Etiket

küresel ısınma

Tarama

Big-Bang denilen teoriden yaklaşık 10 milyar yıl sonra dünyamız oluşmuştur. Dünyanın yaşının yaklaşık 4,6 milyar yıl olduğu düşünülürse gezegenizimizin uzayda oldukça genç bir gezegen olduğu anlaşılmaktadır. Dünya, bize göre çok uzun bir oluşum sürecinde gelişimini sürdürmektedir. Dünyanın genel oluşumuna bakıldığında canlıların hatta yüzey şekillerinin bile süreçte çok kısa bir dönem olduğu görülmektedir.

Gezegenimiz 4,6 milyar yılı aşan bir yaşa sahiptir. Günümüzdeki yaşamsal alanının meydana gelmesi hem uzun hem de sancılı bir süreçte gerçekleşmiştir. Devasa depremler, büyük volkanik patlamalar, kıta hareketleri ve büyük iklim değişiklikleriyle günümüzdeki yaşamsal formlar meydana gelmiştir. Dünyanın canlı küre haline gelmesini sağlayan en önemli etken dünyanın atmosfer özelliğidir. Atmosfer de dünyadaki canlılar gibi sonradan meydana gelmiştir. Dünya ilk oluşumu sırasında kızgın bir lav parçası durumundaydı. Bu dönem milyarlarca yıl sürmüştür. Dünya’nın zamanla yüzey kısmı katılaşarak yer kabuğu oluşmuştur. Ancak yer kabuğunun oluştuğu dönemde atmosferik yapı yoktu. Bundan dolayı dünyaya milyonlarca meteor hiçbir değişime uğramadan düşmüştü. Düşen meteorların bazıları buz kütleleriyle kaplıydı. Zamanla meteorlardaki buzların erimesiyle devasa su kütleleri oluştu. Uzun süre sonra su kütlelerinin içinde ilk canlı yapıları oluşmaya başladı. Oluşan bu canlılardan bazıları inanılmaz bir fotosentez gerçekleştirmeye başladılar. Böylece dünyamız oksijenle tanıştı. Oksijenin beraberinde azot ve karbon gibi enerji akışının yani besin zincirinin temelini oluşturacak gaz kütleleri de oluştu. Böylece denizel canlılardan başlayan yaşam koşulları karasal canlılarında oluşmasıyla günümüzdeki devasa ekolojik yapı meydana geldi.

Oluşan kabuk kısmının içinde binlerce volkanizma meydana gelmesiyle atmosfer uzun süre volkanik gazlarla kaplandı. Bu olayın sonucunda dünyanın neredeyse tamamı buzul bir döneme girdi. İlk buzul dönemle dünyada bulunan canlıların neredeyse %95’i telef oldu. Bu olay dünyanın canlılar yönünden ilk resetlenmesi olayıydı. Ancak sözü geçen buzul dönemle en son yaşadığımız buzul dönem arasında bir ilişki yoktur. İlk buzul dönemde hayatta kalmayı başaran %5’lik canlılar hızla gelişerek dünyanın tekrar devasa bir ekolojik merkez olmasını sağladılar. İlerleyen jeolojik zamanlarda dünyada yine birkaç kez ekolojik reset dönemleri yaşanmıştır. Ama canlı ortamı hızla gelişimini sürdürmüştür.

Dünyada oluşan en son canlı türü insanlardır. Yaklaşık 2,5 milyon yıldır dünyada bulunan en yeni canlı türü olan insanlar milyonlarca yılda gerçekleşecek ekolojik dönüşümlerin birkaç yılda oluşmasını sağlamışlardır. İnsanın yaşama özellikleri diğer canlılar gibi ekolojik bütünlüğü sağlayan bir yapı olmak yerine ekolojik bütünlüğü tamamen yok eden bir yapıdır. İnsan etkisiyle günümüzde pek çok doğal olayın işleyişinde bozulmalar meydana gelmektedir.

Yaşamın temeli olan ve insanlar gibi dünyada yeni olan suyun işleyişindeki denge insan müdahalesi nedeniyle bozulmaya başlamıştır. Su buharının döngüsü buharlaşma, terleme, yoğuşma ve yağış şeklinde gerçekleşmektedir. Su döngüsüyle bir damla su yılda ortalama 42 defa atmosferle karar arasında yer değiştirmektedir. Su döngüsünde zaman zaman meydana gelen kaygı verici hadiseler yaşanmaktadır. Kuraklaşma ve aşırı yağışlar ile sel felaketleri su döngüsündeki bozulmanın sonucunda meydana gelmektedir. Su döngüsündeki bozulmaya hiç şüphe yok ki küresel ısınma neden olmaktadır.

Dünyadaki yaşam döngüsünün geleceği, atmosferdeki karbon miktarının artmasın bağlı olarak meydana gelecek küresel ısınmaya bağlıdır. Fosil yakıtlar yandığında atmosfere karbon gazı olarak karışır. Karbon hafif olduğu için havada asılı kalır. Bu şekilde duran karbon gazları güneşin yerden yansıyan uzaya gitmesi gereken ışınlarını tutarak dünyanın daha fazla ısınmasına sebep olmaktadır. Sere gazı denilen bu durum küresel ısınmayı artırmaktadır. Karbon gazının her geçen gün daha da artması küresel ısınmada ani artışları beraberinde getirmektedir.

Yeryüzünde bulunan tatlı suların %68’i buzullardır. Bunun anlamı yeryüzünde bulunan akarsuların ve tatlı sulu göllerin 68 bin katı kadarı buzullardır. Buzulların büyük bir bölümü kutuplarda, geri kalan bölümü de yüksek dağlarda bulunmaktadır. Böylesine devasa su kütlesi küresel ısınmayla eridiğinde okyanuslara ve denizlere korkunç boyutlarda tatlı su karışacaktır. Karışan tatlı sular deniz ve okyanuslardaki ekolojik yapıyı tümden değiştirecektir.  Dünyadaki karbon emiliminin büyük bir bölümünü deniz ve okyanuslar karşılamaktadır. Deniz ve okyanuslardaki karbon emen canlıların yok olması atmosferdeki karbon artışını rekor düzeylere çıkaracaktır. Buzulların erimesinin başka bir yönü de, deniz ve okyanus seviyelerinde gerçekleşecek artışlardır. Küresel ısınma böyle devam ederse dünyanın en kalabalık ülkelerinden biri olan Bangladeş yakın bir gelecekte tamamen sular altında kalacaktır. Bangladeş’in aynı zamanda dünyanın yoksul ülkelerinden biri olduğu düşünülürse neredeyse 130 milyon insanın hayatı tehlikede demektir. Yine deniz ve okyanuslardaki yükselmelere bağlı olarak hemen hemen bütün kıyı şeritleri sular altında kalacaktır. Pek çok kıyı sahasının çok verimli tarım sahaları olduğu düşünülürse, yakın gelecekte ciddi gıda krizlerinin kapıda olduğu açıktır. Gelişmiş ülkelerden Hollanda ve Belçika, Almanya’nın büyük bir bölümü sular altında kalacaktır.  Suların istila etmediği yerler ise okyanus ve denizlerdeki dönemsel büyük dalgaların armasına bağlı su kabarmalarına maruz kalacaklardır. Ayrıca bu yerler kıyı kesimlerden iç kesimlerine doğru muazzam göç dalgalarına maruz kalacaklardır. Bunun alamı gelecekte bir yandan küresel iklim değişiklikleriyle mücadele edilirken bir yandan da ülkeler arasındaki çevresel sığınmacılar nedeniyle yaşanacak büyük savaşlarla da uğraşmak zorunda kalacağımızdır.

Küresel ilkim değişikliklerinden başka, aşırı tüketim ve yoğun üretime bağlı olarak pek çok doğal kaynağın tükenecek seviyelere yaklaşmasıdır. Gelecekte hem üretmek hem de tüketmek daha masraflı hale gelecektir. İnsan ve canlı besin kaynağının önemli bir kısmını topraklar oluşturmaktadır. Tarımsal üretim tamamen toprakta yapılmaktadır. Topraklarda hem aşırı tarım yapılmakta hem de aşırı yerleşim sahaları oluşturulmaktadır. Bu iki etken topraklarımızda ciddi tahribata neden olmaktadır. Gelecekte topraklarımız ya büyük ölçüde verimini kaybetmiş olacak ya da betona bürünecektir. Besin zincirinin en önemli halkasını oluşturan üretici durumundaki bitkiler, toprakların tahribiyle yok olacaklardır. Topraklar üzerinde yetişen bitki örtüsü, fotosentez yoluyla atmosferdeki karbonu emmektedir. Bitkilerin yok olması atmosferdeki karbonu artırarak kürsel ısınmayı daha da artıracaktır.

Atmosferde %21 oranında sabit miktarda oksijen bulunmaktadır. Dünyanın ilk oluşumunda oksijen yoktu. Oksijen deniz ve kara canlılarının fotosentezi sonucunda oluşmuştur. Bitki örtüsünün tahribi, deniz ve okyanuslardaki canlıların yok olması oksijenin de yok olmasına neden olacaktır. Dünyadaki bütün canlılar oksijen sayesinde varlığını sürdürebilir. Oksijensiz bir dünyaya sadece gezen denir.

Yaşamsal faaliyetlerden olan beslenme, temizlenme ve tarımsal alanların sulanması dünyadaki tatlı sular sayesinde gerçekleşmektedir. Tatlı suların aşırı kullanılması, onların kirlenmesine sebep olmaktadır. Suların içerisindeki kimyasalların oranı giderek artmaktadır. Bu artışa tarım alanlarına sıkılan kimyasal ilaçların da etkisi de neden olmaktadır. Gelecekte tatlı sular bulunacaktır, ancak kullanılabilir yapıda temiz tatlı su bulmak imkânsız hale gelecektir.

Geleceğe dair çevresel pek çok senaryo artık bir öngörü olmaktan çıkmıştır. Çevremizdeki bazı alanlarda telafisi mümkün olmayan yıkımlar başlamıştır. Önceden tehlike belirtileri varken artık tehlikeyi bizzat hissetmeye başladık. Şimdi bu kötü gidişatı tersine çevirecek fırsatı kaybetmiş durumdayız. Yapılması gereken şey, bu kötü gidişatı olabildiğince yavaşlatmaktır. Bunun için yaptığımız her şeyi çevreci bir bakış açısını göz önünde bulundurarak yapmaktır.  Artık çevreye zarar verme lüksümüz yoktur. Çünkü dünyamızın resetlenecek durumu kalmamıştır.

Başta fosil yakıtlar olarak nitelendirilen petrol, doğalgaz ve kömür gibi yakıtlar atmosfere yayılınca atmosferin üstünü yorgan gibi kaplayarak sera etkisi oluştururlar. Bu olaya küresel ısınma denilmektedir. Sanayi devrimi sonucu meydana gelen küresel ısınma ile sera gazlarının atmosfere yılması sorun haline gelmiştir.

Küresel yüzey sıcaklıklarında, 19. Yüzyıl sonlarında başlayan ısınma, 1980’li yıllardan itibaren daha da artarak, hemen her yıl bir önceki yıldan daha fazla olacak şekilde rekor sıcaklık artışları gerçekleşmektedir. Küresel sıcaklıkta gözlemlenen artışlardan başka en geniş ölçekli iklim modellerine göre, küresel sıcaklıklarda 1,4 ile 5,5 oC arasında bir artış olacağı öngörülmektedir.

Küresel ısınma son buzul çağından beri gerçekleşmektedir. Ancak son yıllarda iklim değişikliklerinde insan etkisinin önemli bir faktör olduğu görülmektedir. Geçen 40 yılda gerçekleşen artışın son 1000 yılın herhangi bir dönemindeki artıştan daha büyük olması küresel ısınmadaki insan etkisinin korkunç boyutlara ulaştığının kanıtıdır. Küresel ısınma en fazla kutuplardaki buzulları etkileyecektir.  Buzullar ısınmanın artmasıyla hızla eriyecek ve buna bağlı olarak deniz seviyeleri yükselecektir. Kıyı kemsinde yaşayan milyonlarca insan ya göç etmek zorunda kalacak ya da ani su baskınları nedeniyle hayatlarını kaybedecektir. Başka kötü bir senaryoya göre kıyı kemsinde yapılan tarımsal faaliyetler sona erecektir. En verimli tarım alanlarının kıyı kesimlerindeki delta ovaları olduğu düşünüldüğünde küresel ısınmanın büyük bir açlık felaketi getireceği açıktır.

Küresel ısınmayla sadece kutuplardaki buzullar erimeyecektir. Yüksek dağlarda daimi kar sınırı üzerine bulunan onlarca metre kalınlığındaki buzul kütleleri eriyerek kara içlerinde büyük sel felaketlerine neden olacaktır. Ani sel baskıları buzulların normal erimesine göre oluşan yer altı su birikimlerine zarar verecektir. Böylece büyük yerleşmelerin yakınlarında içme suyu sıkıntıları ortaya çıkacaktır. Kuraklığa bağlı artış bitki örtüsünün cılızlaşmasına ya da yok olmasına neden olacak böylece, erozyon nedeniyle toprak kayıpları daha da artacaktır.

Küresel iklim değişikliğinin etkisi günümüzde hissedilmeye başlamıştır. Dünyanın pek çok yerinde iklim değişikliğine bağlı felaket haberleri gelmeye başlamıştır. Bu haberlerden birkaçı şöyledir:

  • Küresel ısınma sonucu Büyük Okyanusta bulun Kribati Bölgesindeki Tarawa ve Abanuea adlı iki ada okyanus suları altında kalmıştır.
  • Hint Okyanusundaki Maldiv adaları içinde yer alan 200’e yakın ada, deniz seviyelerinin yükselmesi üzerine yok olama tehlikesiyle karşı karıyadır.
  • Dünyadaki her on buzuldan birine sahip olan Peru buzullarının dörtte bir erimiştir.
  • Alaska buzullarının eridiği terlerde yeni bitki türleri yetişmeye başlamıştır.
  • Dünyada her yıl altı milyon hektarlık alan çölleşmektedir.

İklim değişiklikleri sadece deniz seviyelerinin yükselmesi ya da gıda krizine neden olmayacaktır. İklim değişiklikleri gerek uluslar arası alanda gerekse de ulusal düzeyde ciddi güvenlik sorunlarına neden olacaktır. İklim değişikliklerinin güvenlik üzerindeki etkilerini ulusal güvenlik açısından ilk defa değerlendiren kişi Pentagon’da oldukça etkin görevlerde bulunmuş Peter Schwartz ve yardımcısı Dougan Randall’dır. Bu kişilerin Pentagon’a hazırladıklarları raporlarda, dünyanın en büyük sıcaklık taşıyıcılarından Gulf Stream sıcak su akıntılarının durması, yavaşlaması üzerinde durmuşlardır. Buna göre Gulf Steam Sıcak Su Akıntısı, Kuzey Yarım Küre’de Ekvatoral kuşak üzerinde Kuzey Batı Avrupa’ya doğru akmaktadır. Sıcak su akıntısı nedeniyle Kutup kuşağına yakın halde bulunan Kuzey Batı Avrupa kıyılarında ılıman bir iklim yaşanmaktadır. Kutuplardaki buzulların erimesiyle deniz ve okyanuslara daha fazla tatlı su karışacak, böylece Gulf Stream sıcak su akıntısı yön değiştirecektir. Bu durum Kuzey Batı Avrupa’nın kutup iklimi kuşağına girmesine neden olacaktır. Küresel ısınma küresel bir soğumayı ortaya çıkaracaktır. Dünyanın en zengin ülkelerinin bulunduğu kuşak olan Kuzey Batı Avrupa ülkelerinin buzul çağına girmesinin dünya ekonomisi üzerindeki etkisi tam hesaplanmamakla birlikte zararın korkunç bir boyutta olacağı tahmin edilmektedir. Ne zaman küresel bir ekonomik kriz çıksa arkasından büyük bir savaş ortaya çıkmaktadır. Bazı devletler için savaş ekonomisi krizden çıkmanın tek yolu olsa da böylesi bir ekonomik krizden savaş ekonomisinin kurulamayacağı muhakkaktır.

Küresel iklim değişiklikleri en çok gıda üretimini etkileyecektir. Gıda krizi dünya çapında ciddi çatışmaları ortaya çıkarabilir. Küresel bir çatışma gıda kaynaklarının kirlenmesine ya da yok olmasına neden olabilir. Gıda kaynaklarının zarar görmesi savaşlardan daha fazla ölümlerin olmasına sebep olmaktadır. Örneğin 2000 yılında silahlı çatışmalarda 300 bine yakın kişi hayatını kaybetmişti. Ancak her yıl suların kirlenmesi nedeniyle daha fazla insan hayatını kaybetmektedir.

Küresel iklim değişikliklerinin ortaya çıkaracağı çatışma senaryolarının gerçekleşme ihtimalleri giderek artmaktadır. Bu çatışmalardan kurtulmanın en önemli yolu öngörülen iklim değişikliklerini ve bu değişikliklerin insan sağlığı üzerindeki olası etkilerini en aza indirmektir. Bunun için de insan kaynaklı sera gazı salınımlarını azaltmak ve bitki örtüsünü çoğaltmaktır. Günümüzde bütün dünyayı etkisine alan Corona virüsü, küresel iklim değişikliklerini durduracağına dair bazı çevrelerde iyimser bir hava oluşturmaktadır. Virüsün bulaşma riski nedeniyle sosyal mesafe önlemlerine bağlı olarak pek çok ülkede sera gazı yayan üretim tesislerinden önemli bir kısmı üretimlerini ya azalmışlardır, ya da durdurmuşlardır. Aynı şekilde evde kal uygulaması nedeniyle milyonlarca araç trafiğe çıkmamıştır. Bu gelişmeler elbette ki küresel iklim değişiklikleri için olumludur. Ancak küresel iklim değişikliklerinin neden olduğu zararın önlenmesi için 10 yıl boyunca atmosfere hiç sera gazı yayılmamalıdır. Bu durum günümüz şartlarında olası değildir.  O halde küresel iklim değişikliklerine bağlı gerçekleşecek olası çatışma senaryolarından kaçınmanın pek mümkün olmadığı bir durumla karşı karşıyayız.

Çevreci bilimcilerin oluşturdukları çatışma senaryoları şöyle sıralayabiliriz:

        2020-2025Güneydoğu Asya’da Burma, Laos, Vietnam, Hindistan ve Çin’de bitevi çatışmalar olur.İran Körfezi ve Hazar Havzası’ndaki çatışmalardan dolayı petrol fiyatları artar. Fransa ve Almanya Ren nehrine erişim konusunda çatışırlar.Suudi Arabistan’daki iç çatışmalardan dolayı ABD ve Çin donanmaları çatışmaya girer.  
2020-2030Cezayir, Fas, Mısır ve İsrail gibi Akdeniz ülkelerine göç hızlanır. Çin ve Japonya arasındaki tansiyon artar.Avrupa nüfusunun yaklaşık yüzde onu başka ülkelere göç eder.

Yukarıda belirtilen çatışmalar bir öngörü olsa da bu konuda uzmanların ciddi ciddi kafa yordukları anlaşılmaktadır. İklim değişikliklerini en çok gıda üretimini etkileyecek bu durum da ciddi bir gıda krizini ortaya çıkaracaktır. Bizi kaçınılmaz bir felaket beklemektedir. Ancak ülkeler arasında kalıcı bir işbirliği sayesinde olası kötü senaryoların etkisini azaltmak mümkündür. Sürdürülebilir bir üretim anlayışı, kaynakların adil paylaşılması ve tüketime dayalı mutluluk anlayışından vazgeçilmesiyle belki de bu kötü senaryoları tersine çevirmek mümkün olabilir.

Kapitalizm temelde rekabete dayalı olan ve güçlünün kazandığı bir düzendir. Üretim biçimlerinin rekabetçi bir yapıya bürünmesiyle kapitalizm etkililiğini geliştirmiştir. Başarının, maddi yaşam standartlarının yükselmesi olarak tanımlandığı sanayi devriminden bu yana, kapitalizm tek egemen ekonomik sistem olarak kalmıştır. Piyasa şartlarının belirleyici olduğu bu dönemde, açgözlülük ve bencillikten yararlanılarak yükselen yaşam standartlarının özendirilesi kapitalist sistemin ana omurgasını oluşturmaktadır. İnsan emeğin ve doğal varlıkların vahşice sömürülmesi kapitalizmin korkunç bir canavar olduğunu göstermektedir. Karın en üst düzeye çıkarılması mantığıyla hareket eden kapitalizm çevreye yaptığı baskı nedeniyle refah alanların her geçen gün daha da daralmasına neden olmaktadır.
Kamusal eşitliği ortadan kaldıran kapitalist sistem, kolektif yaşam biçimine evirilmiş insan topluluklarının yapısıyla büyük bir çelişki oluşturmaktadır. Zenginle yoksul arasındaki uçurumun artması sınıfsal farlılıkları artık daha belirgin fay kırıklıklarına dönüşmektedir. Toplumsal yapının kökenindeki derin tektonik katmanların üst tabakadan gelen baskılarını absorbe etme kapasitesi her geçen gün azalmaktadır. Tektonik katmanlardan geçen baskının ekonomik fay hatlarında şiddetli kırılmalara yol açacağı bariz bir şekilde önümüzde durmaktadır. Rakipsiz bir sistem olarak görülen kapitalizmin eşitliksiz yapısı kapitalizmin de sonunu getirebilir.
ABD’’li ünlü iktisatçı Lester C. Thurow 1996 yılında kaleme aldığı “Kapitalizmin Geleceği” adlı kitapta dünyayı etkisine alan kapitalizmin sonunun geldiğine ilişin öngörülerde bulunmuştur. Thurow’a göre bireycilik üzerine kurulu olan kapitalizm, bireyin doğasındaki kısa vadeli düşünme eğilimini dengeleyerek sosyal kuralları içermeyen bir sistem olduğu için kendini tehlikeye atmaktadır. Yine Thurow eserinde, kapitalizmin rakipsiz kalmasının yaratacağı sorunları şu şekilde dile getirmektedir: Tarihsel olarak, dışarıdan gelen askeri tehditler, içerdeki toplumsal huzursuzluklar ve alternatif ideolojiler, statükoda kazanılmış hakları aramak için bir bahane olarak kullanıldı. Bunlar kapitalizmin varlığını sürdürmesini ve gelişmesini sağlayan şeylerdi. Eğer kapitalizm tehdit edilmiş olmasaydı, Roosvelt başarı sağlayamazdı. . Aynı şekilde Paul Kenndy, dünyadaki varlıklı ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki uçurumun giderek arttığına dikkati çekmiş, yoksul ülkelerin varlıklı ülkelere yasadışı baskısını önlemek için yoksul ülkelerin sorunlarına eğilmek gerektiğini belirtmiştir . Paul Kenndy’in görüşlerini destekleyen New York Times gazetesi köşe yazarlarından Thomas Friedman şöyle demişti: “Kötü durumdaki komşunuzun ziyaretine gitmezseniz, o sizi ziyarete gelir” . Ayrıca dünyada mevcut sorunlara çevresel bir değerlendirme amacıyla kurulan ve her yıl yayımladığı “Dünyanın Durumu” serisiyle çevresel sorunları anlatan Worldwatch Enstitüsünün başyazarlarından olan Lester R. Brown da kapitalizmle ilgili bir takım öngörülerde bulunmuştur. Brown’a göre dünyanın mevcut kaynaklarının insanoğlunun sınırsız istekleri karşısında giderek yok olma tehlikesi altındadır. Özellikle kapitalist sistemin dünyanın mevcut kaynaklarını tüketme yolunda sarf ettiği yoğun üretim faaliyetleri ileri dönemlerde çevrenin bozulmasına paralel olarak dünyada ciddi gıda sorunlarının yaşanacaktır. Brown, kapitalizminin sonunu bu şekildeki bir kapitalist anlayışının getireceğinden bahsetmektedir . Yukarıdaki ifadeler kapitalizmin içinde bulunduğu çıkmazı göstermektedir. Zaten adil olmayan gücün adaletsiz kuralları günün birinde kendine de bulaşır.
Kapitalizmin sınırsız üretme ve tüketme istediğinin maliyetini daha çok doğal çevre ödeyecektir. Doğal kaynakların büyük bir bölümü tükenebilir kaynaklarıdır. Tüketmenin özendirildiği kapitalist sistem, doğal kaynakları yok ederek kendi geleceğini de tehlikeye atmaktadır.
Dünyanın pek çok bölgesinde su kullanımının su yataklarının sürdürülebilir verimi geçmesiyle birlikte, aşırı su çekimi yaygınlaşıyor. Irmaklar üzerinde de talepler yaygınlaşıyor hatta kimi ırmaklar bu aşırı kullanma nedeniyle denize ulaşamadan kurumaktadır. Bu durum beraberine dünya gıda üretimini etkilemektedir. Tarım alanları insanların kullandıkları içme suyuna kıyasla çok fazla su tüketmektedir. Örneğin bir ton tahıl üretimin için 1000 ton su kullanımı gerekmektedir. Tatlı su miktarının azalması beraberinde en çok gıda üretimini etkileyecektir.
Yeryüzünde mevcut bir döngü bulunmaktadır. Bu döngülerden en önemlisi karbon döngüsüdür. Özellikle bitkiler atmosferde fazladan bulunan karbonu bünyelerine çekerek dengelemeye çalışırlar. Ancak hem bitkilerin aşırı tahribi, hem de fosil yakıtlardan yayılan karbon miktarını artması küresel ısınmaya neden olmaktadır. Bu duruma dayanak olması bakımından şu trajik örneğin verilmesinde yarar vardır. “Son yüzyılda yaklaşık 30 bin bitki türünün hepsi yok olmuştur. İçinde yaşadığımız son yıllarda, bitki ve hayvan türlerinden günde 3 canlı türünün tükenmesi, Biyoçeşitlilik tahribinin derecesini göstermektedir.
Artan nüfus özellikle orman ürünlerine karşı talep patlamasına sebep olmaktadır. Hızlı ormansızlaşma beraberinde yeraltına sızması gereken su kütlelerinin akışı sonucu hem toprak aşınmasını tetikliyor, hem de yeraltındaki tatlı su kaynaklarının azalmasın sebep oluyor. Ormansızlaşmanın en belirgin etkisi Ekvatoral kuşakta bulunan Tropikal yağmur ormanlarının tahribiyle ortaya çıkmaktadır. Tropikal yağmur ormanlarının sadece fotosentezle CO2 bağlayarak, dünya iklimini düzenleme etkisinin yılda 3,7 trilyon dolarlık ekolojik değer ürettiği hesaplanmıştır.
Kutuplarda buzullar yeryüzündeki tatlı suların yüzde 68’ni oluşturmaktadır. Küresel sıcaklıklarda meydana gelecek sadece birkaç derecelik artış bu yüksek kütleli buzulların erimesine neden olacaktır. İlk bir metrelik yükselme 2075 yılında olacağı tahmin edilmektedir. Ancak atmosfere katılan karbon miktarında hiç azalma olmaksızın artışlar devam etmektedir. Karbonun artması dünyadan uzaya gitmesi gereken ısının daha da fazla tutulacağı anlamına gelmektedir. Yani 2075 yılında gerçekleşeceği söylenen öngörü çok iyimser bir öngörü olarak kalabilir. Dünyanın şu anki imkânlarla ancak 180 santimetre kalınlığında yükselmelerle baş etme kapasitesi vardır. Kıyılara set çekilmesi ve suların tahliye edilmesi gibi küçük ölçekli tedbirler bile milyarca dolar bütçe gerektirdiğinden küresel ölçekli deniz seviyesi yükselmelerinden en fazla etkilenecek yerlerin gelişmemiş ülkeler olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.
Üretim ve kazanç ekseninde kuşatıldığımız kapitalizmden kurtulmadan geleceğimizi güvence altına almamız mümkün değildir. İnsanları mutlu etmekle tüketmenin aynı anlamda kullanılması çevresel felaketlerin de yoğun bir şekilde artmasına neden olacaktır. Dünya artık hızlı bir tahribin içine girmiştir. Bu durumda insanın sağlığı ve refahının çevreye saygılı Pazar anlayışının benimsemesiyle mümkün olacağın altını çizme istiyorum. Bundan dolayı da ilk iş olarak tüketim alışkanlıklarının sorgulanması gerekmektedir. Tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmeden kapitalizmin getireceği yıkımlardan kurtulmamız mümkün değildir.

*sechaber.com

Sevgili Gök Türk’ün uzun süredir üzerinde çalıştığı Niburu gezegeni ve oradan dünyamıza gelen kadim atalarımız olan Annunakiler’in hayatı bu günlerde dünyanın geleceği konusunda dramatik benzerlikleriyle dikkatimi çekmeye başlamıştır.
Günümüzden yaklaşık 450 bin yıl önce Niburu gezegeninin atmosferik ortamında yırtılma meydana gelmişti. Yüksek teknolojiye ve medeniyete sahip olan Niburular, yaptıkları incelemelerle bu sorunun altını toz haline getirip atmosferin yüksek bir yerinden püskürtülmesiyle halledileceğini tespit etmişlerdi. Ancak kendi gezegenlerinde bunu sağlayacak yeterli miktarda altın bulunmadığı için, altının yoğun olarak bulunduğu dünyaya gelmişlerdi. Dünyadan elde ettikleri altınla kendi atmosferik ortamlarını düzeltmeye başlamışlardı. Sonuçta Niburu gezegeninde atmosferik ortamdan kaynaklanan sorunun bittiğine dair herhangi bir bilgi olmadığına göre dünyadan halen Niburu’ya altın taşındığı değerlendirilmektedir.
Konu çok derin ve karmaşık olduğundan okuyucularımızı bu konuda ülkemizde en yetkili araştırmalar yapan Gök Türk’ün üç kitabını okumaya salık veririm.
Dünyamız yaklaşık 4,6 milyar yıl yaşındadır. Uzun bir jeolojik evrim sonucunda günümüzdeki yaşamsal alan meydana gelmiştir. Dünyanın canlı küre haline gelmesini sağlayan en önemli etken dünyanın atmosfer özelliğidir. Atmosferin de dünya gibi, oluşumunda bir evrim olduğu değerlendirilmektedir. Yerkürenin sıvı olan toz ve gaz bulutlarından olan ilk oluşum safhasında atmosfer yoktu. Daha sonra ilk bitiklerin sular içinde oluşmasıyla milyonlarca yıl sürecek fotosentezle oksijen meydana geldi. Sonuçta atmosferik gazlar günümüzdeki sabit yapısına kavuştular. Atmosferdeki sabit gazların yüzde 78’i azot ve yüzde 21’de oksijendir. Geriye kalan yüzde 1’lik kısımda değişken miktara sahip olan gazlardır. Bu değişken gazlardan en önemlileri su buharı ve karbon dioksittir. (CO2)
Su buharının döngüsü buharlaşma, terleme, yoğuşma ve yağış şeklinde gerçekleşir. Bu döngü bağıl nem miktarının yıllık ve günlük değişiklilerinin oransal olarak artıp azalması şeklinde gerçekleşir. Bir damla su yılda ortalama 42 defa atmosferle yer arasında gidip gelir. Bu döngünün artıp azalmasının dünyanın iklimleri üzerinde kaygı verici bir etkisi henüz yoktur. Şuanda insanlığı korkudan en önemli gelişme atmosferdeki karbon miktarının artmasın bağlı olarak meydana gelecek küresel ısınmadır.
Karbonun miktarında meydana gelecek artmalar ilerde dünyamızın daha da ısınmasına sebep olacaktır. Dünyanın ısınmasından en fazla etkilenecek olan buzulların erimesiyle deniz seviyelerinde meydana gelecek olası yükselmelerdir. 510 milyon kilometre kare alana sahip dünyamızın üçte ikisi sularla kaplıdır. Suların yüzde 97’si tuzludur. Geri kalan yüzde üçü de tatlı sulardır. Tatlı suların yüzde 68’i buzullar, yüzde 31’i yeraltı suları geri kan yüzde 0,02’si de yüzsuları dediğimiz göller, bataklıklar ve nehirlerdir. Buradan da anlaşıldığı gibi tatlı suların oranı çok azdır. Ancak bu oran bile milyarca insan ve canlı için en temel yaşam kaynağıdır.
Kutuplarda bulunan muazzam yapıdaki buzullar yeryüzündeki tatlı suların yüzde 68’ni oluşturmaktadır. Küresel sıcaklıklarda meydana gelecek sadece birkaç derecelik artış bu yüksek kütleli buzulların erimesine neden olacaktır. Yapılan değerlendirmelere göre atmosferdeki bir-iki derecelik artışlarda buzulların erimesine bağlı olarak deniz seviyeleri birkaç metre yükselebilir. Deniz seviyelerinin bir-iki metre yükselmesi bile dünya için felakettir. Kıyılarda buluna yüzsek verimli tarım alanlarının sularla kaplanması ve sahil yerleşim alanlarının denizler tarafından istila edilmesi milyonlarca insan ya ölecek ya da bulundukları yerlerden tahliye edileceklerdir. Ayrıca, gıda üretiminde önemli düşüler olacağından bu olay bütün dünyada ciddi bir ekonomik krizin yaşanmasına sebep olacaktır. Söylediğimiz öngörülerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini tartışmak bile çok gereksizdir. Çünkü bütün veriler dünyanın son buzul çağdan bu yana en hızlı ısı artışlarının olduğunu göstermektedir. Bu durumda tek soru deniz seviyelerinin ne kadar ve hangi hızda yükselebileceği olmalıdır.
Denizlerde ilk bir metrelik yükselme 2075 yılında olacağı tahmin edilmektedir. Ancak atmosfere katılan karbon miktarında hiç azalma olmaksızın artışlar devam etmektedir. Karbonun artması dünyadan uzaya gitmesi gereken ısının daha da fazla tutulacağı anlamına gelmektedir. Yani 2075 yılında gerçekleşeceği söylenen öngörü çok iyimser bir öngörü olarak kalabilir. Dünyanın şu anki imkânlarıyla ancak 180 santimetre kalınlığında deniz yükselmeleriyle baş etme kapasitesi vardır. Kıyılara set çekilmesi ve suların tahliye edilmesi gibi küçük ölçekli tedbirler bile milyarca dolar bütçe gerektirdiğinden küresel ölçekli deniz seviyesi yükselmelerinden en fazla etkilenecek yerlerin gelişmemiş ülkeler olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.
Dünyada geçmiş dönemlerde de deniz seviyeleri yükselmişti. Ancak hiçbir dönemde insan etkisinde kaynaklanan bir yükselme söz konusu olmamıştır. Günümüzde yükselmenin durdurulması neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bugün atmosfere karbon salınmalarının en büyük nedeni olan otomobili dünyanın en geri kalmış ülkelerin hakları da talep etmeye başlamıştır. Ya da Amerikalılar her evde en az iki araç alışkanlılarından asla vazgeçmek niyetinde değiller. Dünya nüfusu hızla artmaktadır. Önceden binlerce yılda gerçekleşen nüfus artışları günümüzde sadece birkaç yılda gerçekleşmektedir. İnsanlar artık ortalama olarak daha uzum ömre sahipler. Eskisi gibi salgın hastalıklarla kitlesel ölümler yoktur. Bu durum nüfusun ikiye katlanma sürelerini düşürmektedir. Gelecekte atmosfere salınan karbon oranları iki katına çıkacaktır. Böylece deniz seviyeleri daha da yükselecektir.
Burada üzerinde pek durulmayan bir konu da deniz sularının sıcaklıklarındaki muhtemel artışlardır. Bu artışlar deniz tabanlarındaki suyun da ısınmasına neden olacağından suyun ısı değişim dengesi bozulacak ve birçok deniz suyu zehirlenecektir. Aslında bizi bekleyen en sinsi tehlike de budur. Atmosfere yayılan denizdeki zehirler birçok insanın ölümüne neden olabilir.
Küresel iklim değişiklerinin gelecekte daha büyük ve çeşitli sorunlar getireceği tartışma götürmez gerçeklerdir. Biz de Niburular gibi atmosferik sorunları çözebilecek miyiz, ya da onlar gibi uzayda kendimize koloniler kurarak halklarımızın yok oluşlarını önleyebilecek miyiz?
Günümüzde bu soruların cevabı çok zor görülüyor. Sümer tabletlerinde belirtilen, birçok kutsal metinde de anlatılan yeni bir Nuh tufanı bizi bekliyor. Acaba ENKİ yine bize yardım edecek mi?

Ülkemiz orta kuşakta önemli bir kavşak noktasında bulunmaktadır. Gerek iklim, gerekse bitki çeşitşlşliği yönünden tarihin her döneminde cazibe merkezi haline gelmiştir. Bu vasfını günümzde de sürdürmesie karşın son zamanlarda gerek doğal gerekse de beşeri şartlarda meydana gelen olaylar nedeniyle tarımsal üretimde ciddi kayıplar yaşamaya başlamıştır.
Türkye’nin üç tarafının denizlerle çevrili olması ve sahip olduğu akarsular, Türkiye’yi maalesef su zengini bir ülke yapmıyor. Dağların genel hatlarıyla doğu batı doğrultusunda uzanması ve yükseltinin doğuya ve iç kesimlere doğru artması deniz etkisinin iç kısımlara ulaşmasını engeller. Bu durum, Türkiye’nin büyük bir bölümünün yarı kurak iklim şartlarına sahip olmasına neden olur. Böylece Türkiye’de kişi başına düşen su miktarı dünya ortlamasının altındadır.
Buna ilaveten küresel iklim değişikliklerinden kaynaklanan etkiler nedeniyle Türkiye’ye düşen yağış miktarında önemli azalmalar meydana gelmektedir. Yapılan derlendirmelere göre, yağış ortlamaları Türkiye’de 630 milimetre civarındayken 2000 yılından itibaren ülkemize düşen yağışlarda yüzde 10 civarında bir azalma söz konusu olmuştur. Küresel iklim değişikliklerinde yaşanan bu olumsuzlukların daha da artacağı değerlendirildiğinde önümüzdeki yıllarda daha kurak bir dönemin gelmesi söz konusudur.
Türkiye nüfusunun gerek hızlı artışı, gerekse de tarım alanlarının korunması konusunda yaşanan yönetimsel zaafiyetler nedeniyle tarım alanlarımız hızla azalmaktadır. Örneğin, 2000 yılında tarım alanlarımız 27 milyon 856 bin hektar idi. Günümüzde nerdeyse tarım alanlarımızda 5 milyon hektarlık bir azalma söz konusu olmuştur. Aynı şekilde çayır ve meralık alanlarımızın yaklaşık yüzde 10’dan fazlasını kaybetmiş durumdayız. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve Antalya Ticaret Borsası (ATB) verilerine göre, 2014 sonu itibarıyla Türkiye’de ekilen ve dikilen tarım alanı 23 milyon 943 bin hektar, çayır ve mera arazileriyle toplam tarım alanı da 38 milyon 560 bin hektar olarak belirlendi.
Tarım alanlarımızın amaç dışı kullanımı son yıllarda önemli artışar göstermektedir. Buna küresel iklim şartlarında meydana gelen değişiklikleri de katınca Türkiye’nin önümüzdeki dönemde ciddi bir gıda kiriziyle karşı karşıya kalacağı tahmin edilmektedir. 2004 yılında 17 milyon 962 bin hektar olan tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerin alanı 2014 yılında 15 milyon 789 bin hektar alana gerilemesi üretimde de ciddi azlamaların olacağını göstermektedir. Türkiye’nin son yıllarda en temel gıda ürünlerini bile dışardan almaya başlaması geleceğimiz için daha ciddi kirizlerin olacağının göstergesidir.
Artık Türkiye bir zamanlar üretimde dünyanın en önemli üretici ülkesi durumunda olduğu tarım ürünlerinin bir kısmını dışardan satın almaya başlamıştır. Şöle ki; 2014 yılına ait TÜİK raporlarına göre soğan ithalatı 29 kat, lahana ithalatı 39 kat, nar ithalatı %136, karpuz ithalatı %122, kırmızı mercimek ithalatı %179, Antep fıstığı ithalatı %63, mandalina ithalatı %63, kaysı ithalatı %54, bezelye ithalatı %29, pirinç ithalatı %47, kuru fasulye ithalatı %38 yeşil mercimek ithalatı %29 ve nohut ithalatı %27 artmıştır. Dünya fındık üretiminin %78’ine sahip olan ülkemiz 6 bin ton fındık ithal etmiştir. 4 milyon 100 bin ton buğday ve 6 ton çavdar ithal edilmiştir.
Yukardaki değerlerin önümüzdeki yıllarda daha da artacağı aşikârdır. Çünkü tarım alanlarımız giderek azalıyor, köyden kente göç korkunç boyutlara ulaşmış durumda ve küresel iklim değişiklikleri artık tehlike çanlarını çalmaya başlamıştır.
Türkiye günümüzde hâlihazırda mevcut potansiyelini kullanarak olası bir gıda krizinin üstesinden gelmektedir. Ancak, bu potansiyellerin de gelecekte tükeneceği açıktır. O zaman artan nüfusun gıda talebi nasıl karşılanacaktır? Bence ülke olarak kafa yormamız gereken en hassas ve önemli konu gıda olmalıdır. Bugün insanları sahip oldukları hemen hemen her şeyden vazgeçmeye ikna edebilirsiniz, ama insanları asla gıdalarından vazgeçmeye ikna edemezsiniz.
Yukarda karamsar tablosunu çizdiğimiz durumlar, yakın gelecekte Türkiye’nin bir kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Tarih boyunca birçok kıtlık felaketi atlatmış bir milletiz. Ancak, günümüzde yaşanan kıtlık felaketinin etkisi geçmiş dönemlerden daha fazla hasar verecektir. Çünkü refaha alışmış bir toplumun hiç refah görmemiş bir topluma nazaran dayanma gücü oldukça zayıftır.

Küresel iklim değişikliklerinin etkisini göstermeye başladığı günümüzde geleceğe dair daha da karamsar tabloların olacağı yönünde endişeler giderek artmaktadır. Özellikle büyük develer küresel iklim değişikliklerine karşı şimdiden hazırlık yapmaya başladılar.84d8a042dfc0b73d21385988f6a1bc25_1287520269
Devletlerin önemsiz gibi görülen noktalara birden bire yoğun ilgi göstermeleri aslında küresel iklim değişikliklerine karşı bir önlem olarak da değerlendirilebilir.
Peki, o zaman dünyada neler oluyor ve insanlar nesillerini gelecekte nasıl güvence altına alacaklardır? Bu temel soruların çözümü günümüzde basit terör ya da iç savaşların yaşadığı coğrafyalardaki olayları aydınlatacağı kanaatindeyim.
Küresel iklim değişiklikleri dediğimiz olay küresel ısınmadan kaynaklanan bir durumdur. Dünya giderek ısınmaktadır. Dünyanın ısısının artmasında güneş ısınlarının bir etkisi yoktur. Dünyada güneşten gelen enerjinin önemli bir kısmı uzaya yansımaktadır. Karbon salınımlarının artmasına paralel olarak uzaya gitmesi gereken ışınlar atmosferdeki karbon tarafından tutularak dünyanın mevcut ısısının artması sağlamaktadır. Böylece küresel ısınma denilen olay meydana gelmektedir.
Küresel ısınmanın artmasıyla birçok felaketin meydana geleceği öngörülmektedir. Ancak bu felaketler içesinde kısa vadede en büyük tehlike buzulların erimesi tehlikesidir. Yeryüzünde mevcut bulunan tatlı suların %68’i buzullardır. Buzulların da nerdeyse tamamına yakını başta Antarktika ve Kuzey kutbunda yer almaktadır. Yapılan ölçümlere göre her iki kutup bölgesinde de buzullarda ciddi erimeler oluşmaya başlamıştır.
Buzulların erimesinin ilk başta deniz seviyelerinde yükselmeler şeklinde bir felakete neden olacağı öngörülse de asıl tehlike okyanus akıntılarının yönlerinde beklenen değişikliklerdir. Bu akıntılardan en önemlisi Gulf Stream sıcak su akıntısıdır. Körfez akıntısı da denilen bu akıntı, yolculuğuna Meksika Körfezinden başladıktan sonra Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarını takip ederek, Florida kıyılarına oradan da Newfoundland’a hareket eder. Akıntı bundan sonra Atlantik Okyanusunu geçer ve 30°D, 40°K dolaylarında ikiye ayrılır; bir kolu Avrupa’nın batı kıyılarına ulaşır, öteki ise Batı Afrika kıyılarına doğru hareket eder.
Akıntı’nın Meksika Körfezi’ndeki hızı 3,5 knot (6,5 km/saat) olarak ölçülmüştür. Buradaki debisi 30 milyon metreküptür ki Missisipi Nehri’nin birkaç yüz katıdır. Hatteras Burnu’nda hızı 1 knot’a kadar düşer. Kıta sahanlığından akan akıntının sıcaklığı Kıtanın sahilinden akan soğuk güney akıntısıyla ‘Soğuk Duvar’ adı verilen yapıyı oluşturur. Burada akıntının derin mavi suları diğer sulardan rahatlıkla ayırt edilebilir. .
Körfez Akıntısı’nın en temel etkisi, Avrupa’nın kuzeybatısının ısınmasını sağlamasıdır. Matematik konumu düşünecek olursak, Kuzey Avrupa Sibirya ile aynı enlemdedir. Ancak akıntı, Kuzey Avrupa’nın, özellikle de İngiltere’nin ikliminin ılıman ve nemli olmasını sağlamaktadır.
Buzulların erimesine bağlı olarak denizlerin tuzluluk oranları değişecektir. Böylece yoğunluk farkından oluşan okyanus akıntıları yön değiştirecektir. Gulf stream sıcak su akıntısının yön değiştirmesi küresel bir soğuk dönem yaşanmasına sebep olabilir. Özellikle 40-60 enlemleri arasındaki sahalarda yaşam koşulları zorlaşabilir.images
Diğer taraftan Sahra çölü üzerinde bütün Mısır’ı, Batı Nil’i, Doğu Libya’yı, Kuzey Çad ve Sudan’ı kapsayan yaklaşık 2 milyon kilometrekare alanı kaplayan 375 milyon kilometre küp suyu içine alan büyük bir akifer (yeraltı su kaynağı) bulunmaktadır. Jeolojik akifer denilen bu kaynak çok derinlerde olduğu için burada henüz su çıkarılamamıştır. Ancak su çıkarımı ile ilgili çalışmalar başlamıştır.
Bahsettiğimiz konular ABD yapımı “Yarından Sonra” filminde de anlatılmıştı. Filimde küresel ısınmanın getireceği muhtemel bir küresel soğumayla ABD’lilerin daha güneye yani Yengeç dönencesine yakın Meksika’ya göç ederek hayatlarını kurtarmaya çalıştıkları anlatılmaktaydı.
Günümüzde ise yine Yengeç dönencesi üzerinde bulunan Büyük Sahra çölünde ABD ve Çin su arama çalışmaları ya da su çıkarma çalışmalarını sürdürmektedir. Pentagon’un savunma konseptlerine küresel iklim değişiklikleriyle ilgili bölüm eklemesi ve bütçe ayırması küresel iklim değişikliğinin jeopolitik etkisi olarak değerlendirilebilir.untitled
Konu jeopolitikten açılmışken içine biraz da komplo teorileri katıp yakın dönem uluslararası gelişmeler ışığında birkaç değerlendirme yapmakta fayda var diye düşünüyorum.
Öncelikle 2011 yılından sonra dünya yeni bir döneme girmiştir. ARAP BAHARI olarak adlandırılan dönem aslında küresel ısınmanın getirdiğin yalancı bir jeopolitik bir bahardır. Çünkü Arap baharının coğrafi yayılış alanı ile Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin yayılış alanı hemen hemen aynıdır. Burada özellikle Sahra çölünde bir kuşatma olduğunu görmekteyiz. Kanaatimce küresel iklim değişikliklerine bağılı olarak ilerde en uygun yaşam koşulları Saha Çölü ve çevresinde olacaktır. Büyük devler arasında ilan edilmemiş bir su savaşı vardır. 2011’de başlayan Arap Baharı’nın Sahra çölündeki suyu kontrol etmek için yapıldığı fikrindeyim.
İkinci olarak bu su savaşında ülkemizi de çok yakından ilgilendiren gelişmeler bulunmaktadır. Fırat ve Dicle nehirlerinin hâkimiyeti geleceğin dünya hâkimiyetinin kilidi durumundadır. Günümüzde Suriye ve Irakta meydana gelen gelişimleri jeopolitik bir bakış açısıyla değerlendirmezsek gelecekte çok büyük sıkıntılara düşebiliriz.
Eskiden Akdeniz, dünyanın orta denizi ya da merkeziydi. Tarih Akdeniz’i tekrar merkez konumuna getirdi. Gelecekte dünyanın şekillenmesi Akdeniz çevresinde özellikle Sahra çölünden başlayıp Fırat ve Dicle’yi içine alan bir kuşakta gerçekleşecektir. Dünya Sahra Çölünde doğru yeni bir Kavimler Göçü başlatabilir. Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek var mı diyenler için söylüyorum. Evet, dünyayı yeniden keşfetmeye gerek var. Dünyanın altı hala keşfedilmeyi bekliyor.

Yağış ile sıcaklık arasında sıkı bir ilişki vardır. Yağışın oluşabilmesi için atmosferdeki bağıl nem oranının artması gerekmektedir. Bağıl nemle sıcaklık ters orantılı bir ilişkiye sahiptir. Yani sıcaklık arttıkça bağıl nem azalmaktadır.

Küresel iklim değişiklikleri hem yağış rejimlerini,  hem de yağış biçimlerini değiştirecek. Küresel ısınmaya bağlı olarak atmosferde bağıl nem oranının azalması, yağış miktarlarının azalmasına neden olabilir. Ancak şu hususu da ihtimal dahilinde bulundurmakta fayda vardır. Hava sıcaklıklarının arması buharlaşma miktarlarını artıracağı için bu durum ani ve şiddetli yağışların da artacağı anlamına gelebilir. Her iki durum da muhtemel tehlikelere gebedir. Birinci durumda, bağıl nemin azalmasıyla kuraklıklar yaşanmaya başlayabilir, ikinci durumda da sel felaketleri yaşanabilir. Doğal felaketlerden en sinsi olanı kuraklıktır. Çünkü kuraklık diğerlerinin aksine önceden kestirilmesi güç olan bir doğal afettir.

Son günlerde güncel tartışmalardan bir olan NASA’nın kuraklıkla ilgili yaptığı tahminlerdir. NASA,  sıcaklık artışlarının neden olacağı bir kuraklığı öngörmektedir. Önümüzdeki yaz mevsiminde kuraklıklığın olup olmayacağı yaz mevsiminde yaşanacak sıcaklık artışına göre belli olacak. Belki sıcaklıkların aşırı artışı buharlaşmaya bağılı belli bir miktar yağış getirse de, ısınan havanın nem kaybı fazla olacağından kuraklık tehlikesi olabilir. Bunu şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz: İç Anadolu bölgesi Güneydoğu Anadolu bölgesinden az yağış aldığı halde, Güneydoğu Anadolu bölgesinde daha fazla kuraklık yaşanmaktadır. Bunun sebebi Güneydoğu Anadolu’da buharlaşma nedeniyle su kaybının daha fazla olmasıdır. NASA’nın tahmin ettiği şey aslında yağışların azalmasına bağlı bir kuraklık değil de buharlaşma artışına bağlı bir kuraklıktır. Nitekim NASA’nın tahminlerini doğrulayan bazı bilimsel bulgular da mevcuttur.

Örneğin küresel iklim değişikliklerine bağılı olarak hava sıcaklıklarının 2040 yılında iki derecelik bir artış beklenirken, bu artışın 2010 ile 2015 arasında yaşanması küresel ısınmanın geldiği boyutu göstermektedir. İstanbul’un yaz sıcaklık ortalamasının 28 derece civarında olmasına rağmen, yaz sıcaklıklarının 38 derece civarında olacağı tahmin edilmektedir. Aynı şekilde bu sene kış mevsimi ve ilkbaharda mevsim normallerinin 10-15 derece üzerinde sıcaklıklara ulaşması küresel sıcaklık artışıyla ilgilidir.

Burada asıl üzerinde durmamız gereken -NASA’lı yetkililerin de belirttiği- gibi Amerikan Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi (NOAA) tarafından hazırlanan 2012 yılı küresel ısınma raporu olmalıdır. NOAA’nın” İklimin 2012’deki Durumu adını taşıyan raporu, dünyanın değişik yerlerinden gelen 384 bilim insanının hazırlaması,  raporun ciddiye alınması gerektiğini göstermektedir.

Rapora göre Dünya’da belirlenen, deniz seviyelerinde yükselmenin, okyanuslarda ısı artışının, Buz Denizi ve Grönland‘daki buz tabakalarında erime oranlarında 2012 yılında rekora yakın artışların olduğunu ortaya konulması tehlike sinyallerinin çaldığının işaretidir.

NOAA raporuna göre, ısı değişikliklerinin kayda geçirilmeye başlandığı 1880 yılından beri dünyada  görülen 10 en yüksek hava sıcaklık değerine son 15 yılda ulaşılmıştır. 2012 yılında saptanan sıcaklık artışının yapılan 4 ayrı analize bağlı olmak üzere, dünyada şimdiye kadar rastlanan en yüksek 8. veya 9. değere çıkmıştır. Yine aynı yıl hava sıcaklığının, geçen yüzyıl içinde yer alan her yıldan daha yüksek olduğuna raporda işaret işaret edilmiştir. (NOAA’nın 2012 yılını içeren raporu, “Bulletin of the American Meteorological Society” adlı bilimsel derginin özel sayısında yayımlandı.)

Küresel iklim değişiklerinin etkilerini artık bilimsel analizlere gerek gerek kalmadan görmek mümkündür. Çünkü iklim değişikliklerindeki ani gelişmeleri doğrudan görebiliyoruz. Bu nedenle de küresel iklim değişikliği var mı yok mu diye sığ tartışmalarla vakit öldürmek yerine, küresel iklim değişikliğine neden olan unsurların nasıl ortadan kaldırılacağı konusunda kafa yormalıyız. O zaman bu kötü süreci tersine çevirecek önlemleri alabiliriz.

Dünya ısınmakta ve bu ısınma, kuraklığa sebep olmaktadır. Şimdiden bu küresel iklim değişikliklerine karşı yapılması gereken en önemli tedbir ağaç dikmektir. Bununla ilgili çok basit bir örnek verecek olursak, 100 yaşına gelmiş bir ağaç tek başında 5000 waltlık 5 klimadan daha fazla serinletici etki yapmaktadır. O halde bu gidişata küçük bir fidanla dur demeye başlayalım.

Dünyanın geleceğine ilişkin değerlendirmede bulunmak için günümüzün mevcut verilerinden yaralanmak gerekmektedir. Geçen sayımızdaki yazımızda mevcut sorunları genel olarak değerlendirmiştik. Bu yazımızda ise dünyanın geleceğine yönelik karamsar tabloların oluşmasına dayanak oluşturacak verilerden yaralanacağız.

Dünyada hiç tükenmeyecek gibi duran kaynakların aslında bir dayanma kapasitesi bulunmaktadır. Bu kapasiteyi zorlayan insanların ihtiyaç algılamalarındaki değişikliliklerdir. İnsanların daha fazlasını isteme ve tüketme isteği doğal kaynakları geri dönüşü mümkün olamayan biçimde tükenmesine neden olmaktadır. Aslında dünyada doğal sistemlerin ana sigortası doğal kaynaklardır.

Doğal kaynakların önemine ilişkin örnekler

  • Yapılan araştırmalara göre ormanların yaz aylarında hava sıcaklığını 5–8,5oC arasında düşürmekte, kış aylarında ise 1,6–2,8oC arasında yükseltmektedir.
  • İyi gelişmiş 100 yaşındaki bir kayın ağacının yaklaşık 800.000 yaprağı tespit edilmiştir. Bu ağacın 5000 m3 havayı temizlediği, bu tek ağacın kesilip ortadan kaldırılması halinde aynı işlevi yerine getirmesi için 2700 fidan dikilmesi gerektiği, bunun üç yıllık masrafının 3 milyon dolar olduğu hesaplanmıştır.
  • Günümüzde sadece 15 kadar bitki türü dünya nüfusunun %90’nını doyurmaktadır.
  • FAO’nun tahminlerine göre 4–6 bin tür tıbbi bitkinin uluslararası ticareti yapılmaktadır.

Yukarıdaki örneklerin çoğalmak mümkündür. Çünkü doğal kaynaklar onca tahribe rağmen halen dünya nüfusunun ihityaçlarını karşılayabilmektedir. Ancak doğal kaynakların sınırlılığı ile insanların isteklerinin sonsuzluğu arasında süren bu savaşta hiç şüphesiz ki insanın doymak bilmeyen istekleri insanoğlunun sonunu getirecektir.

Tüketim toplumu ve dünyanın geleceği

Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız hususlar dünyanın genel çevre sorunlarını belirlemek şeklinde olmuştur. Ancak mevcut çevre sorunlarının ana kanyağı üzerinde yeterince durulmamaktadır. Hal öyle bir duruma ulaşmıştır ki, artık bazı çevresel sorunları ortadan kaldırmanın mümkün olmadığı bir duruma doğru gitmektedir. Buna göre artık insanların tüketim alışkanlıklarının sorgulanmasının sırası gelmiştir. Tüketim toplumunun aldatıcılığıyla ilgili aşağıda birkaç hususu belirtmekte yarar vardır.

  • Zengin ve yoksul ülkelerde bildirilen mutluluk düzeyleri arasında çok az bir fark vardır.
  • Hayal edebildiğimiz tek tatmin olma şansı, şuan sahip olduğumuzdan daha fazlasına sahip olmak. Fakat hepimizi tatminsiz yapan şey de şu anda sahip olduklarımız.
  • Dünya genelinde 202 dolar milyarderi ve 3 milyondan fazla dolar milyoneri var. Aynı zamanda yol kenarlarında, çöplüklerde ve köprü altlarında 100 milyon evsiz insan yaşamaktadır.
  • Hollanda tarımsal ürünleri kendi topraklarının üç katı büyüklükte topraklara sahip gelişmekte olan ülkelerden ithal etmektedir.
  • Reklamcılar, belli bir ürünü satmayı başaramasalar bile, yaşamdaki her sorunu çözebilecek bir ürünün var olduğu ve doğru şeyleri satın alırsak varoluşun tatminkâr ve tam olacağı fikrini durmaksızın tekrarlayarak tüketiciliği kendisini satmaktadırlar.
  • Kanada, her yıl sadece Amerikan gazetelerinde üzerine reklam basılacak gazete kâğıdını sağlamak üzere, uzun süredir var olan ormanlarının 17 bin hektarını-Washington büyüklüğünde bir alanı- kesmektedir.

Yukarıdaki örneklerde de anlaşılacağı üzere tüketim toplumu sadece sahte bir mutluluk vaat etmektedir. İnsanların çok tükettikleri takdirde daha fazla mutlu olacakları düşüncesi, insanları daha fazla mutsuzluğa sevk etmektedir. Ancak inansın tüketim hırsından kaynaklanan davranışlarının en büyük bedelini çevre ödemektedir. Çünkü şuan var olan çevresel sorunların en başlıca nedeni insanların tüketim yoluyla çevreye verdikleri zararlardır.

Sonuç ve öneriler

İnsanların tüketmeden yaşamaları mümkün değildir. Ancak tüketim alışkanlıklarını çevreye daha duyarlı hale getirmesi dünyanın geleceğine ilişkin karamsar tabloların dağılmasına neden olur. Eğer gezegenin yaşamı destekleyen ekosistemlerinin gelecekteki nesillere kalması isteniyorsa, tüketim toplumu, kısmen kaliteli, düşük enerji gerektiren dayanıklı tüketim mallarına yönelerek, kısmen de tatmini boş zamanlar değerlendirmede, insan ilişkilerinde ve maddiyata dayalı olmayan diğer alanlarda arayarak kaynak kullanımını önemli derecede azaltmak zorundadır.

İnsanların tek başına tüketmek yerine paylaşmanın daha ön plana çıktığı, insana verilen değerin doğal çevreye verilen değerle aynı düzeyde olması gerekmektedir. Bunun için daha iyi ve sağlıklı bir gelecek için tüketim alışkanlıklarımızı bir an önce gözden geçirmek durumundayız.

Nüfus artışı sorunlarının son zamanlarda kendisini gösterdiği sorunlarda birisi de güvenlik sorunlarıdır. Bu sorunlar özellikle gelir dağılımı adaletsizliğine bağlı olarak meydana gelmektedir. Dünya’nın zengin ülkeleriyle yoksul ülkeleri arasındaki uçurum her geçen gün artması ve düşük gelire sahip ülkelerdeki insanların refaha ulaşmak ümidiyle yasa dışı göçlere yönelmeleri çok ciddi problemleri doğurmaktadır ayrıca yoksulluğun getirdiği ezilmişlik duygusu varlıklı ülkelere duyulan kini artırmaktadır. Gelişmemiş ülkelerde yaşayan insanlar, gelişmiş ülkelere duydukları tepkileri genelde düşük yoğunluklu savaşlar olarak adlandırılan terörist faaliyetlerle göstermektedirler.

“Dünya’nın her yerindeki toplumların ve hakların karşı karşıya bulunduğu baskılar, şiddeti otomatik olarak ya da zorunlu olarak tetiklemez. Fakat giderek artan kutuplaşmaya ve radikalleşmeye yol açan siyasi dinamikler haline gelebilirler. Bunun en kötü sonuçları da, şikayetlerin artmasına ses çıkarmayan, insanların geniş çaplı işsizlikle ya da kronik yoksullukla mücadele ettiği resmi kurumların zayıf ya da yozlaşmış olduğu, silah bulmanın kolaylaştığı, siyasi aşağılama ya da umutsuzluğun, daha iyi bir gelecek umudunun olmaması gerçeği ile bir araya gelerek insanları aşırı uçlardaki hareketlerin kucağına ittiği yerlerde görünür.

Tıpkı hava kirliliğinin, ya da küresel ısınmanın devlet sınırlarını aşması gibi tatmin olmamış aşırı nüfus, sınırlar üstü bir sorun niteliğine dönüşmektedir. Bu bakımdan gelişmiş ülkeler, güvenlik için en ucuz yatırım olan fakir ülkelerin temel ihtiyaçlarını karşılayacak politikalara yönlenmeleri, o güvenlik sorunlarının azalmasına sebep olacaktır.