıllarca yakın bölgesinde istikrarın teminatı olmuştu. ABD lehine yapılacak her hamle bölgeyi ateş çemberine döndürecektir.             


[1] Fatih TURHAN, Türkiye – Türk Cumhuriyetleri Ekonomik ve Ticari İlişkileri, s.104

[2] Lutz Kıeveman; Yeni Büyük Oyun: Orta Asya Kan ve Petrol, Çev. Hür Güldü, Everst Yayınları, İstanbul 2004, s. 297.

[3] Celalettin Yavuz, Avrasya Jeopolitiğinde Merkez kayması: Türklerin Enerji Kaynakları İçin Büyük Oyunlar, 2023 Dergisi, 15 Ekim 2006, Sayı: 66, s. 15

Avrasyacılık, 1917 Rus Sosyalist devriminden sonraki göçmenlerin ideolojik ve toplumsal politik hareketidir. Bu hareket, Rus kültürünün, dünya kültürleri arasında Batı ve Doğu kültürleri özelliklerinin eşsiz bir karışımı olduğunu, bu yüzden aynı zamanda, hem Batıya hem de Doğuya ait olmakla beraber, gerçekte, ne Batı, ne de Doğu kültürü olduğunu iddia etmektedir.moskova-795x397
Bu hareketin temsilcileri, Rus ve dünya kültürü ve tarihinin en derin, metafizik problemlerine büyük ilgi göstermelerine rağmen, soyut düşünürler değildiler. Sadece felsefi (kültürel ve tarihsel) değil, somut insani bilimlere de meyilliydiler. Avrasyacılığın kurucuları olan filolog ve dilbilimci prens N.S.Trubetskoy (1890 — 1938), R.O.Yakobson ile P.N.Savitskiy (1895 — 1965), coğrafyacı ve ekonomist; P.P.Suvuçinskiy (1892-1985), müzik ve edebiyat eleştirmeni; G.V. Florovskiy (1893 — 1979), kültür tarihçisi, ilahiyatçı ve patroloji uzmanı; G.V.Vernadskiy (1877-1973), tarihçi ve jeopolitikçi; N.N.Alekseyev, hukukçu ve politoloji uzmanı, toplum tarihçisi; V.N.İlyin, D.Sviatopolk-Mirskiy’di. Adı geçen kişiler “klasik” Avrasyacılığın (1921-1929) kurucu temsilcilerindendir. Her biri, kendi kültürel-tarihsel bilgi ve tecrübelerine dayanarak, analiz ve genellemeler yaparak, Rusya ve dünya tarih ve kültüründeki Batı ve Doğu diyalektiğiyle ilgili tarih ve kültür felsefesi meselelerini ele almaktaydılar.
Avrasyacılık fikrini savunanlar ilk başlarda klasik Avrasyacılık olarak nitelendirilen dönemde bölgesel konjonktürel konularla ilgilenmişler ve buna uygun değerlendirmeler yapmıştır. Dünya şartlarının değişimine bağlı olarak klasik Avrasyacılar alan geliştirerek Yeni Avrasyacılık fikrini ortaya çıkarmışlardır. Yeni Avrasyacılık düşüncesinin ortaya çıkmasında Lev N. Gumilöv’in önemli katkısı olmuştur. Gumilöv, “Avrasyacıların ana tarihsel ve metodolojik fikirleriyle mutabıktı. Fakat onların içinde kendisi için en önemli soruya cevabı bulamıyordu: Etnoslar (milletler) arasında olumlu veya olumsuz komplimenterliğin sebebi nedir? (komplimenterlik, Gumilöv ile icat edilen terim; bir milletin düğer millete ve kültürüne karşı doğal olarak gösterdiği sempati veya antipatidir). Onun fikrine göre etnoslar, doğal teşekkül oldukları için uzaydan gelen “enerjik itkilerine” maruz kalıyorlar. Bu itkiler “pasyonarlık efektinin”, yani yüksek etkinliğin, aşırı gerilmenin sebebi oluyor. Bu durumlarda etnosların “jenetik mütasyonları” oluyor ve sonucunda özel mizaçlı ve üstün istidatlı insanlar, “pasyonariler” doğuyorlar. Onlar da yeni etnosların, kültürlerin ve devletlerin kurucuları oluyorlar.” Şeklinde ifade etmekteydi.
Konumuzun temelini oluşturan yeni Arayıcılığın ideolojisinin gelişim aşamaları ve yan akımlarını şu başlıklarda sıralayabiliriz:thumbmaker
1. Aşama (1985-90) “Sağcı Yeni Avrasyacılık” milliyetçi-muhafazakârlık hareketi.
2. Aşama (1991-1993) Yeni Avrasyacılık yurtsever muhalefetine yaklaşması
3. Aşama (1994-1998) Yeni Avrasyacılığın gelişmesi
4. Aşama (1998-2001) Yeni Avrasyacılık merkezi siyasi pozisyonuna gelmesi, yan politik kültür ve parti akımlarından ayrılma süreci bitmesi ve bağımsız bir akıma dönüşmesi
5. Aşama (2001-2002) “Radikal Merkez” pozisyonlarında “Avrasya” Rusya Toplumsal Siyasal Hareketinin kurulması.
6. Aşama (2002) “Avrasya” siyasal partisinin kurulması
7. Aşama (2016) Türkiye-Rusya yakınlaşması
Son 10 yılda yaptığı büyük atılımlarla dünya güçler dengesini değiştiren Rusya süper güç olma yolunda emin adımlarla ilerlemesi ABD’yi kaygılandırmıştır. 2004 yılından itibaren ABD Rusya’yı çevrelemeye başlamıştır. Ukrayna ve Gürcistan’da gerçekleşen kadife devrimler Rusya’ya yönelik ciddi tehditlerdi. Rusya adeta Karadeniz’in kuzeyine hapsedilmiş durumdaydı. Rusya 1990’lar sonrası yeniden yapılanma restorasyon dönemini Putin ile oldukça hızlı ve başarılı bir şekilde gerçekleştirdi. Kaynaklarını oldukça akıllı yatırımlarda kullanarak ülke ekonomisini hızlı bir onarım devresine soktu. Başta bilişim teknolojileri olmak üzere silah ve otomobil sanayiinde önemli atılımlara imza attı. Çin’in engellenemez yükselişi beraberinde Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin önemli atılımlara imza atması sonucu Şangay işbirliği örgütünün AB ve ABD’ye alternatif olmasına sebep oldu.
AB ve ABD’nin geleceklerinin ciddi sorgulandığı günümüzde Rusya’nın süper güç olma yolundaki çabalarına tanık olmaktayız. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren kendi bölgesinde önemli bir güç konumundaydı. Ancak AB ile ortaklık anlaşması çerçevesinde sürdürdüğü yarım asra dayalı mücadele Türkiye’yi bölgesel güç konumundan çıkararak bölgenin edilgen bir ülkesi haline getirmiştir. Hele hele ABD ile Sovyetler Birliği arasında gerçekleşen soğuk savaş döneminde Türkiye, ABD’nin ileri karakolu olarak görev almıştır. Böylece Türkiye bölgesel gelişmelerle ilgilenmek yerine ABD’nin rakiplerinden gelecek saldırılarla nasıl başa çıkacağını hesaplamakla vakit kaybetmiştir. ABD konusunda SSCB’nin açık meydan okumalarına ABD’den rahatlatıcı bir destek gelmemesi Türkiye’yi uluslararası alanda daha içe kapanık bir politika izlemeye sevk etmiştir. NATO üyesi olan Türkiye’nin en haklı olduğu davalardan birisi olan Kıbrıs meselende bırakın AB ve ABD’den yardım almayı, olanların saldırgan tutumlarından güç bela kendini koruyabilmiştir.
AB ve ABD sürekli Türkiye’nin aleyhine yönelik politikalar gütmüştür. Türkiye’nin iç meselelerin olan ve Türkiye’ye büyük bedeller ödeten PKK terörünün gizli ya da açıktan destekçisi durumundaki ABD ve AB Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratmıştır. Ermeni meselesi AB ve ABD tarafından sürekli Türkiye’ye karşı bir sopa olarak kullanılmıştır. Türkiye’de rejim değişikliği hedefleyen dinci gurupların irticai faaliyetlerinin arkasında AB ve ABD’nin önemli desteklerinin olduğu yeni yeni anlaşılmaktadır.
Türkiye’de gerçekleşen 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi bardağı taşıran son damla olmuştur. Rusya sürekli batı blokunun bölgesel istikrarsızlığa sebep olduğunu savunmakta ve kendi topraklarının güvenliğinin batı bloku tarafında çevrelendiğini bunun da kendisi için ciddi bir tehdit olduğunu iddia etmekteydi. Türkiye de artık batı blokunun Türkiye’yi tehdit ettiğini anlamış durumdadır. Bu nedenle Rusya ile Türkiye ortak tehdide karşı birlikte hareket etme yolunda ciddi adımlar atmaktadırlar. İlk etapta bölgesel ekonomik işbirliği çerçevesinde başlatılan ikili ilişkilerin siyasi, sosyal ve askeri alanda da sürdürülmesi beklenmektedir.dugin
Özellikle Rus siyaset bilimci Aleksandr Dugin tarafından geliştirilen yeni Avrasyacılık fikri, hayat bulmaya başlamıştır. Yeni Avrasyacılık ’da gelinen bu dönemi yedinci aşama olarak nitelendirmekteyiz. Nasıl Kurtuluş savaşı sırasında batı blokuna karşı mücadele eden Rusya ve Türkiye, çok büyük kazanımlar elde ettiyse günümüzde de batı blokuna karşı yolları kesişen bu iki bölgesel güç, işbirliği sayesinde önemli kazanımlar elde edecektir.
Yedinci Avrasyacılık dönemi Türkiye açısından ayrı bir öneme sahiptir. Yıllardır batı himayesinde sürdürülen politikalar Türkiye’yi bölgesinde yalnızlaştırmıştır. Neredeyse Türkiye’nin hiç dost komşusunun kalmadığı bu dönem, Türkiye sınırlarının kuruluşundan beri en çok tehdit edildiği dönemdir. Bu tehditlerin temelinde bölgesel ihtilaflardan daha çok bölge dışı batılı blokun etkisini görmek mümkündür. Türkiye ve Rusya’nın içinde yer aldığı bölgenin istikrara kavuşmasının tek bir yolu kalmıştır: o da Avrasyacılık fikrinin bölgede hayata geçmesidir. İki ülkenin menfaatine gerçekleşecek bu yapı bölge dışı batılı güçleri şimdiden rahatsız etmeye başlamıştır.