Etiket

psikoloji

Tarama

Michel Foucault, 1926’da Poitiers’de doğdu. 1 Felsefe ve psikolojiyle ilgilenen Foucault, bu
alanlarda Fransa’nın ünlü eğitim kurumlarında dersler verdi. Suç, delilik, kapatılma, psikoloji,
psikanaliz, siyaset, iktidar, bilgi gibi konuların üzerinde durduğu yazılarının ve söyleşilerinin
bir derlemesi olan Büyük Kapatılma adlı kitabında okurlarını bu kavramlar üzerinde yeniden
düşünmeye sevk ediyor. Bu kavramların tanımları ve toplumdaki algıları üzerinde duran
Foucault, geçmişten günümüze “kapatılma” eyleminin geçirdiği serüveni anlatıyor.
Kapatılmanın çok yönlü arka planında psikolojinin ve iktidarın etkilerini analiz ediyor.
Kapatılmayı incelerken çıkış noktası olarak 1656 yılında Paris’te kurulan Hôpital général
(genel hastane) 2 i seçiyor. Nitekim Foucault, bu hastanenin kurulmasıyla yaşanan toplu halde
kapatılmaları “Büyük Kapatılma” olarak adlandırmıştır. Zaman içerisinde kapatılanların
gruplandırılması, oluşturulan bu gruplarla ilgilenecek uzmanlık alanlarının doğması,
kapatılmaların amaç-sonuç ilişkisi bakımından incelenmesi gibi hususların üzerinde
durmuştur.

Delilik
Deli, aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, mecnun, coşkun, azgın ve çılgın gibi
anlamları ihtiva etmektedir. 3 Foucault’un tanımlamasıyla da deli; çalışmanın, toplumsal
yeniden üretimin, söylemlerin, oyun ve bayram gibi toplumsal eylemlerin de içinde
bulunduğu tüm alanlardan dışlanan, reddedilen kişilerdir. 4
Foucault, deliliğin tarihi üzerine düşünürken, deliliğin her zaman dışlandığını, reddedildiğini
savunur. Bunu incelerken deliliğin tarihini üç döneme ayırır:
-İlk çağlarda deliliğin statüsü
-Sanayi toplumunda delilik statüsü
-19. yüzyılda meydana gelen değişim

1 Michel Foucault, Büyük Kapatılma, Ferda Keskin (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011, s.7.
2 Foucault, a.g.e., s. 11.
3 Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük, https://sozluk.gov.tr/ , 01.05.2020
4 Foucault, a.g.e., s.78.

Üç ana dönem ekseninde deliliğin tarihini inceleyen Forucault, deliliğin konumunun modern
toplumda temelde değişmediği sonucuna varır. Bu sonuca varırken yaptığı uslamlamayı
incelemek gerekmektedir.
İlk çağlarda deliller, toplum içinde ürkütücü bir konumda bulunuyorlardı. Örneğin, ilkel bir
Avustralya kabilesinde deli toplum için, doğaüstü bir güçle donanmış, korku verici bir varlık
olarak kabul edilir. Diğer yandan, bazı deliler toplumun kurbanı olurlar. Her durumda bunlar
çalışmada, ailede, söylemde ve oyunlarda diğerlerinden farklı davranışları olan kişilerdir. 5
Ortaçağ’da ise deliler, toplumdan bütünüyle tecrit edilmek yerine toplumla birleşik, ancak
bireysel olarak daha özerk yaşamalarına izin verilmiş, kabullenilmiş bir halde varlıklarını
sürdürmekteydiler. Ortalıkta serbestçe dolaşmalarına, dilediklerini yapmalarına izin
verilmişken, sanayi devrimi ile birlikte yaşanan toplumsal değişimler neticesinde delilerin
toplumdaki konumu da değişmiştir. Üretim ilişkilerinin artı ürün üzerine kurulmaya
başlandığı, kapitalist sistemin hızla bütün üretim ilişkilerine hakim olmaya başladığı bu yeni
dönemde bireyler, ekonomiye katkı sağladığı ölçüde varlıklarını sürdürebilmektelerdir. Bu
sistem içerisinde üretime katılamayan bireyler ise işe yaramaz olarak görülmeye başlandı.
Sanayi Devrimi’nin öncü ülkelerinden olan İngiltere ve Fransa’da oluşturulan büyük
kurumlara bu sistem içerisinde “işe yaramaz” gözüyle bakılanlar kapatılmaya başlandı. Bu işe
yaramaz kesim içerisinde deliler, hastalar, işsizler, yaşlılar gibi çalışamayacak durumda
olanlar mevcuttu.
Toplu halde kapatılmaların yaşandığı bu dönemde 1793 yılında Fransa’da Pinel, delileri
zincirlerinden kurtardı ve yaklaşık olarak aynı dönemde, bir kuaker olan Tuke, bir psikiyatri
hastanesi kurdu. Delilere o zamana kadar suçlu gibi davranıldığı ve Pinel’le Tuke’un onları ilk
kez hasta olarak nitelendirdikleri kabul edilir. 6 Ancak Foucault, delilerin kurtuluşu gibi
algılanan bu duruma o kadar da iyimser bakmaz. Delilerin sanayi devrimi öncesinde suçlu
gibi görülmeleri söylemine karşı çıkar ve yapılan bu gruplandırmanın da delilerin eski
konumlarından bir kurtuluş olduğuna da katılmaz. Sanayi devrimi öncesinde bir delinin
kapatılması, dışlanması ancak ailesinin kararıyla mümkünken sonrasında kapatılmalara karar
veren yetkililer hekimler olmaya başladı. Bu yetkiyle beraber delilerin hayatlarındaki en
büyük yeri de alan hekimler olmuştur. Kapitalist sanayi toplumunda, ekonomiye girdisi veya
çıktısı olmayan bu insanlar için yapılması gereken en doğru şeyin onların ayak altından
çekilmeleri olduğuna kanaat getirilmiştir.
5 Foucault, a.g.e., s.78.
6 Foucault, a.g.e., s.79.

Delilerin kapatılmalarda ayrışmasıyla birlikte onlar üzerine söylemler, tanımlar ve ilişkiler
oluşturulmaya başlanmıştır. Delilikle kurulan anlamsal ilişki, bir dönem tedavileri için de
kullanılan su ile yapılmıştır. Delinin deliliğini kabul etmesi için soğuk duş uygulaması
yapılıyordu. Bu bir anlamda suyun itiraf aracı olarak kullanılması demekti. Su vasıtasıyla
doktor ve hasta arasında kurulan ilişki, hasta olanın kendisiyle olan ilişkisine taşınıyordu. Bu
durum akıl ile akıl dışı olanı kabul ettirmek demekti. 19. yüzyıl itibariyle delilik ve su
arasındaki anlamsal bağ giderek etkinliğini yitirmiş, yeni dumana bırakmıştır. Sanrılarla,
muğlaklıkla, mantıklı olandan uzaklıkla bu şekilde bir anlamsal bağ oluşturulmaya
başlanmıştır.
Delilerin toplumdan tecrit edilmesiyle, bazı gayri ahlaki, gayri akli durumlar da delilikle
özdeşleştirilmiştir. Delilik, özellikle yasak olanla yakın olarak düşünülmesi, delileri toplum ve
devlet kurallarına karşı anarşist bir konuma getirmiştir.
Kapatılmanın tarihini incelerken Ortaçağ ve sonrasındaki gelişmeler incelenecek olursa,
Ortaçağ’daki kapatmaların içeriklerine bakmak gerekmektedir. Onyedinci yüzyılda Paris’te
yaşanan büyük kapatılmaların içinde yersiz, yurtsuz, evsiz, işsiz ve eşsiz olanlar bulunuyordu.
Bu kapatılmadan kurtulmak içinse ancak bir meslek icra etmek, bir işte çalışmak gerekiyordu.
Herhangi bir yargı yoluna başvurulmadan ve polisler eliyle gerçekleştirilen bu kapatılmaya
yaşlılar, sakatlar, akıl hastaları, eşcinseller, müsrif babalar, hayırsız evlatlar, çalışmayanlar ve
çalışmayı kabul etmeyenler de dahildi. Onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda kapatılanlar
arasında birtakım ayrımlar yapıldı. Yapılan bu ayrımlar neticesinde akıl hastaları
tımarhanelere, gençler ıslahevlerine, suçlular da hapishanelere gönderildi. Bu anlamda büyük
kapatılmalar kendilerini ilk olarak kapitalist toplumlarda gösterdiler. Bu kapatılmalar, devlet
üzerinde bir külfet oluştursa da siyasiler bu kapatmaları desteklemişlerdir.
Suçluluk
Kapatılmaların gruplandırılmasıyla birlikte suçlu olanların hapishanelere kapatılması da tıpkı
delilerin tımarhaneye kapatılması gibi onları var olan statülerinden kurtarmayarak iyileşmeleri
yolunda da yardımcı nitelikte olmamıştır. Bu yüzden 19. Yüzyılda bir hapishaneye
kapatılmakla bir tımarhaneye kapatılmak arasında neredeyse hiçbir fark yoktur. Suçluların
kapatılması, onların işledikleri suçu tekrarlamamaları, toplumsal ve siyasal normlara uymaları
için yapılan bir iyileştirme aracından ziyade bir cezalandırma aracı olarak ortaya çıkmıştır. 19.
yüzyıl öncesinde ise suçlulara uygulanan cezaların içeriği daha çok fiziksel acı çektirme
üzerine kuruluydu.

Foucault, bir cezalandırma aracı olarak hapishanelerin kullanılması üzerinde durur.
Hapishanelerin işlevselliği, amaçları ve sonuçları, bunların toplumsal açıdan getirileri, yazarın
sorunun eksenini oluşturmaktadır. Hapishanelerin suçlu bireyleri topluma yeniden
kazandırılması için birer tedavi ve rehabilitasyon merkezi olması gibi bir amacı bulunmasına
karşın hapishane deneyimi sonrası hükümlülerin psikolojik ve sosyolojik durumlarında bşr
değişim olmadığı gözlemlenmektedir. Foucault, hapishanelerin restorasyon geçirmesinin ya
da onları tamamen ortadan kaldırmanın bu sorunu çözebileceğini düşünmez. Ona göre
hapishaneler, onlar ortadan kalksa da başka kurumlar toplumda marjinalleşmeyi
sağlamaktadırlar. Ancak onun için sorun şudur: Günümüz toplumunun nüfusun bir bölümünü
dışarıya itiş sürecini açıklayan bir sistem eleştirisi sunmak. 7 Toplumda kapatılması gerektiği
düşünülen insanların neden kapatılması gerektiği düşüncesinin oluşum sürecini, toplumsal
dinamikler ve iktidar bağlamında yeniden düşünmek ve yorumlamak gerekmektedir.
Kapatılma kurumlarının oluşturulma amaçları tımarhanelerde bireyleri “iyileştirmek”
hapishanelerde ise “topluma yeniden kazandırmak”tır. Foucault, Modern Dünya’da iktidarın
yeni bir işlevinin olduğunu ve bunun da tedavi edicilik olduğunu söyler. 8 Ancak her iki kurum
da bu işlevleri gerçekleştirememişlerdir. Bu başarısızlıklarına rağmen hala aynı şekilde
varlıklarını sürdürmektedirler. Özünde birer iyileştirme ya da normalleştirme makineleri
olarak ortaya çıkan bu kurumların işlevlerini gerçekleştirememesini gözler önüne sermek için
bu makinelerin test edilmesi gerektiğini, bu test sonucunda makinelerin kendi işlevlerine ve
amaçlarına yabancılaştığı sonucuna varır. Bu makinelere normal insanlar yerleştirildiğinde
onları diğerlerinden ayırarak normal bireyler olarak ayıklayamayan, ancak onların bu
durumlarından kendilerine pay çıkarmak için onların normalleşmelerinin söz konusu
makinelere/ kurumlara borçlu olduklarını savunacaklardır. Foucault, bu kurumların insanlar
üzerindeki teşhis ve tedavilerinde ise iktidar ilişkilerinin ön planda olduğunu düşünmektedir.
Modern dünyadaki ilişkileri panopticon sisteminde bir yaşama benzeten Foucault, bireylerin
üretim aygıtına, mesleğe, makinelere, cezalandırıcı kurumlara bağlı olduklarını ve bu
bağlılığın bir nevi panopticon sistemine benzediğini savunur. Panopticon’da dairesel bir yapı
içerisinde dairenin merkezinde bulunan gözetleme kulesi ile onun çevresini oluşturan daire
çevresince odaların ve bu odalarda da tutsakların bulunmasıyla oluşan bu sistemde
merkezdeki kulede bulunan kişi bütün odaları gözetleyebilmektedir. Temelde bu mantıkla
oluşturulmuş, gözetlemeye ve bağlılığa dayalı sitemde bugün insanlar borçlandırılarak

7 Foucault, a.g.e., s.115.
8 Foucault, a.g.e.,s.131.

ekonomik üretime bağlı kılınmışlardır. İnsanlar tüketim zinciri ile kuşatılmışlardır. Bu
panoptizm sistemi içerisindeki en büyük oluşumlardan biri hapishanelerdir. Gözetleme
üzerine kurulan hapishanelerde toplumum suçlu olarak adlandırdığı kesimin denetlenmesi söz
konusudur. Bu gözetleme mekanizması söylemlerdeki kadar masum değildir. İçerisinden
geçen bireylerde büyük etkiler bırakır. Hapishane sistemi içerisinden geçen bireyler
damgalanır ve hapishane sonrası hayatları bazen bir açık hava zindanına dönüşebilir. Bu
durum diğer kapatılma türleri için de hemen hemen geçerlidir. Farklı kapatılma türlerinde en
temel benzerlik ise kapatılma kurumlarındaki iktidar yapısıdır. Bu iktidar ilişkileri içerisinde
bulunan görevlilerin, gözetleyenlerin de gözetlenmesi gerekmektedir.
Bilgiyi üreten ve ortaya çıkabilecek bir bilginin henüz o bilgi ortaya çıkmadan önüne
geçebilen siyasi iktidar, kimin hakikati söylediğine değil, kimin haklı olduğuna da karar verir.
Siyasi iktidar, karar verme sürecinde sınama, soruşturma, inceleme ve kanıtlama gibi araçları
kullanır. Soruşturma tekniklerinin yaygınlaşması ve gelişmesiyle sınama aracı yok olmuştur.
Bir bilgi edinme biçimi olarak soruşturma, iktidar biçimi ile yakından ilgilidir. Zira bilgi ile
siyasi, toplumsal, ekonomik bağlam ve özne kurulur. Bu anlamda bilgi, toplumu yönetmek,
yönlendirmek ve şekillendirmek için önemli bir güç ve araçtır.

  1. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında Avrupa’da gelişen ve değişen üretim sistemleri ile
    birlikte hukuki yapıda da değişimler yaşanmıştır. Hukuki sistem, ceza sisteminin yeniden
    düzenlenmesi üzerine kurulmuştur. Yaşanan değişimde üç temel ilke, sistemin sacayağını
    oluşturmaktadır. Bunlardan ilki yasa, ikincisi bu yasanın topluma zararlı ve yararlı olan
    şeyleri tanımlaması ve üçüncüsü suçun açık ve basit tanımıdır. Suç, günah ve hata ile
    yakınlığı olan bir şey değildir; topluma haksızlık yapan bir şeydir; toplumsal bir zarardır,
    karışıklıktır, tüm toplum için rahatsızlıktır.
    Sonuç olarak, suçun yeni bir tanımı da vardır. Suçlu, topluma zarar veren, karıştıran kişidir.
    Suçlu, toplum düşmanıdır. Bunu, bütün teorisyenlerde ve suçlunun toplumsal sözleşmeyi
    bozan kişi olduğunu ileri süren Rousseau’da çok açık olarak buluruz. Suçlu, iç düşmandır.
    Tıpkı toplumun içinde teorik olarak oluşmuş sözleşmeyi bozan birey gibi, suçlunun iç düşman
    olduğu düşüncesi de, suçun ve cezanın teorisi tarihinde yeni bir tanımdır. 9 Suça ve suçluya
    toplumsal bir boyut kazandıran bu bakışın hukuki zemine oturması, onların cezalandırılmasını
    da toplumsallaştırmaktadır. Bireyin bir suçluya dönüşmesi, topluma zarar vermesi
    muhtemeldir. Ve bu durumda onun cezası, toplumda yol açtığı karışıklığı gidermektir.

9 Foucault, a.g.e., s.219-220.

Modern Dünya’da bu karışıklığı gidermenin yolu ise suçluyu karışıklık çıkardığı toplumdan
uzaklaştırmaktır. Ancak bu sayede suçlunun topluma verdiği zararın ortadan kaldırılabileceği
düşünülmektedir. Hapis cezasının doğuşundan önce cezalandırmayla ilgili farklı usuller
mevcuttu. Bunlar, suçluyu kovmak ya da sürgün etmek, toplumsal zararın telafi edilmesi için
zorunlu olarak çalıştırılmak, zararın yeniden vuku bulmasını önlemek için kısasa kısas
uygulaması ve kamusal skandaldır; bulunduğu yerde dışlamak, tecrit etmek ve aşağılamaya
vatan bir boyutta gerçekleşen, kamuda küçümseme ve tiksinme tepkisi de kışkırtan
cezalandırma sistemi olarak tanımlanabilir. Modern toplumda bu gibi cezalar varlığını
sürdürmemekte, yerini toplumsal faydayı sağlamaktan uzak olan hapsetme cezası almış
durumdadır. 19. yüzyılda uygulanmaya başlayan bu cezalandırma usulü, topluma zararlı olan
şeyi soyut ve genel bir şekilde tanımlamayı, topluma zararlı bireyleri uzaklaştırmayı ya da
onların yeniden suç işlemeye başlamasını engellemeyi giderek daha az kendine dert edinir.

  1. Yüzyılda, ceza usulünün amacı, giderek daha kararlı bir şekilde, toplumu genel olarak
    savunmaktan çok bireylerin tavır ve davranışlarının denetimiyle psikolojik ve ahlaki
    reformdur. 10 Gözetleyici ve ıslah edici kurumların oluşmasındaki amaç sözü edilen bu
    denetimi sağlayabilmektir. Modern toplumda cezalandırmak için oluşturulan yasal ve
    kurumsal yapı adeta panoptizm mantığı ile oluşturulmuştur. Böylelikle iktidarlar modern
    toplumlarda kendilerine ceza, baskı ve denetim gibi pratikleri uygulamak için yeni araçlar
    edinmişlerdir.
    Kapitalist sistemin yerleşmesi ile birlikte fabrikasyon üretime geçilmesi ve bu fabrikalarda
    çalışan işçi sınıfının oluşmasıyla sermaye sahipleri, sermayelerini yatırdıkları fabrikaları işçi
    sınıfına emanet etmişlerdir. Sermaye sahipleri sermayelerinin güvenliğini korumak için
    yasalarla el ele vermek zorunda kaldılar. İşçilere duyulan güvensizlikle ve onları potansiyel
    yağmacı olarak gören sermayeci zihniyet, iktidara yakın olan bir sınıftır. Sermaye sahipleri ve
    işçiler arasında sömüren ve sömürülen ilişkisi aynı zamanda onları yasal olarak da denetim
    altına almıştır. Bu yüzden bu cezalandırma yasaları daha çok yoksullar yani sömürülen sınıf
    için yapılmıştır.
    Fabrikalarda işçi sınıfının makinelere bağlanması ve aynı zamanda borçlandırılırak çalıştıkları
    işlerine bağlanması sağlanmıştır. Fabrikalarda beden gücü ile çalışan işçiler sömürenler
    tarafından bedensel bir denetime tabidir. Hapishanelerdeki mahkumlar da fabrikadaki işçiler
    gibi hapishanelerde bedensel bir denetime tabidir. Bu kurumların içine giren bireyler bir şeye
    bağlanırlar; hapishanelerde yasalara, fabrikalarda makinelere bağlanırlar. İnsanları bu
    10 Foucault, a.g.e., s.222.

kurumlar içerisinde bir şeylere bağlayarak aynı zamanda bu insanların zamanlarını da
kendilerine bağlamış olurlar.
Kapatılmalarda yaşanan yapısal ve yasal değişimler konuyla ayrı ayrı ilgilenecek olan yeni
bilimler doğurmuştur. Psikoloji, psiko-sosyoloji ve kriminoloji bunlara örnek olarak
verilebilir. Ve artık insanlar bu bilimlerin inceleme nesneleri haline gelmişlerdir. Mamafih bu
bilimler kendilerince tanımladıkları sorunları çözümleyememekte, hatta bu sorunları
arttırmakta ve karmaşıklaştırmaktadırlar.

Sonuç
Toplumlar içerisinde insanların ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda ayrıştırılması, giderek
daha farklı alanlara yayılmaya başlamıştır. Birtakım tanımlamalar sonrasında ayrıştırma
işlemleriyle birlikte insanların gruplar halinde kapatılması söz konusu olmuştur. Bu tanımlar
ve sınırlar doğrultusunda oluşturulan kurumlar, kendi içlerinde barındırdığı “sorunlu” grupları
tedavi etmek, iyileştirmek ve normalleştirmek gibi amaçlar edinmişlerdir. Ancak amaçlar
doğrultusunda ilerlemeyen kurumlar, yapısal bir tıkanmaya sebep olmuşlardır. Nitekim bu
kurumların oluşturulmasında ve sürdürülmesinde en büyük etken olan siyasi iktidarlar,
insanların hayatları hakkındaki, insanların kendilerinden önce karar verici ve şekillendirici bir
konumda bulunmaktadırlar. Özgürleştikçe bağımlılaşan, bağımlılaştıkça tutsaklaşan modern
toplumu ve iktidarı tanımak, çağımızı anlamak için son derece önemlidir.

Kaynakça
Foucault, Michel, Büyük Kapatılma, Ferda Keskin (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011.
Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük, https://sozluk.gov.tr/ , 01.05.2020

17120192 Rüveyda Bulun

Stres günümüz insanının ve toplumlarının çok duyduğu bir sözcük, aynı zamanda çok da maruz kaldığı bir durumdur. Stresin etkileri üzerine birçok araştırma ve yazı bulunmaktadır. Bu yazımızda stresin bellek üzerine etkileri konusunda Scientific American Mind’da yayınlanan bir makalenin özeti sunulmaktadır. Konu bellek olunca işin içine herkes girmekte ancak işi öğrenme olan öğrencilerle zihinsel yoğunluğu olan işlerde çalışan yetişkinler için konu ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü bellek öğrenmede ve öğrenilmiş bilgileri geri çağırmada önemli görevler üstlenmektedir.

Stres yaratan bir unsur/durum ile karşılaşıldığında, beyindeki “uyarı düzenekleri” devreye girer ve bazı hormonların salgılanmasını tetikler. Bu hormonlar, diğer pek çok değişimin yanı sıra, kan basıncının yükselmesine, kalp atımının hızlanmasına, nefes ihtiyacının artmasına sebep olur. Etkiler, fizyolojik belirtilerle sınırlı değildir; bilişsel ve davranışsal boyutlarda da belirtiler gözlemlenir. Örneğin, öğrenme ve hatırlama becerilerimiz, yaşanan stresten anlamlı biçimde etkilenir. Günlerce hazırlanıp da bildiklerinizi unuttuğunuz sınavları veya üzerine uzun uzadıya düşündüğünüz parlak fikirlerin aklınıza bir türlü gelmediği iş görüşmelerini anımsayın.

Birçoğumuzun başına gelmiştir; sınavdan veya toplantıdan yalnızca birkaç saat sonra, hatırlanamayan bilgiler zihne akın eder. Bunun olası bir açıklaması; yaşanan stresin, başka bir deyişle, kaygının, hafızayı zayıflatması.

Ancak konu stres olunca, açıklamalar bu denli basit değil, çünkü stresin hafıza üzerindeki etkileri oldukça çeşitli. Stres, zihinsel işlevlerimizi her zaman olumsuz yönde etkilemiyor. Yapılan çalışmalar, duyumsanan psikolojik baskının, hatırlama becerilerini, kimi durumlarda zayıflattığını, kimi durumlarda ise güçlendirdiğini gösteriyor.

Bunun yanı sıra, stresten etkilenen bilişsel materyalin niteliği de denklemi değiştiriyor. Peki, stres, hatırlama becerilerimizi ne zaman zayıflatıyor, ne zaman geliştiriyor? Araştırmalar, stresin etkisinin, stres unsurunun deneyimlendiği zamanlama ve süreye bağlı olduğuna işaret ediyor.

2006 yılında Amsterdam Üniversitesi’nden Marian Joels ve meslektaşlarının yaptığı bir çalışma, stresin, yalnızca, hatırlanması istenen olay ile aynı anda veya hemen sonrasında deneyimlenmesi ve söz konusu olay ile aynı biyolojik sistemleri aktive etmesi durumunda hafızayı pekiştirdiğini ortaya koyuyor.

Stres, hatırlanması istenen olaydan önce veya dikkate değer bir süre sonra deneyimlendiğinde, yani adrenalin ve kortizol gibi stres hormonları, olay ile eşzamanlı olarak salgılanmadığında ve farklı sinir hücresi (nöron) bağlantıları uyarıldığında ise, hafızayı zayıflatıcı etkisi olduğunu gösteriyor. Araştırmacıların da dikkat çektikleri çok önemli bir koşul, stresin kısa süreli olarak deneyimlenmesi.

Tekrarlayıcı veya süreğen (kronik) biçimde stres unsuruna maruz kalındığında herhangi bir fayda görülmüyor; aksine, zarar görülüyor.

Joels ve arkadaşları, stresin hafıza üzerindeki zıt etkilerini açıklayan bir mekanizma önerdiler. Buna göre, bedenin stres ile karşılaşıldığında verdiği tekpi iki aşamalı oluyor. Önce, stres, dikkati arttıran ve beyin hücreleri arasındaki bağlantıları pekiştiren nöronların ve nöronlar arası iletişimi gerçekleştiren kimyasalların (nörotransmitterler) salgılanmasını sağlıyor. Ancak daha sonra, yaklaşık bir saat içerisinde, kortizol hormonu başka bir süreci başlatıyor ve dikkati desteklemek yerine, anıları sağlamlaştırmak üzere çalışıyor.

Böylelikle, stres yaratan deneyim ile ilişkisi olmayan yeni bilgilerin edinilmesi engelleniyor. Başka bir deyişle, nörobiyolojik süreçler sebebiyle, stres, başlangıçta algı ve öğrenmeyi kolaylaştırıyor; daha sonra ise zorlaştırıyor.

Daha önce de değindiğimiz üzere, stres, zamanlama ve süreye bağlı olduğu gibi, bilişsel materyalin niteliğine göre de farklı etkilere sebep oluyor. Hafızada, her deneyim rastgele ve tekdüze biçimde depolanmıyor. Araştırmacılar Mathias Schmidt ve Lars Schwabe’nin açıklamasından yararlanarak açıklarsak, hafızamız, deneyimlediğimiz ve öğrendiğimiz her şeyi içine attığımız büyük bir çekmece gibi değil; daha ziyade, her biri farklı nitelikte bilgiyi barındıran pek çok çekmecesi olan dev bir dolaba benziyor.

Beyinde depolanan bu bilgilerin bir kısmı; örneğin, hayat deneyimleri ile ilişkili olan anısal hafıza, strese karşı aşırı derecede duyarlı. 2005 yılında Düsseldorf Üniversitesi’nden Sabrina Kuhlman ve arkadaşlarının yürüttüğü bir araştırmada, duygusal veya nötr nitelikli bilişsel materyallerin hatırlanmasının, stresten nasıl etkilendiği araştırıldı. Deney gereği, öncelikle tüm katılımcılara çeşitli kelimelerin yazdığı bir liste verildi ve olumlu, olumsuz veya nötr içerikli bu kelimeleri ezberlemeleri istendi.

Ertesi gün, bir grup katılımcıya, bir dizi stres deneyimini içeren (nesnel anlamda zarar vermeyen) bir sosyal stres testi uygulandı ve kısa bir süre sonra her iki gruptan, önceki gün ezberledikleri kelimeleri hatırlamaları istendi. Deney içerikli strese maruz bırakılan ve bırakılmayan iki grup karşılaştırıldığında, stresin, nötr nitelikli kelimelerin hatırlanmasını etkilemezken, duygusal nitelikli kelimelerin hatırlanmasını anlamlı biçimde etkilediği görüldü. Strese maruz bırakılanlar, strese maruz bırakılmayan gruptakilere kıyasla daha az sayıda duygusal nitelikli kelime hatırlayabildiler. Bu çalışmanın da gösterdiği üzere, duygu yüklü bilgi ve deneyimler, stres hormonlarının hafıza üzerindeki etkilerine karşı oldukça duyarlı. Bunun bir sebebi, stres hormonlarının, duyguların işlenmesinde önemli rolü olan beyin yapısı amigdalayı harekete geçiriyor olması olabilir. Özetle; stresin azı karar, çoğu zarar; süre mühim. Ayrıca zamanlama çok önemli ve duygular işi karıştırıyor.

Stres hakkında burada sunulan bilgilerin yararlı olması dileğiyle, saygılar.

İbrahim GÜNGÖR

Kaynak: Schmidt, M. V., & Schwabe, L. (2011, Eylül/Ekim). Splintered by stress.

Scientific American Mind, 22(4), 22-29.(www.isteinsan.com.tr).