Yirminci yüzyılın ilk yarısında iki Dünya Savaşı yaşayan Avrupa kıtası, 35 milyon insanını kaybetmiş, harap şehirler işsizler, sakatlar ordusu ve sarılacak derin boyutları olan sosyal yararlarla baş başa kalmıştır. Avrupa’nın düşman kardeşleri, artık barışın büyülü havasını birleşmelerle, anlaşmalarla pekiştirmeli ve yaymalıdırlar bu düşünce, İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill’in Zürih Üniversitesinde 1946 yılında yapmış olduğu konuşmada “Birleşik Avrupa” benzeri bir yapılanmanın oluşturulması özleminde kendini belli etmiştir.
Aslında iki büyük savaş yaşayan daha sonra bu savaşın yıkıcı sonuçlarını bir daha yaşamamak için oluşturulan AB düşüncesi bir uygarlık modeli olmaktan ziyade zorunlu bir birliktelik olduğu izlemini vermektedir.
Her ne kadar bu aşamada Avrupa’nın nihai doğu sınırları ne sağlam biçimde tanımlanabilir ne de tespit edilebilirse de en geniş anlamda Avrupa Hıristiyan geleneğinden kaynaklanan bir ortak uygarlıktır.
18 Nisan 1951’de Almanya şansölyesi ve Dışişleri Bakanı Adenaur, Belçika Dışişleri Bakanı Paul Van Zecland, Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman, İtalya Dışişleri Bakanı Sforza, Lüksemburg Büyük Dukalığı Dışişleri Bakanı Bach ve Hollanda Kraliyet Dışişleri Bakanı Stikker tarafından imzalanan Paris Antlaşması ile Avrupa Kömür Çelik Topluluğu(AKÇT) kurularak, bugünkü Avrupa Birliğinin temeli atılmış oldu.
“Genel bir iktisadi Birlik ve Nükleer Alanda Bir Birlik Kurulması İmkânları” başlıklı rapor, üye ülkelerin Dışişleri bakanlarının 29 Mayıs 1956 tarihli Venedik Toplantısında kabul edilmiştir. Bu rapor, Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Antlaşmalarının hazırlanmasına temel olmuştur. Böylece 25 Mart 1957’de Roma Antlaşması imzalanmış ve AET hayata geçmiştir. Türkiye 1961 yılında bu topluluğa resmen müracaat etmiştir. Aradan geçen yıllara bu kat edilen mesafelere bakılırsa, Türkiye’nin gerek ulus-devlet yapısı, gerekse ekonomik yapısının yara aldığını söylemek yanlış olmaz. 1960’lı yıllarda Avrupa’nın en büyük sorununun nüfus yapısının kendini yenileyecek yeterlilikte olmadığı, birliğinde bu konuda acil önlemler alması gerektiği, Fransız Parlamenterler tarafından vurgulanmıştı. “Avrupa nüfusu zaman içinde çok az artıyor ve artış oranı da her yıl düşüyor. Ölüm oranı hemen hemen değişmemekte ve önemli bir değişken oluşturmamaktadır. Buna karşılık doğum oranı sürekli düşmektedir.” AB’de 1995’te 76,3 milyon olan atmış yaşın üstündeki nüfusun, beklenmedik gelişmeler olmadığı takdirde, 2006 yılından sonra hızla artarak 2025 de 113,5 milyona ulaşacağına gösteriyor. Aynı dönem içinde 20 yaşından genç kişilerin sayısında,9,5 milyon (% 11 ) azalma görülüyor.
AET’nin ilk genişlemesi 1973 yılında başlamıştır. Bu tarihten itibaren AET genişleme yönünde ciddi çalışmalar yapmıştır.7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan ve Maastricht Antlaşması olarak bilinen, resmi adıyla “Avrupa Birliği Anlaşması” ile birlik kendine yeni bir vizyon belirlemiştir. AET’nin yeni adı AB olmuştur.
AB aşaması içerik olarak birlik üyeleri tekbir devlete dönüştürmenin amaçları doğrultusunda birliğe bir takım ortak politikalar benimsetme yönünde faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu faaliyetlerin başında ortak bir para politikasının oluşturulması gelmektedir. Ortak para konusunda büyük ölçüde başarı sağlanmıştır. AB’nin ortak amaçlarından biride ortak tarım politikalarının oluşturulmasıdır. Bu konuda sıkıntılar bulunsa da ortak tarım politikaları konusunda çalışmalar sürdürülmektedir. AB’nin en çok önem verdiği konulardan olan Avrupa Hukuku alanında önemli adımlar atılmıştır. “Avrupa Birliğine üye ülkeleri, birliğe bağlayan 31 başlıktan oluşan ve sürekli gelişen Hukuk Çerçevesi “Müktesebat” adını alır. AB Müktesebatı sayesinde ortak hukuk kurallarının oluşturulması ve oluşturulan sistemle birliğin karar mekanizmalarının tek yapılılığa dönüştürülmesi ve alınan kararlarda daha enerjik bir uygulama safhasının oluşması amaçlanmaktadır.
Avrupa ülkelerinde ortak bir anayasa hedefiyle Avrupa Birleşik Develeri oluşturma çabası 2004 yılında yapılan referandumlarla reddedilmişidir. Bu gelişme Avrupa’da birlik kurma çabalarına ilk darbeyi indirilmişti. Aslında Avrupa birliği ülkelerinde 2003 yılında ABD’nin Irak işgali sırasında da bazı çatlaklar oluşmuş ancak bu durum fazla ön plana çıkmamıştı. İngiltere’nin öncülüğündeki ülkeler, ABD’nin Irak işgaline destek verirken Almanya ve Fransa’nın öncülüğündeki ülkeler işgale karşı çıkmıştı. Avrupa da ilan edilmemiş siyasi kutuplaşma ABD tarafından ortaya çıkarılmış oluyordu.
Avrupa birliğinin ortak para birimine geçerek EURO bölgesi oluşturma fikri de İngiltere tarafından reddedilerek Avrupa’daki ortak para birimine tam geçmesi gerçekleşememiştir. Ekonomik olarak gerçekleşen bu durumun siyasi bakımdan bir takım sonuçları olmuştur. En başta ortak para birimi hedefini bile tam gerçekleştiremeyen birlik ülkeleri güvenirliklerini kaybetmiştir.
Avrupa birliği ülkelerinin en ciddi sorunlarında birisi gelişmiş batı ülkelerin haklarının gelişmemiş doğu ülkelerine yardım konusunda isteksiz oluşlarıdır. Millî gelir bakımından önemli farlar bulunan batı Avrupa ülkelerinde yaşayanlar, doğulu birlik ülkeleriyle kazançlarını bölüşmek istemiyorlar.
Geçen hafta İngiltere’de yapılan referandumla, İngilizlerin Avrupa birliğinden ayrılmak istemelerinin en önemli nedeni, sterlin sayesinde elde ettikleri zenginlikleri EURO nedeniyle fakir kalmış haklarla paylaşmak istememeleridir. Bu durum Almanya için de geçerlidir. Birliğin en güçlü ülkesi durumundaki Almanyalar elde ettikleri kazançları şımarık Yunanlılara yedirmek istemiyor. İngiltere’nin birlikten ayrılma kararı bir turnusol etkisi yaratır mı gelecekte göreceğiz. Ancak perşembenin gelişi çarşambamdan belli olur. Yorulmuş dinamizmini kaybetmiş zengin batı, artık fedakârlık yapmak istemiyor. Avrupa haklarına vaat edilen ihtişamlı yaşam bir türlü gerçekleşmemektedir. Üstelik mülteci kriziyle başı iyice derde giren birlik ülkeleri, sınırlar arası serbest dolaşımdan huzursuz olmaya başlamışlardır. Bu minvalde Avrupa’nın geleceği bir nevi Suriye’nin geleceğine bağlıdır.
Osmanlı devletinin son dönemlerine damgasını vuran önemli isimlerden bir de Enver paşadır. Enver paşanın hayatı oldukça hareketli geçmiştir. Askeri okulda başarılı bir öğrenci olmuş ve harp okulunu derece ile bitirmiştir. Gençlik yıllarında siyasetle yakından ilgilenmiş ve günlük siyaseti yönlendirebilecek faaliyetler içerisine girmiştir. Askeri bilgisi iyi olmasına rağmen hırslı ve aceleci oluşu nedeniyle ciddi bir askeri başarı elde edemediği gibi etkisi günümüzde bile hissedilen büyük hezimetler yaşamıştır. Komitacılık faaliyetlerini başarılı yürüten Enver Paşa, siyasette elde ettiği birçok başarıyı komitacılık sayesinde gerçekleştirmiştir. Hırslı olduğu kadar çok zeki bir olan Enver Paşa’nın büyük devletlerle oynadığı siyasi oyunlar ancak günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır.
Bakan savaşanları sonrasında Enver paşa, Bab-ı Ali baskını ile devlet işlerinde söz sahibi olmuştur. Kendine tamamen sadık Mahmut Şevket Paşanın sadrazam yapılmasıyla Enver Paşa, her istediğini yaptırma fırsatı elde etmiştir.
Birinci dünya savaşı öncesinde devletler arası ittifaklar kurulmaya başlanmıştı. O dönemde Osmanlı yöneticileri de yalnız kalmamak korkusuyla biran önce güçlü devletlerle ittifak kurma arayışına girmişlerdi. İlk önce İngiltere ve Fransa ile ittifak kurma girişimleri olmuş, sonuç alınamayınca Enver Paşa’dan itibaren Almanya ile ittifak girişimleri başlamıştı. Almanya, ilk etapta Osmanlının ittifak isteğini geri çevirmişti.
Osmanlının son dönemlerinde yöneticiler büyük bir savaşın çıkacağını öngördüklerinden İngiltere’ye iki adet gemi sipariş etmişti. Savaş gemileri Reşadiye ve ondan biraz daha büyük olanı Sultan I. Osman’dı. Bu gemiler çok güçlü gemilerdi. Sultan I. Osman diğer bütün gemilerden daha fazla silah bulundurma kapasitesine sahipti. Bu gemilerin ücretlerini Osmanlı Devleti peşin olarak ödemişti. Osmanlının son döneminde, devletin borç batağında kıvranıyor, halk da fakir düşmüştü. Bu dönemde dünyanın en modern gemilerinin satın alınması çok önemli bir olaydır. İngiltere 1913 yılında gemileri kendi tersanelerinde yapmalarına karşın Osmanlı’nın gemiler için modern limanlara sahip olmaması gerekçe gösterilerek gemiler teslim edilmedi. Bunun üzerine İngiliz deniz misyonu şefi Amiral Sir Arthur H. Limbus, Osmanlıya İngiliz şirketlerince rıhtım yapılmasını sağlamıştı. Amiral Limpus, 27 Temmuz 1914’de Sultan I. Osman gemisini karşılamak üzere Çanakkale’ye gelmişti. Bahriye nazırı Ahmet Cemal bu dönemde bir donanma haftası düzenlemişti.
Gemilerin Osmanlı için ne kadar önemli olduğunu Churchill çok iyi biliyordu. Ona göre Osmanlının böyle iki modern gemiye sahip olması bir başlangıç olabilirdir. Böylece Osmanlı Devleti Karadeniz, Ege ve Akdeniz’deki üstünlüğü tekrar elde edebilirdi. Ayrıca yaklaşmakta olan bir savaş durumunda Osmanlı’nın bu gemilerle ne yapacağını kestirmek güçtü. Londra deniz Kuvvetleri bakanı 27 Temmuz 1914’de yapımı tamamlanan Gemileri Osmanlıya vermemeyi kabul etti. Bu kararın alınmasında Churchill’in etkisi büyüktür ve karar gizili tutulmuştur. İngiltere gemileri vermeyeceğini ancak 3 Ağustos 1914 günü açıklamışlardır.
Diğer taraftan Enver paşa 28 Temmuz 1914 günü Almanya ile Osmanlı arasında bir ittifak taslağı hazırlayarak Berlin’e gönderdi. Yapılan görüşmeler sonunda Almanya, Osmanlı topraklarının savunma yükümlülüğünü almıştır.
1970 yılında ilginç bir gerçek, alman diplomatik arşivlerini inceleyen bir araştırmacı tarafından ortaya çıkmıştır. Buna göre Enver ve Talat Paşa 1 Ağustos 1914’de Alman Büyükelçi Von Wangenheim’a dünyanın en güçlü savaş gemisi Sultan I. Osman’ı vermeyi önermiştir. Konuyu tekrar gözden geçirecek olursak, İngiltere’nin savaş gemilerini vermekten vazgeçtiği tarih 27 Temmuz, Enver Paşa’nın Almanya ile müttefik antlaşması görüşmelerinin başladığı tarih bir gün sonra 28 Temmuz ve Enver paşanın Almanya’ya savaş gemilerini vermeyi teklif ettiği tarih de 1 Ağustos 1914’tür. İngiltere’nin gemileri vermeyeceğini açıkladığı tarih 3 Ağustos 1914 idi. Yani Enver Paşa İngiltere’nin gemileri vermeyeceğini önceden biliyordu. Almanya’ya ise zaten alamayacağı gemileri vermeyi taaddüt etmiştir. Bu durum Almanları çok sevindirmiş ve Osmanlı ile ittifak anlaşması imzalayarak Osmanlı topraklarının korumasını üstleniştir.
15 Ağustos 1914 günü İngiliz istihbaratına gelen raporlarda, Alman deniz kuvvetleri komutanlarının yaşamsal önemdeki Sultan I. Osman Gemisini heyecanla beklediklerini yazmaktadır. Ayrıca Churchill’in bu gemiye el koymasıyla büyük bir düş kırıklığına uğradıkları belirtilmiştir.
İngiltere de yıllar sonra Almanya ile Osmanlı arasında 28 Temmuz 1914 ittifak antlaşması görüşmelerinin başladığını öğrenmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Enver Paşa hem İngiltere’yi hem de Almanya’yı aynı anda kandırmıştır. İşin ilginç tarafı ise dünyanın bu iki büyük gücü aldatıldıklarını yıllar sonra anlayabilmişlerdir.