Etiket

londra konferansı

Tarama

Dünyanın en önemli su geçiş yoları üzerinde bulunan İstanbul ve Çanakkale boğazı tarih boyunca devletlerarası ilişkilerde rekabet unsuru olarak önemini korumuştur. 15. Yüzyılın ortalarından itibaren İstanbul’un fethiyle başlayıp; Sinop, Trabzon ve Eflak- Boğdan’ın Türk egemenliğine geçmesiyle Karadeniz ve Marmara denizi bir iç deniz haline gelmişti. Karadeniz-Akdeniz arasında çok önemli bir geçiş alanı halinde bulunan boğazlarda tam bir Türk hâkimiyetinin başlamasıyla boğazlardan yabancı gemilerin geçişlerine izin verilmemiştir. Bu tarihten itibaren boğazlardan yabancı gemilerin geçişlerine kapalılığı sürekli bir kural haline getirilmişti.

16. yüzyıldan itibaren ilk önce 1536’da Fransa, 1579’da İngiltere ve 1598’de Hollanda’ya kapitülasyonların verilmesiyle boğazların yabancı gemilere kapalılığı ilkesi yumuşatılmıştır. Osmanlı devletinin güçlü olduğu dönemlerde verilen kapitülasyonlar Osmanlıya büyük faydalar sağlarken, Osmanlı’nın zayıfladığı dönemlerde kapitülasyonlar nedeniyle ilgili devletler boğazlar üzerinde baskı kurmaya başlamışlardır.

1699 Karlofça antlaşması ile Karadeniz’in statüsü değişmeye başlamıştır. Artık Ruslar, Karadeniz’e açılacak bir üst elde etmişlerdi. 1774 yılındaki Küçükkaynarca antlaşması sayesinde Ruslar, Karadeniz’de kendi gemileri ile ticaret yapmak ve ticaret gemilerini boğazlardan geçirmek hakkını elde etmişleridir. Bu durum Karadeniz ve boğazlardaki Türk egemenliği için bir dönüm noktasıdır. Ruslar, 1784’te Kırım’ı işgal ederek Karadeniz’e resmen yerleşmişlerdir. 1802 yılında Fransızlarla imzalanan Paris antlaşması ile Karadeniz’e Fransız gemilerinin girmelerine izin verilmiştir. İlk defa Karadeniz’e kıyısı olmayan bir devletin Karadeniz’e girme hakkının elde edilmesi boğazların uluslar arası bir statü kazanmasına neden olmuştur. 1829’daki Edirne antlaşması ile Ruslar, boğazlardan bütün devletlerin ticaret gemilerinin geçebileceğini Osmanlıya kabul ettirmiştir. Böylece boğazların kapalılığı ilkesi sona ermiştir. 

1830 yılında Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanını bastırmakta zorlanan II. Mahmut, Ruslardan yardım istemiştir. II. Mahmut’un tarihe “denize düşen yılana sarılır.” sözüyle geçen meşhur sözü Osmanlı’nın çaresizliğinin bir göstergesidir. Bu fırsatı hemen değerlendiren Rus savaş gemileri hemen boğazlara demirlemiştir. 1833’de imzalanan Hünkâr İskelesi antlaşmasıyla Rus savaş gemileri boğazlardan geçme hakkını elde etmişlerdir. Böylece resmen boğazlar devletlerarası bir sorun haline gelmiştir. Akdeniz’de ve boğazlarda güçlü bir Rusya’nın çıkarlarına aykırı olduğunu gören diğer devletler boğazların statüsünü kendi çıkarlarına çevirmek için girişimde bulunmuşlardır. Bu girişimleri sonucunda 1841 yılında Londra Boğazlar antlaşması imzalanmıştır.

İngiltere ve Fransa Hünkâr İskelesi antlaşması ile boğazların Rus savaş gemilerine açılmasından rahatsız olmuşlardır. Rusya’ya baskı yaparak bu antlaşmanın uygulanmasına izin vermemişlerdir. Antlaşması süresinin sekiz yıl sonra dolması üzerine hemen 1841’de Londra’da boğazlar ile ilgili bir konferans toplanmıştır. İlginçtir ki, konferansa sınırı olmamasına rağmen Avusturya ve Prusya da katılmıştır. Londra konferansının amacı boğazları Osmanlı ve Rus egemenliğinden çıkarıp Avrupalı devletlerin egemenliğine vermektir. Londra antlaşmasıyla boğazların koruyuculuğu beş devlete verilmişti. Bu durum boğazlarda yetkinin beş devlete verilmesi anlamına geliyordu ki, Osmanlı devleti boğazlar üzerindeki egemenliğini ciddi derecede kaybetmişti. Avrupalı devletler Londra antlaşması ile Rusların sıcak denizlere inme hayalini engellemişlerdir.

Osmanlı devletinin devletlerarası rekabetten yaralanıp usta bir diplomasi ile varlığını sürdürdüğü iddiasının ne kadar geçersiz bir iddia olduğunu Londra boğazlar antlaşması göstermektedir. Osmanlı’nın varlığını sürdürmesi büyük devletlerin paylaşım sorunundan kaynaklanan bir durumdur.

İlerleyen dönemlerde Rusya boğazların statüsünü kendi lehine çevirip savaş gemilerini boğazlardan geçirme girişimleri, İngiltere’nin karşı çıkmasıyla engellenmiştir. Birinci dünya savaşının çıkmasından hemen sonra Rusya’da Bolşevik ihtilalı meydana gelmiştir. İtilaf devletlerinden olan İngiltere ve Fransa bir an önce Ruslara yardım edip Çarlık Rusya’sının yönetimde kalıp kendi yanlarında savaşı sürdürme istekleri nedeniyle boğazları aşıp Rusya’ya yardım etmeye karar verdiler. 1915’de Çanakkale savaşı olarak anılan bu savaşta İngiltere ve Fransa çok ağır bir yenilgi almıştır. Böylece boğazları aşıp Rusya’ya yardım etme girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Bunu takip eden dönemlerde Osmanlı devletinin birinci dünya savaşında yenik sayılmasıyla İngilizler İstanbul’u 1918’de işgal ederek boğazlardaki hâkimiyeti ele geçirmişlerdir.

Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde başlatılan kurtuluş savaşı ile Anadolu’da Türk egemenliği tekrar sağalmıştır. Ardından 1922’de İmzalanan Mudanya ateşkes antlaşması ile İngilizler boğazlar ve İstanbul’dan çekilmişlerdir. Boğazlardaki işgalin sona ermesine rağmen büyük devletlerin boğazlar üzerindeki talepleri sona ermemiştir. Kurtuluş savaşı sonrası imzalanan Lozan antlaşmasında boğazlar meselesi Türkler lehine tam olarak çözümlenememiştir.  24 Temmuz 1923’de Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Rusya ve Yugoslovya arasında “Boğazlar Sözleşmesi” yapılmıştı. Buna göre Çanakkale Boğazı’nın dğu ve batısında 20 kilometrelik bir alan ile İstanbul Boğazı’nın doğu ve batısında 15 kilometrelik alan ve Marmara denizindeki adalar askersiz hale getirilmiştir. Bu bölgelere askes yığma yasaklanmıştı. Bu bölgenin güvenliği Milletler Cemiyetine verilmişti. Bu statünün yürütülmesi için Türkiye başkanlığında ilgili devletlerden oluşan “Boğazlar komisyonu” kurulmuştu. Boğazlardaki komisyonun devam etmesinin karalaştırıldığı anlaşmayı Türkiye içine sindirememiştir. Türkiye, boğazlar üzerindeki egemenliğini sınırlayan bu sözleşmeyi o günün koşullarında kabul etmek zorunda kalmıştı.  İlk bulduğu fırsatta boğazlardaki statünün değiştirilmesi için girişimde bulunacaktır.

Türkiye’nin beklediği fırsat II. Dünya savaşı arifesinde gelmiştir. Türkiye, boğazlardaki komisyona bağlı olarak oluşan statüyü değiştirmek için Londra’da 24 Mart 1933’de toplanan “Silahların Azaltılması ve Sınırlandırılması Konferansında” dile getirmiş ama bir sonuç alamamıştır. Almanya’nın Versay antlaşmasını tanımadığını açıklaması üzerine Milletler Cemiyeti Konseyi, 17 Nisan 1935’de olağanüstü gündemle toplanmıştır. Türk Dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, Türkiye’nin boğazların statüsünü değiştirmek isteğini dile getirmiştir.  Akdeniz ve Avrupa’da Almanya ve İtalya kaynaklı bunalımlar Türkiye’nin haklılığını ortaya koymuştur. Bunun üzerine Türkiye, 10 Nisan 1936’da, Lozan antlaşmasında oluşturulan Boğazlar Sözleşmesi’nde imzası bulunan devletlere nota göndererek, Sözleşmenin 18. Maddesindeki boğazların çevresinin silahsızlandırılması hükmünün artık geçerliliğinin yitirdiğini dile getirerek bu maddenin kaldırılması gerektiğini belirtti. Türkiye’nin bu çağrısına başta İngiltere olmak üzere diğer üye devletler olumlu cevap verdi.

İtalya dışında devletlerin olumlu karşılamaları üzerine Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirmek üzere 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö kentinde bir konferans toplandı. Bu konferansa Türkiye, Avustralya, İngiltere, Bulgaristan, Fransa, Yunanistan, Japonya, Romanya,  Sovyetler Birliği ve Yugoslavya katıldı. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile boğazlarda Türk egemenliğini esas alan bir düzenleme yapılmıştır. Lozan’da kurulan Boğazlar komisyonu kaldırılmıştır. Boğazlar çevresinde askersiz bölge kararından vazgeçilmiştir. Türk askerlerinin boğazları kontrol edeceği kabul edilmiştir. Boğazlardan geçen yabancı ticaret ve savaş gemilerinin durumu Türkiye’nin siyasi durumu ve idaresine bağlanmıştır. Bu siyasi durumlar; barış hali, yakın savaş tehlikesi, savaş hali ve Türkiye’nin girmediği savaş hali olmak üzere dört bölüme ayrılmıştır. Böylece Türkiye boğazlardaki egemenliğini sınırlayan durumları usta diplomasisi sayesinde ortadan kaldırmıştır.

Boğazlardan ticaret gemilerinin Montrö’ye göre serbest geçiş hakları belli bir süre sonra deniz trafiğine ve boğazları güvenliğine zarar vermeye başlamıştı. Türkiye, bu sorunu halletmek için 1 Eylül 1993’de Montrö çerçevesinde yeni “Boğazlar ve Marmara Denizi Trafik Düzenleme Tüzüğünü hazırladığını açıkladı. 1994 yılında Türkiye bir nota vererek Montrö’de boğazlarda ticaret gemilerinin sınırsız geçiş hakkı maddelerinin uygulamamasını istedi. Rusya’nın bütün itirazlarına rağmen Türkiye, boğazlarda ve Marmara Denizi’nde seyir, can, mal ve çevre düzenlemesini öngören “Boğazlar Tüzüğü”nü 1 Temmuz 1994’de uygulamaya koydu. Böylece boğazlarda yeni bir kazanım daha elde eden Türkiye, boğazlardaki tıkanıklığın aşılmasını ve güvenli geçişlerin sağlanmasını elde etti.

Günümüzde Montrö sözleşmesinin yetersizliği ya da boğazların geçişlere ihtiyaç vermediği gibi bir takım tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışmaları çıkaranlara 1994 yılında uygulanmaya başlayan “Boğazlar Tüzüğü”nü hatırlatmakta yarar vardır. 

Türkçe kökenli olan Balkanlar, sarp, geçit vermez dağlık arazi anlamına gelmektedir. Meriç ve Tuna nehirleri arasında kalan bu engebeli alanı Avrupalı coğrafyacılar jeopolitik bir alan olarak Balkanlar diye nitelendirmişlerdir. Siyasi anlamda ise etnik ve mezhepsel gerilimlerin yüksek olduğu zor bir alan olarak da balkanlar adı kullanılmaktadır.

Bu karışık coğrafyaya en etkili Türk akınları 14. Yüzyıldan itibaren başlamış ve bunu takibenden yıllarda balkanlar yoğun bir Türk yerleşim alanı haline gelmiştir. Türklerin balkanlarda iskânlarına bağlı olarak burada yaşayan yerel unsurlarla çok etkileşim kurulmuştur. Bu durumu Osmanlı devlet idaresinin en üst birimlerinde de görmek mümkündür. Şöyle ki, Osmanlı sadrazamlarının 33’ü Arnavut, 12’si Boşnak, 5’i Hırvat, 7’si Rum ve birer de Hersek’i, Dalmaçyalı, Bulgar ve Sırp kökenliydi.

Osmanlı devletinin batılı devletler karşısında sürekli güç kaybetmesi, Fransız ihtilalinin çıkardığı bağımsızlık ve milliyetçilik akımlarına önlem alamaması yüzünden 19. Yüzyıl Türkler için Balkanlarda felaket yılları olacaktır. 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşından sonra artan Bulgar baskıları ile Türkmen göçleri başlamıştır. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşından sonra 200 bin Türk Bulgaristan’dan Edirne’ye göç etmiştir. Daha sonraki dönemlerde Türklerin göçü bir milyonu geçmiştir. Sadece balkan savaşlarının olduğu dönemde göçlerin 440 bine ulaştığı görülmektedir. Bu göçler 19892a kadar devam etmiştir. Böylece Balkanlardaki Türk varlığı baskı yoluyla büyük bir oranda azalmıştır.

1870-71 yılları dünya siyaseti açısından önemli dönüm noktalarıdır. Bu dönemde İtalya ve Almanya’nın yeni sömürgecilik politikaları dünya güç dengelerini derinden etkilemiştir. Devletler arası sömürgecilik rekabeti devletleri büyük ittifaklar kurmaya itmiştir. Büyük güçler arasındaki rekabetin getirdiği boşluğu değerlendiren balkan devletleri Osmanlı devletinin de sorunlarından yaralanarak 1912’de birleşerek Osmanlıya savaş açmışlardır. Böylece Balkan Türklerinin en büyük insanlık felaketini yaşadıkları Balkan savaşları başlayacaktır.

8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesiyle savaş bir anda bütün balkan yarımadasına yayılacaktır. 16 Ekim 1912’de Sırplar Kosova’yı işgal etti. 18 Ekim 1912’de Bulgarlar Osmanlıya saldırdı. 23 Ekim 1912’de Osmanlı birlikleri yunanlıların karşısında manastırın kuzeyine çekildi. 9 Kasım 1912’de yunanlılar Selanik’i ele geçirdi. 13 Ocak 1913’de yapılan Londra konferansında Osmanlı devleti Edirne’nin kaybedilmesini onayladı. 23 Ocak 1913De İttihat ve Terakki Partisi hükümeti kurdu ve Londra konferansının karalarını reddetti. 30 Mayıs 1913’de Londra antlaşmasının imzalanmasıyla I. Balkan savaşı sona erdi.

30 Haziran 1913’de II. Balkan savaşı başladı. Amaç I. Balkan savaşında en kazançlı çıkan Bulgaristan’da pay almaktı. Bu durumu fırsat bilen Osmanlı devleti 12 Temmuz 1913’de Bulgaristan’a savaş ilan etti. Böylece Doğu Trakya’da kaybettiği toprakları geri geldi. 30 Temmuz 1913’de imzalanan Bükreş antlaşmasıyla balkan savaşları sona erdi.


Balkan savaşlarının sonuçları kadar savaşın gidişatında meydana gelen olaylar bakımında değerlendirildiğinde her iki durum da Türkler için tam bir yıkım olmuştur. Bu durumu Çanakkale savaşlarında değerlendiren Mustafa Kemal “İçinizde Balkan savaşlarının utancını yaşamaktansa ölmeyecek kimse yoktur. Eğer öyle düşünmeyenler varsa onları kendi ellerimizle öldürürüz diye tepki göstermiştir.

Balkan savaşlarının bilançosuna bakacak olursak Osmanlı devletinin en çok zarar eden devlet olduğunu görmekteyiz. Osmanlı devleti 50 bin ölü 100 bin yaralı ve 115 bin esir vermiştir. Buna karşılık yunanlılar topraklarını %68 Karadağlılar %62 oranında genişlettiler. Sırbistan topraklarını iki kat daha genişletirken Bulgarlar II. Balkan savaşında yenilmesine rağmen topraklarını %16 genişletmiştir.

Balkan savaşlarının Osmanlı devleti tarafından kaybedilmesinde etkili olan faktörlerden biri de Ordu içerisindeki düzenin bozulmasıdır. Özellikle Subayların siyasete bulaşmış olmaları Ordu düzenini işlemez hale getirmiştir. Balkan savaşlarını sevk ve idare edecek yetenekli bir komuta heyetinin de bulunmaması yenilginin daha ağır olmasına neden olmuştur.