Etiket

yoksulluk

Tarama

Kapitalizm temelde rekabete dayalı olan ve güçlünün kazandığı bir düzendir. Üretim biçimlerinin rekabetçi bir yapıya bürünmesiyle kapitalizm etkililiğini geliştirmiştir. Başarının, maddi yaşam standartlarının yükselmesi olarak tanımlandığı sanayi devriminden bu yana, kapitalizm tek egemen ekonomik sistem olarak kalmıştır. Piyasa şartlarının belirleyici olduğu bu dönemde, açgözlülük ve bencillikten yararlanılarak yükselen yaşam standartlarının özendirilesi kapitalist sistemin ana omurgasını oluşturmaktadır. İnsan emeğin ve doğal varlıkların vahşice sömürülmesi kapitalizmin korkunç bir canavar olduğunu göstermektedir. Karın en üst düzeye çıkarılması mantığıyla hareket eden kapitalizm çevreye yaptığı baskı nedeniyle refah alanların her geçen gün daha da daralmasına neden olmaktadır.
Kamusal eşitliği ortadan kaldıran kapitalist sistem, kolektif yaşam biçimine evirilmiş insan topluluklarının yapısıyla büyük bir çelişki oluşturmaktadır. Zenginle yoksul arasındaki uçurumun artması sınıfsal farlılıkları artık daha belirgin fay kırıklıklarına dönüşmektedir. Toplumsal yapının kökenindeki derin tektonik katmanların üst tabakadan gelen baskılarını absorbe etme kapasitesi her geçen gün azalmaktadır. Tektonik katmanlardan geçen baskının ekonomik fay hatlarında şiddetli kırılmalara yol açacağı bariz bir şekilde önümüzde durmaktadır. Rakipsiz bir sistem olarak görülen kapitalizmin eşitliksiz yapısı kapitalizmin de sonunu getirebilir.
ABD’’li ünlü iktisatçı Lester C. Thurow 1996 yılında kaleme aldığı “Kapitalizmin Geleceği” adlı kitapta dünyayı etkisine alan kapitalizmin sonunun geldiğine ilişin öngörülerde bulunmuştur. Thurow’a göre bireycilik üzerine kurulu olan kapitalizm, bireyin doğasındaki kısa vadeli düşünme eğilimini dengeleyerek sosyal kuralları içermeyen bir sistem olduğu için kendini tehlikeye atmaktadır. Yine Thurow eserinde, kapitalizmin rakipsiz kalmasının yaratacağı sorunları şu şekilde dile getirmektedir: Tarihsel olarak, dışarıdan gelen askeri tehditler, içerdeki toplumsal huzursuzluklar ve alternatif ideolojiler, statükoda kazanılmış hakları aramak için bir bahane olarak kullanıldı. Bunlar kapitalizmin varlığını sürdürmesini ve gelişmesini sağlayan şeylerdi. Eğer kapitalizm tehdit edilmiş olmasaydı, Roosvelt başarı sağlayamazdı. . Aynı şekilde Paul Kenndy, dünyadaki varlıklı ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki uçurumun giderek arttığına dikkati çekmiş, yoksul ülkelerin varlıklı ülkelere yasadışı baskısını önlemek için yoksul ülkelerin sorunlarına eğilmek gerektiğini belirtmiştir . Paul Kenndy’in görüşlerini destekleyen New York Times gazetesi köşe yazarlarından Thomas Friedman şöyle demişti: “Kötü durumdaki komşunuzun ziyaretine gitmezseniz, o sizi ziyarete gelir” . Ayrıca dünyada mevcut sorunlara çevresel bir değerlendirme amacıyla kurulan ve her yıl yayımladığı “Dünyanın Durumu” serisiyle çevresel sorunları anlatan Worldwatch Enstitüsünün başyazarlarından olan Lester R. Brown da kapitalizmle ilgili bir takım öngörülerde bulunmuştur. Brown’a göre dünyanın mevcut kaynaklarının insanoğlunun sınırsız istekleri karşısında giderek yok olma tehlikesi altındadır. Özellikle kapitalist sistemin dünyanın mevcut kaynaklarını tüketme yolunda sarf ettiği yoğun üretim faaliyetleri ileri dönemlerde çevrenin bozulmasına paralel olarak dünyada ciddi gıda sorunlarının yaşanacaktır. Brown, kapitalizminin sonunu bu şekildeki bir kapitalist anlayışının getireceğinden bahsetmektedir . Yukarıdaki ifadeler kapitalizmin içinde bulunduğu çıkmazı göstermektedir. Zaten adil olmayan gücün adaletsiz kuralları günün birinde kendine de bulaşır.
Kapitalizmin sınırsız üretme ve tüketme istediğinin maliyetini daha çok doğal çevre ödeyecektir. Doğal kaynakların büyük bir bölümü tükenebilir kaynaklarıdır. Tüketmenin özendirildiği kapitalist sistem, doğal kaynakları yok ederek kendi geleceğini de tehlikeye atmaktadır.
Dünyanın pek çok bölgesinde su kullanımının su yataklarının sürdürülebilir verimi geçmesiyle birlikte, aşırı su çekimi yaygınlaşıyor. Irmaklar üzerinde de talepler yaygınlaşıyor hatta kimi ırmaklar bu aşırı kullanma nedeniyle denize ulaşamadan kurumaktadır. Bu durum beraberine dünya gıda üretimini etkilemektedir. Tarım alanları insanların kullandıkları içme suyuna kıyasla çok fazla su tüketmektedir. Örneğin bir ton tahıl üretimin için 1000 ton su kullanımı gerekmektedir. Tatlı su miktarının azalması beraberinde en çok gıda üretimini etkileyecektir.
Yeryüzünde mevcut bir döngü bulunmaktadır. Bu döngülerden en önemlisi karbon döngüsüdür. Özellikle bitkiler atmosferde fazladan bulunan karbonu bünyelerine çekerek dengelemeye çalışırlar. Ancak hem bitkilerin aşırı tahribi, hem de fosil yakıtlardan yayılan karbon miktarını artması küresel ısınmaya neden olmaktadır. Bu duruma dayanak olması bakımından şu trajik örneğin verilmesinde yarar vardır. “Son yüzyılda yaklaşık 30 bin bitki türünün hepsi yok olmuştur. İçinde yaşadığımız son yıllarda, bitki ve hayvan türlerinden günde 3 canlı türünün tükenmesi, Biyoçeşitlilik tahribinin derecesini göstermektedir.
Artan nüfus özellikle orman ürünlerine karşı talep patlamasına sebep olmaktadır. Hızlı ormansızlaşma beraberinde yeraltına sızması gereken su kütlelerinin akışı sonucu hem toprak aşınmasını tetikliyor, hem de yeraltındaki tatlı su kaynaklarının azalmasın sebep oluyor. Ormansızlaşmanın en belirgin etkisi Ekvatoral kuşakta bulunan Tropikal yağmur ormanlarının tahribiyle ortaya çıkmaktadır. Tropikal yağmur ormanlarının sadece fotosentezle CO2 bağlayarak, dünya iklimini düzenleme etkisinin yılda 3,7 trilyon dolarlık ekolojik değer ürettiği hesaplanmıştır.
Kutuplarda buzullar yeryüzündeki tatlı suların yüzde 68’ni oluşturmaktadır. Küresel sıcaklıklarda meydana gelecek sadece birkaç derecelik artış bu yüksek kütleli buzulların erimesine neden olacaktır. İlk bir metrelik yükselme 2075 yılında olacağı tahmin edilmektedir. Ancak atmosfere katılan karbon miktarında hiç azalma olmaksızın artışlar devam etmektedir. Karbonun artması dünyadan uzaya gitmesi gereken ısının daha da fazla tutulacağı anlamına gelmektedir. Yani 2075 yılında gerçekleşeceği söylenen öngörü çok iyimser bir öngörü olarak kalabilir. Dünyanın şu anki imkânlarla ancak 180 santimetre kalınlığında yükselmelerle baş etme kapasitesi vardır. Kıyılara set çekilmesi ve suların tahliye edilmesi gibi küçük ölçekli tedbirler bile milyarca dolar bütçe gerektirdiğinden küresel ölçekli deniz seviyesi yükselmelerinden en fazla etkilenecek yerlerin gelişmemiş ülkeler olduğunu şimdiden söyleyebiliriz.
Üretim ve kazanç ekseninde kuşatıldığımız kapitalizmden kurtulmadan geleceğimizi güvence altına almamız mümkün değildir. İnsanları mutlu etmekle tüketmenin aynı anlamda kullanılması çevresel felaketlerin de yoğun bir şekilde artmasına neden olacaktır. Dünya artık hızlı bir tahribin içine girmiştir. Bu durumda insanın sağlığı ve refahının çevreye saygılı Pazar anlayışının benimsemesiyle mümkün olacağın altını çizme istiyorum. Bundan dolayı da ilk iş olarak tüketim alışkanlıklarının sorgulanması gerekmektedir. Tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmeden kapitalizmin getireceği yıkımlardan kurtulmamız mümkün değildir.

*sechaber.com

Dünya sanayi devrimiyle beraber çok hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Bu dönemden sonra emek yoğun üretim tarzları hızlı ve seri üretim şeklimde gerçekleşmeye başlamıştır. Böylelikle yoğun teknolojilere sahip olan ülkeler hızlı üretim yoluyla daha fazla ve daha ucuz üretim olanaklarına kavuşmuşlardır. Bu durum gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkeler arasında çok ciddi gelir dağlımı dengesizliğine sebep olmaktadır. Dünya kaynaklarının yüzde seksenini dünya nüfusunun sadece yüzde yirmilik kısmının tüketiyor olması, ya da dünyadaki en zengin yüzde 1’lik kesimin mal varlığı, gelecek yıl geri kalanların toplam mal varlığına denk düşecek olması gelir dağılımındaki dengesizliği ortaya koymaktadır.

Gelir dağılımındaki asimetrik durum, dünya kaynaklarının kullanımı ve çevresel etkileri değerlendirdiğimizde de buna benzer sonuçlarla karşılaşmaktayız. Yani çevre gelişmiş ülkelerin tüketim alışkanlıklarından dolayı hızla tükenmektedir. Dünyanın en yoksul ülkelerinde günlük gelirin bir doların bile altında olduğu yaklaşık bir milyar nüfusun dünya kaynaklarının kullanımına etkisi hemen hemen hiç yok gibidir. Yani o ülkelerde, insanları en mutlu eden şey, geceleyin yatağa yattıklarında karınlarının tok olarak girmeleridir.

Yoksulluğun yüksek olduğu yerlerde insanlara çevre hassasiyeti veremezsiniz. Bütün ilgisinin yiyecek bulmak üzerine odaklayan bir insana dünyanın karşı karşıya kaldığı küresel çevre sorunlarından bahsedemezsiniz. O insanların çevreye verdiği hasarı engelleyemezsiniz. Örneğin dağ köyünde yaşayan bir orman köylüsü ağaç keserken bunun çevresel yönünü yaşam şartlarının ağırlığı nedeniyle hiç sorgulayamaz. Ya da hayvancılık yapan bir köylünün hayvanlarını yaymak için gittiği korulukların ekolojik yönden nasıl zarar gördüğü konusunda hassasiyet bekleyemezsiniz. O sadece kendi yaşam mücadelesine odaklanmıştır.

Çevreci yaşam önerileri insanların temel gereksinimlerinin karşılanmasıyla bir anlam bulacaktır. Kötü durumdaki koşumuza yardım etmezsek, o bizden ne pahasına olursa olsun yardım almaya çalışacaktır. Yasa dışı göçlerin, kaçakçılığın ve terörün yaygın olduğu ülkelerde insanların temel gereksinimlerini karşılayamadıklarını görmekteyiz. Bu gün dünyada bir milyar nüfus, günlük gelirin 1 doların altında gelirle yaşamaktadır. Bu nüfus en kötü durumdaki komşumuzdur. Bu insanlar beslenme, barınma ve tıp ihtiyaçlarına ilave olarak içecek temiz su bulma konusunda da oldukça yetersiz durumdadır. Bu insanlardan çevresel duyarlılık istiyorsak, en başta onları doyurulmamız gerekmektedir.

Son yıllarda ekolojik borçlanma da olarak nitelendirilen bu durum dünya çevre sorunlarının halledilmesi için önemli bir adım olacaktır. Bir ülkenin doğal kaynağı bütün dünyanın ekolojik yapısına etki ediyorsa, dünya ülkelerinin o ülkeye bir bedel ödemeleri gerekmektedir. Nasıl ki bizler caddelerimizin temizlenmesi, park ve bahçe yapımı gibi nedenlerle çevre vergisi ödüyorsak dünya devletleri de küresel ekolojiye katkı sağlayan ülkelere çevre vergisi ödemek zorundadır.

Dünyada kaynaklarının neredeyse tamamına sahip olup da, en temel gereksinimlerini bile karşılamaktan aciz toplumlardan çevresel duyarlılık beklemek insafsızlıktır. Çevresel bedeli en fazla gelişmiş toplumlar ödemek zorundadır. Böylece devletler arsındaki gelir dağılımı uçurumunun azalmasıyla yasadışı olaylarda da önemli oranda azalacaktır. Bu durum, devletlerin güvenlik önlemleri için oluşturdukları bütçe harcamamalarını önemli oranda azaltacaktır. Dünya devletlerinin silahlanma giderlerinin yüze onu bile küresel çevre sorunlarını çözebilir.

Dünya kaynakları adil bir paylaşımla herkesi mutlu etmeye yetecek potansiyele sahiptir. Devletlerin hırs ve rekabete dayalı sömürü düzenine son verip asıl tehlikenin farkına varmaları gerekmektedir. Temiz bir çevrede yaşamanın bedeli ilerde inanılmaz maliyetli hale gelebilir. Gelecek nesillerin ihtiyacı olan günümüz kapitalist sistemin dayattığı tüketim alışkanlıkları değildir. Gelecek nesillere karşı en büyük sorumluğumuz onlara temiz bir çevre bırakmaktır. Ekolojik vergilendirmeyle uluslar arası dayanışma artacağı gibi, insanlar da daha tatminkar hale gelerek çevre üzerindeki aşırı baskıları ortadan kaldıracaklardır.

Yemek yeme ihtiyacı olan ve yemek yemesi gereken bir kimsenin yiyecek bulamama haline açlık denir. İnsanın yiyecek bir şey bulamaması yiyecek yokluğu ile ortaya çıkar. Toplu açlık ise kuraklık ve kıtlık sonucu ortaya çıkar.

Açlığın özellikle günümüzdeki aşı üretim artışlarının yaşandığı bir dönemde var oluşu insanı çevre eğilimlerini araştırmaya itiyor. Üretim artıları çevre sorunlarıyla beraber gerilemeye başlamış durumdadır. Bu durum artan nüfusun beslenmesini güçleştirecektir.

Küresel açıdan bakıldığında, süreç giden nüfus artışı ve kötü çevre yönetimlerinin temel göstergesi, yakın zamanlarda yaşanacak gıda kıtlığı olabilir.

“Dünyadaki en yoksul bir milyar insan yaşamlarını sürdürebilmek için yeterli beslenmeye sahip değildir; yaklaşık olarak yarısı kalori eksikliği nedeniyle, büyümede duraklama, zekâ geriliği hatta ölümle karşı karşıya kalabilir.

Nüfus artışı sadece doğal kaynakları tüketmekle kalmıyor, doğal alanların kullanımını da kısıtlar duruma geliyor. Örneğin insanın en büyük ihtiyaçlarından birisi barınmadır. Bu ihtiyacını karşılamak için verimli tarım alanlarını yerleşime açmaktan kaçınmıyor. Ayrıca burada yaşamını daha rahat sürdürebilmek için buraya altyapı hizmetlerini de getiriyor. Böylece binlerce hektarlık tarım arazileri kullanılmaz hale geliyor. Bu durum tarım hasatlarında yaşanan ani hız kayıplarıyla kendini daha somut olarak hissetmektedir.

“1996 bakiye stoklarında görülen azalma, dünya tahıl üretimindeki artışta görülen ani hız kaybının bir sonucu, 1995’in 1,69 milyar ton düzeyindeki dünya tahıl hasadı, 1990’daki 1,78 milyar ton düzeyindeki bereketli hasadın %5 altındaydı.”

BM’ye bağlı kuruluşlardan Dünya Gıda Program (WFP) , “2001 yılında Dünya Açlık Haritasını” yayımlamıştır. Buna göre; Asya – Pasifik Bölgesinde yaşayan 3 milyar kişiden 525 milyonun yetersiz beslendiği ifade edilmiştir. Eritre ve Etiyopya’da her 3 kişiden biri yetersiz besleniyor. Yakın Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesinde yetersiz beslenme oranı %9, Latin Amerika’da ise %11 olarak açıklandı. Açlık ve kötü beslenmenin en yaygın olduğu ülkeler; Asya’da Afganistan ve Kuzey Kore, Güney Amerika’da Kolombiya, Afrika’da Sudan, Gine, Sierra Leona ve Angola şeklinde sıralandı. WFP, bu yıl içinde yaklaşık 980 milyon kişinin açlıktan ölmemesi için uluslar arası bir yardım kampanyası yapıldığı açıklandı.

İnsanlığı tehdit edecek noktaya ulaşma eğilimindeki açlık sorunları, sürekli artıyor. O halde bir an önce hem sürdürülebilir bir ekonomi hem de sürdürülebilir bir nüfus politikasına geçmek gerekmektedir.