Etiket

cumhuriyet

Tarama

Temeli kurtuluş savaşına dayanan Türkiye Cumhuriyeti, her alanda çok önemli dönüşümlerin ve gelişimlerin olduğu bir süreçtir. Gerek cumhuriyete gidilen yol, gerekse de cumhuriyet sonrasında gerçekleşen olaylar, cumhuriyet dönemi kazanımların mucizevî kazanımlar olduğunu göstermektedir.

Muhteşem Osmanlı dedikleri dönemden, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün Avrupalı devletlerin güvencesine verildiği ve Duyunu Umumiye idaresine geçilerek Osmanlı’nın bütün gelirlerinin alacaklı devletler tarafından haczedildiği döneme uzanan yıkım yıllarını okumadan ve anlamadan cumhuriyet kazanımlarını idrak etek mümkün değildir. En sonda söylenmesi gerekeni en başata söyleyecek olursak; Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın bir devamı değil; Osmanlının yıkıntılarından, küllerinden ortaya çıkan bir kor alevdir. Yaklaşık 250 yıl Avrupa karşısında gerileyen aciz bir devlet yerinde dünyada saygı duyulan modernleşme ve çağdaşlaşma hareketleriyle dünyanın hayranlıkla izlediği bir devlet durumuna gelmek mucizevî bir başarıdır.

Bilimsel ve vicdani değerlendirmelere göre Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve cumhuriyet dönemi atılımları hem çok özgün, hem de çok başarılı bir dönemdir. Cumhuriyet dönemi, uluslararası toplumda çok saygın bir dönem olduğu tescillense de maalesef kendi kamu oyumumuzda hak ettiği değeri bulamamaktadır.

Cumhuriyete gidilen yolun başlangıcı 1699’da imzalanan Karlofça antlaşmasıdır. Karlofça’dan sonra Osmanlı, Avrupalı devletlerin elinde adeta şamar oğlanı haline dönmüştü. Yıkılmasına kesin gözle bakılan Osmanlı devleti, Avrupalı devletlerin paylaşım sorunu nedeniyle I. dünya savaşına kadar ayakta kalabilmiştir. O dönemin emperyalist devletleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya Osmanlı’nın paylaşılmasıyla ortaya çıkacak belirsizliği göze alamamaları nedeniyle Osmanlı devletinin yaşamasına izin vermişlerdir. Bu dönem birilerinin iddia ettiği gibi Osmanlı devletinin Avrupalı güç dengelerinden yararlanarak elde ettiği bir diplomasi zaferi değil, Avrupalı devletlerin paylaşım konusundan anlaşamamalarından kaynaklanan bir durumdur. Ancak, Almanya ve İtalya’nın siyasi biriliklerini tamamlamasıyla güçler dengesi değiştiğinden Avrupalı devletler, aralarında imzaladıkları gizil antlaşmalarla Osmanlı devletini paylaşmışlardır. I. Dünya savaşına bu paylaşım planları neden olmuştur. Artık hasta adam olarak nitelendirdikleri Osmanlı devleti biran önce paylaşılmalıydı.

I. Dünya savaşına eski gücüne kavuşmak ümidiyle giren Osmanlı devleti, Mustafa Kemal’in savaştığı cepler dışında ciddi bir başarı elde edememiştir. Müttefik olduğu devletlerin yenilmesi üzerine Osmanlı devleti de yenik sayılmıştır. Tarihimizin yüz karası olan Mondros ateşkes antlaşmasıyla Sevr antlaşması Osmanlı yöneticiler tarafından imzalamıştır. Her öngörüsünde haklı çıkan Mustafa Kemal, Mondros ateşkes antlaşmasına ilk itiraz eden kişidir. Bu antlaşmamanın Türk milleti için felaket olacağını bildirip milli bir kurtuluş savaşı başlatmak için Anadolu’ya gitmiştir.

Dünyanın en meşru savaşlarından biri olan Kurtuluş savaşı, Mustafa Kemal’in önderliğinde başlamıştır. Türk halkının olağanüstü gayretleriyle yurdumuz düşmandan temizlenerek Misakı Milli sınırlarımıza kavuştuk. Yüzlerce yıl Osmanlı idaresinde yoksul kalan Anadolu bir de işgal ile adeta harabeye dönüşmüş durumdaydı. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk halkı, hem Sevr anlaşmasını, hem de bu antlaşmayı imzalayanları tarihin çöplüğüne atmıştır.
Türk milleti hiçbir zaman esareti kabul etmemiştir. Bağımsızlığına düşkün olan milletimize en çok yakışan yönetim şekli de milli egemenliğe dayalı, yani bireylerin özgürlüğüne dayalı olan Cumhuriyet rejimidir. Bu topraklarda yaşamanın bedelini çok ağır ödeyen milletimize Mustafa Kemal, cumhuriyeti armağan etmiştir. Büyük Önder’in de belirttiği gibi Türk milleti az zamanda çok ve büyük işler başarmıştır. Bunların en büyüğü ise cumhuriyettir.

29 Ekim 1923’de Cumhuriyet Türkiye Büyük Millet Meclisinde büyük bir coşkuyla ilan edilmiştir. Ancak, harabe halinde devralınan Anadolu’nun bir an önce imar edilmesi, savaş yaralarının sarılması, Osmanlı’dan devralınan borçların ödenmesi, ülkemize gelen göçmenlerin yerleştirilmesi ve Türkiye’nin çağdaş bir ülke olması için yapılması gereken çok zor ve zahmetli işler Mustafa Kemal’in önünde duruyordu. Aslında savaştan daha zor meselelerdi bunlar. Batılı yazarların “Türk Mucizesi” diye nitelendirdikleri cumhuriyet dönemi ekonomi atılımlarını aşağıda belirteceğim iki farklı raporla açıklamak istiyorum.

Birinci rapor, Cumhuriyet’in ilanından bir gün sonra yani 30 Ekim 1923 günü dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e sunduğu rapordur. Bu rapor Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi koşullarda kurulduğunu net bir şekilde göstermektedir.

“Şu andaki doktor sayımız 337, sağlık memuru sayısı 434, 150 kadar ilçede doktor yok. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Ebe sayısı çok az. Kırk küsur bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136. Sadece 60 eczacı var ve sadece sekizi Türk. Beş bin köyde sığır vebası var. Bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtma, üç milyon kişi trahomlu. Bebek ölüm oranı yüzde 40’ın üstünde. Anne ölüm oranı yüzde 18. Ortalama ömür 40 yaş.
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bin. Komple kül edilmiş köy sayısı binin üzerinde. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk sermayesidir. Osmanlı’dan sadece dört fabrika kaldı. Bunlar, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri fabrikaları. Sanayi işletmelerinin yüzde 96’sında motor yok. 10 işçiden fazla işçi çalıştıran, sadece 280 işyeri var ve bunların da 250’sini yabancıların elinde. Kişi başına milli gelir 45 dolar. Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta var. Dört mevsim kullanılabilen karayolu yok. Otomobil sayısı bin 490.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyor. Toplam 4 bin 894 ilkokul, sadece 72 ortaokul ve sadece 23 lise var. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlı. Öğretmenlerin üçte birinin öğretmenlik eğitimi yok…” liste böyle uzayıp gidiyor. Her fırsatta ağızlarından salyalar akarak cumhuriyete laf atanların bu rapordan haberleri yoktur herhalde!

Gelelim Cumhuriyet’in ilanından 15 yıl sonra yani Atatürk’ün son günlerini yaşadığı 1938 yılına. Dönemin başbakanı Celal Bayar’ın dönemin cumhurbaşkanı Atatürk’e verdiği rapor, cumhuriyetin mucizevî gelişmişliğini gözler önüne sermektedir. Ancak 1938’de İsmet İnönü’nün başbakan olmaması bu başarıda onun payının olmadığı anlamına gelmemelidir. “Cumhuriyetin ekonomik mucizesinde” Atatürk’le İsmet İnönü’nün çok büyük katkıları olmuştur. İşte 1938 yılındaki rapor:

“Bütçe çoktandır açık vermiyor, gelir fazlası veriyor. Artık, şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde milli ihtiyacın tümü, yünlü dokumanın yüzde 83’ü, pamuklu dokumanın yüzde 43’ü, kağıtın yüzde 32’si, cam eşyanın yüzde 63’ü milli üretimle karşılanıyor. Demir-çelik sanayi kuruldu. Güçlü Ankara radyosu ile yurt dışına yayın yapacak radyo Cumhuriyet bayramına yetiştirildi. Madenler ve şirketler millileştirilerek milletin hizmetine sunuluyor. Kalkınma hızı yüzde yirmilere yaklaştı. Devletin Osmanlı’dan devralınan borçtan başka borcu yok…”
Cumhuriyetin ilanıyla Türkiye her alanda inanılmaz atılımlar yapmıştır. Bu altılımlar, Atatürk ve O’nun seçtiği kişilerin maharetleriyle gerçekleşmiştir. Dünyada bu kadar hızlı dönüşüm ve ilerleme gerçekleştiren başka devlet yoktur. Yani bir kurtuluş savaşı yapıp böylesine büyük işlere imza atan başka bir devlet yoktur.

Cumhuriyet kazanımları Türkiye Cumhuriyeti’nin temelidir. Cumhuriyetimiz Atatürk sayesinde çok sağlam bir temele oturmuştur. Atatürk sonrasında bu temele adeta savaş açılmış ver her kazanım kasıtlı istismar edilerek etkisizleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak, onca yıkıma rağmen ülkemiz halen Cumhuriyet kazanımlarıyla varlığını korumaktadır. Son söz olarak belirtelim ki, Atatürk ve Cumhuriyet kazanımlarından vereceğimiz her taviz geleceğimizden vereceğimiz bir tavizdir.

Dünyada çok başarılı komutanlar olmuştur. Ancak yoktan bir ordu meydana getirip emperyalizmi dize getiren komutan yoktur. Dünyada çok başarılı siyasetçiler olmuştur. Ancak halkı yüzyıllarca taassup altında yaşayıp halkını çağdaşlaşma hareketinin içine sokan ve şeriata karşı başarı kazanan bir siyasetçi yoktur. Dünya’da çok iyi ekonomistler çıkmıştır. Ancak yüzlerce yıl yoksulluktan, savaştan ve borçlar altında ezilen bir halka ağır sanayi hamleleri yaşatan, dışardan borç almadan kalkınma sağlayan bir ekonomist yoktur. Dünyada çok iyi eğitimciler olmuştur. Ancak yüzyıllarca unutulan, cahil bırakılan bir halka aklın ve bilimin ışığında modernleşme hedefi koyup, okuma yazma oranlarının %7’lerde olduğu bir halka başöğretmenlik yapan bir lider yoktur. Bunların hepsini gerçekleştiren tek lider Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bu kadar çok yönlü ve bu kadar başarılı bir liderin dünyada başka bir örneği yoktur.

hsvari6yh
Mustafa Kemal özel yeteneklere sahip birisidir. Ancak sadece yeteneklerinin ardına sığınmamış kendini geliştirmek için de azami bir gayret içerisinde olmuştur. Örneğin Ray Brock’un Hayalet Süvari kitabında Mustafa Kemal’in daha 14 yaşında askeri okula başladığı yıllarda okul kütüphanesindeki bütün kitapları okuduğu gibi Napolyon’un savaş stratejileriyle ilgili kitabını yedi kez okuduğunu anlatmaktadır. Okumak, Mustafa Kemal’in hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Katıldığı ya da yönettiği savaşların en zor dönemlerinde bile kitap okumayı ihmal etmemiştir. Örneğin Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler kitabında, Mustafa Kemal’in Sakarya savaşının en zor anında gece Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanını okuduğu ve yakın arkadaşlarına bu romanı tavsiye ettiğini yazmaktadır. Sakarya savaşı gibi ölüm-kalım mücadelesinin olduğu bir dönemde bile kitap okumaya fırsat bulması çok manidardır.

1-1395678584
Mustafa Kemal, sadece kitap okumakla kalmamış dönemin en büyük bilim insanlarını meşhur Çankaya sofralarına çağırmış ve hiç bıkmadan büyük bir iştahla onları dinlemiştir. Gittiği yerlerde çok iyi gözlemci olmuş, özellikle tarihsel ve kültürel eserlere büyük bir ilgi göstermiştir. Mustafa Kemal’in, okumaları ve araştırmaları sayesinde bilgi seviyesi öyle bir yükselmiş ki, şu iddialı sözü söyleyebilmiştir. “İncelediğim bütün filozoflar arasında insanlığın sorunlarına gerçekçi çözümler üretecek birisine rastlamadım.” Bu cümleyi şöyle yorumlayabiliriz: Mustafa Kemal, dönemindeki bütün filozofları inceliyor ama, kendi bilgi birikiminin üzerinde birine rastlayamıyor.
Mustafa Kemal’in üstün yeteneklerinin oluşmasında; azmi, cesareti ve kararlığının altında her şeyden önce kendine güven duygusu yatmaktadır. İnandığı bir şey için hiç tereddüt etmeden hareket etmesi o’nun özgüven sahibi olmasıyla ilgilidir. Örneğin, Çanakkale’de İngilizler’in çıkarma yapacakları yeri bilip askerlerini, üstlerinin emri olmadan harekete geçirmesi, Mustafa Kemal’in kedine olan güveniyle ilgili bir durumdur.
Atatürk hakkında en kapsamlı araştırmalara imza atan Andrew Mango, Mustafa Kemal’in kendine olan yüksek güvenini onun ölümsüzlük duygusuna sahip olmasına bağlamıştır. Çanakkale savaşında göğsüne şarapnel mermisinin çarptığında, hayatta kalmasını Mango, Mustafa Kemal’in ölümsüzlük duygusunun pekiştirdiğini belirtmiştir. Yine Mango, kitabında Atatürk’e yapılmaya çalışılan İzmir suikastıyla ilgili şöyle bir değerlendirme bulunmuştur: “İzmir suikastı zanlıları yakalanıp Atatürk’ün karşına getirildi. Atatürk, kendi ölümsüzlük düşüncesiyle yüzleşmek zorunda olduğunu hissetti. Hemen belindeki tabancayı çıkarıp zanlıya verdi. Hadi dedi, beni vurmak istiyorsun. Al o zaman şu tabancayı ve beni vur dedi. Tabii zanlı, Atatürk’ü vurmaya cesaret edemedi. Bu durum da Atatürk’ün ölümle yüzleşmesini sağlamış ve Atatürk’ün ölümsüzlük düşüncesini değiştirmemiştir.”

51ntz0n2gUL._SX331_BO1,204,203,200_
Uzun süren araştırmalar, uykusuzluk, düzensiz beslenme Atatürk’ün sağlığını iyiden iyiye bozuyordu. Sinan Meydan’ın Türklerin Gizli Tarihi kitabında Atatürk’ün 30 saat aralıksız kütüphane kalıp kitap okuması nedeniyle kalp spazmı geçirdiğinden bahsetmektedir. Yine ilginç örneklerden biri de, Atatürk’ün ölümünden birkaç ay önce doktorların, hastalığının iyice ilerlediğini ve bu nedenle 6 ay boyunca sadece yatakta uzanarak durması gerektiğini, hatta oturmasının bile sakıncalı olduğunu belirtmişlerdir. Böyle yaparsa Atatürk’ün birkaç sene daha yaşayacağını açıklamışlardır. Atatürk ise Hatay meselesi gündemde olduğu için yatmayı reddetmiştir. Dünya devletlerinin Atatürk’ün rahatsızlığından yararlanıp, Hatay meselesini kendi lehlerine çevirmelerinin engellemek için, Mustafa Kemal, Adana’ya gitmiş ve ben daha ayaktayım dercesine iki saat boyunca ayakta askeri birliklerin geçişini denetlemiştir. Doktorların altı ay hiç kıpırdamadan yatmasını söylediği Atatürk’ün o zamanın ulaşım araçlarıyla Adana’ya gitmesi ve askeri birlikleri ayakta denetlemesi tam bir çılgınlıktır. Ama Mustafa Kemal’in bu hamlesi Hatay’ın anavatana katılmasını sağlamıştır. Bu ne nedenle Mustafa Kemal, Hatay şehididir.
Atatürk’ün ölümsüzlük inancı gerçekleşmiştir. Atatürk, o kadar baskıya, iftiraya, yalana ve hakarete rağmen hala Türk halkının gönlünde yaşamaktadır. Kendi çağında yaşayan liderlerden hiçbirisi Mustafa Kemal kadar iyi bir intiba bırakmamıştır. Öngörüleri hep gerçeklermiştir. Bu nedenle ölümsüzdür. Mustafa Kemal’in en büyük öngörüsü “Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşayacağıydı.” Bu öngörü Atatürk’ün izinde olanları asla yıldırmamalıdır. Yazımızı “Türkler ansiklopedisi” için yazılan şu mısralarla bitirmek istiyorum:
ŞİMDİ DAHA HIZLI YÜRÜMELİSİN
YORULANA BAKIP ÜZÜLME
YOLUNA ÇIKANA BAKIP UMUDUNU YİTİRME
BUGÜNE KADAR HERŞEY YAZILDI
ŞİMDİ SEN YAZIYORSUN
TARİHİ EN BÜYÜK TÜRKLE
ATATÜRKLE YAZIYORSUN
VE DEDİ Kİ :
“TARİH YAZMAK, TARİH YAPMAK KADAR ÖNEMLİDİR”

KCwS4D8TToplumların ya da devletlerin gelişmişlik göstergesinde birçok ölçüt kullanılmaktadır. Bu kriterler genellikle ekonomik gelişmişlik düzeyine ya da tüketim biçimi ve miktarına göre belirlenmektedir. Kişi başına düşen milli gelirden tutun da su, elektrik, et ve kitap sayısına kadar birçok kıstas gelişmişliğin göstergesi olarak kullanılmaktadır. Hâlbuki gelişmiş toplumluda esas olan insani gelişimdir. Bir toplumun gelişip gelişmediğini anlamak için o toplumun insana verdiği değere bakmak yeterlidir. Bu bağlamda gelişmiş toplumlarda insanlar cinsiyetçi bir bakış açısına göre ayırt edilmezleler. Gerek yasalar gerekse de sosyal ilişkilerde cinsiyetçi bir yaklaşım söz konusu olmaz.

feministKadın, toplumların gelişmişlik kriterlerinde en önemli ayağı oluşturmaktadır. Kadının iş, eğitim ve sosyal alanlarda ön planda tutulduğu toplumlar kesinlikle gelişmiş toplumlardır. Çünkü kadını benimsemek için ona bir değer atfetmek, onunla toplumsal ilişkileri ve sorumlulukları ortak paylaşmak mümkün olabilir. Diğer taraftan gelişmemiş toplumlarda, insani ilişkiler kesin bir cinsiyetçi yaklaşımla şekillendirilmektedir. İş, eğitim ve sosyal alanda kadın neredeyse hiç yoktur. Bu tür toplumlarda kadına verilen en büyük statü sadece annelik vasfıdır. Ev kadını olup kocasını mutlu eden ve anne olan bir kadın iyi bir kadın sayılmaktadır. Sosyal alanda kadınının kendisini göstermesi erkeğin egemenlik haklarına bir tehdit olarak algılanmaktadır.

images Toplumsal üretim biçimleri geri kalmış toplumlarda erkek egemen bir anlayışla yürütüldüğü için üretim tarzlarında sığlık ve laçkalık söz konusudur. “Kadın erkeğin emanetindedir” anlayışıyla hareket edildiği için kadının sosyal ortamlarda kendini göstermesi engellenmektedir. Ancak bu durum kadının çalışmaz olduğu anlamına gelmez. Söz konusu tekil amaç erkeğin memnun edilmesi olduğundan ev işlerinde gerekirse kadın en ağır işleri yapar anlayışı vardır. Ev işleri, çocuk bakımı, erkeğin memnuniyeti sadece kadının sorumluluğundadır. Buna ilave olarak erkeklerde aynı ortamlarda çalışmamak kaydıyla, erkeğin harcamalarına katkıda bulunmak adına kadın, halı dokur, el işleri yapar, tarlada, bağda ve bahçede ürünlerin yetişmesi ve hasat edilmesinde çalışmak gibi ağar işler de kadının sorumluluğunda olur. Kadın sosyal ve hukuksal anlamda da katı bir ayrıma tabi tutulur. Kadının boşanma hakkı, miras hakkı ve eğitim ve öğretim hakkı yoktur. Kadının giyiminden, eğitimine medeni haklarından hukuksal siyasi haklarına kadar birçok unsur erkeğin mutlak hakimiyeti altındadır.

ataturk-duvar-kagidi6www-ataturkum-info Dünyada eşi benzeri olmayan bir liderlik vasfına sahip olan Mustafa Kemal Atatürk, toplumların gelişmişlik seviyesinde kadının yerini çok iyi kavramıştır. Bu nedenle Cumhuriyeti ve devrimleri kadını özgürleştirmek ve kadın statü vermek temeline kurmuştur. Atatürk Türk kadınına verdiği hakları, önceden kazanılmış hakların geri iadesi şeklinde değerlendirmiştir. Türk kadının eskiden beri asil olduğunu, erkeklerle aynı haklara sahip olduğunu dile getirmiştir. Hatta bunu kanıtlamak için İbn Batuta’nın “Seyahatnamesi”ni yakın çevresiyle paylaşmıştır.

ibnatuta İbn Batuta, 14.yüzyılda Anadolu’yu gezerek, ünlü seyahatnamesinde ülkemizin o yıllardaki yaşayışı hakkında değerli bilgiler veren, önemli bir Arap gezgindir. İbn Batuta’nın seyahatnamesinde Anadolu ve Türk insanı hakkında birçok değerlendirme yapıldığı gibi kadınlar konusunda da ayrı bir değerlendirme yapılmıştır. Buna göre ibn Batuta’nın eserinde Türk kadını şu şekilde ifade edilmiştir:
“Bu ülkede kadınlar erkeklerden kaçmazlar. Yola çıkacağımız zaman kadınlar akraba ve hane halkındaymışçasına bizimle vedalaşırlar, bu ayrılıktan dolayı üzüntülerini gözyaşlarını dökerek belirtirler.” diyerek kadınların toplumdaki yaşayışa katkılarını övmektedir.
Atatürk, ibn Batuta’nın eserindeki bu kısmı yakın çevresiyle paylaşarak, Türk kadının yüzyıllar önce kaybettiği hakları tekrar kazandıracağını dile getirmiştir. Bu konuyla ilgili Atatürk’ün şu sözü önelidir:
“Milletimiz güçlü bir millet olmaya azmetmemiştir. Bunun gereklerinden biri de kadınımızın her konuda yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı, kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğrenim basamaklarından geçeceklerdir. Kadınlar toplum yaşamında erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır.”
Atatürk Türk kadının hak ettiği saygın yeri alması için kadınlar şu hakları vermiştir: 1924 yılında Eğitim Öğretim Hakkı verilmişidir. 1925 çıkarılan “Kılık Kıyafet Kanunu” ile kadınların giyim konusundaki mağduriyetleri giderilmiştir. 1926 kabul edilen “İsviçre Medeni Kanunu” ile kadın hakları hukuksal bir statüye dönüşmüştür. 1930 yılında kadınlara “Seçme Hakkı” verilmiştir. Bu hak dünyanın birçok gelişmiş ülkesinden daha önce verilmiştir. 1933 yılında kadınlara seçilme haklarından ilki olan “Muhtar Seçilme Hakkı” verilmiştir. 1934 yılında kadınlara aynı erkekler gibi “Seçme ve Seçilme Hakkı” verilmiştir.
Osmanlı toplumunda hemen hemen hiçbir toplumsal ve siyasal hakkı bulunmaya kadınlara Medeni Kanun’la bazı haklar tanınmış olmakla birlikte, siyasal haklar açısından bir değişiklik yapılmamıştı. Atatürk’ün girişimiyle kadınların iktisadi ve siyasal yaşama katılmaları yönünde bir dizi değişiklik yapılarak, 1930’lardan sonra kadına çok önemli haklar verilmiştir.

atatc3bcrk-ve-kadc4b1n Dünyanın diğer gelişmiş toplumlarında da kadın hakları söz konusudur. Ancak kadınlar bu yerlerde haklarını elde etmek için çok yoğun bir mücadele dönemi geçirmiştir. Bizde ise birçok kadının haberinin bile olmadı haklar, bizzat Atatürk tarafından kadınlara verilmiştir. Atatürk bu durumu toplumun baskın anlayışıyla çelişme pahasına yapmıştır. Bu nedenle Atatürk’ün kadınlara verdiği hakları dönemin şartları çerçevesinde değerlendirirsek bu hakların ne kadar değerli haklar olduğunu anlarız. Günümüzde birçok kadın elde ettiği statünün Atatürk tarafından verildiğinin farkında bile değildir. Bu nedenle Atatürkçülük sadece bizim bir çağdaşlaşma hedefimiz değil, aynı zamanda bütün dünya insanlığının umududur.

Milletler de canlı bir organizmadır. Üzerinde yapılacak cerrahi müdahaleler her zaman büyük riskler taşır. Millî bünyenin bağışıklık sistemini zayıflatacak unsurların çoğalmasına ve güçlenmesine zemin hazırlamak tedavisi güç toplumsal yaralar oluşturur. Millî kimliği etnik kimlik düzeyine indirgemek, devletin kuruluş felsefesiyle oynayarak sorunlara ‘çözüm’ aramak, etnik kimlik tartışmalarının süreklilik kazanması, etnik kimliklerin “kültürel kimlik olmaktan çıkarılıp siyasi ve hukuki kimliğe dönüştürme sürecine doğru ilerlemesi” toplumsal bütünleşmeyi değil, tehlikeli ayrışmaları tetikler. Küçük bir kartopu elinizdeyken sizin denetiminizdedir. Dağdan aşağıya attığınızda ise çığa dönüşür ve kısa sürede her şey denetiminizden çıkar. Üniter yapılı ulus-devletimiz birliğimizin, istiklâlimizin ve istikbalimizin sigortasıdır. Üzerinde ameliyat yapılmamalıdır.
Anayasanın değiştirilemez maddeleri arasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet yapısı niçin tercih edilmiştir? Tarihi ve sosyolojik arka planlarını inceleme ve anlama kaygısı olmaksızın millet, milletleşme süreci ve ulus-devlet kavramlarının tartışılması doğru mudur?
“Atatürk ‘Memleketin sahibi ve devletin kurucusu biz Türkler, necip kavim adı altında Araplara ve sarayın sadık hadimi Arnavutlara feda edildik’ diyerek yapılan tarihi hataya işaret etmiştir” . Çünkü necip ve sadık diye nitelenen gruplar ilk fırsatta kanlı ayaklanmalarla kendi kaderlerini tayin hakkını aramışlardır. 1821 Yunan isyanı ile başlayan bir asırlık çözülme süreci Türkler için sağ çıkanlar ile çıkamayanların öyküsünü anlatan korku tüneline dönüşmüştür. Justen Mc Charty “Ölüm ve Sürgün” kitabında bu dönemde sadece Balkanlarda 5 milyon sivil Müslüman Türk nüfusun yok edildiğini anlatmaktadır. Ne Osmanlıcılık, ne de ümmetçilik fikri siyasi birliği sağlayamamış ve felaketi önleyememiştir. Sarayın öz evladı devşirmeler ise ‘son görevlerini’ Paris’te Sevr’e imza atarak tamamlamıştır. Onlardan geriye kalan “Orta Anadolu bozkırlarında Damat Ferit ve takımının rakı masası yerleştireceği kadar büyüklükte bir vatan parçasıdır.” Kısaca özetlediğimiz bu toplumsal travma, millî mücadele sürecinin sonunda neden ulus-devlet kurulduğunun tarihi arka planıdır.

zhasibe2Bugün dünya devletlerinin büyük çoğunluğu ulus-devlettir. Ulus devletlerin temel özelliği tek bir millete dayanmasıdır. O milletin kültürü de aynı zamanda o coğrafyanın hâkim kültürüdür. İstiklâl Savaşı’nı kazanan ve devleti kuran aslî unsur doğal olarak da 1923’te kurulan ulus-devletin dayandığı aslî unsur ve hâkim kültür olmuştur. “ ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ sözü ile de ulus-devletin dayanacağı bu kimlik belirtilmiştir” .
Cumhuriyet yapay bir ulus inşasına girişmemiştir.
Tarihin en eski milletlerinden biri olan ve bu coğrafyada varlığını bin yıl kesintisiz sürdürmüş Türk milletinin, imparatorluk içerisinde ötekileştirilmiş millî kimliğinin yeniden onarılmasına ihtiyaç vardı. Bir anlamda ulus-devletin sağlam temeller üzerine inşa edilmesi için zeminin güçlendirilmesine çalışılmıştır. Başka bir ifadeyle Türk millî kimliğinin iade-itibarı süreci başlatılmıştır.
Çünkü Osmanlı Devleti’nde Türk ismi genelde hor görülmekteydi. Kaba- saba, cahil köylü gibi rencide edici ifadelerle anlamdaş kullanılmaktaydı. Basiret Gazetesi, Türk olduğunu söylemekten utanan gençlerden üzüntüyle bahsetmiş ve bu durumu tenkit etmiştir. Kâmusu’l-A’lam’da, Türk soyundan olan bazı kişilerin bu ismi kabul etmedikleri ve hakaret saydıkları belirtilmiştir.
Millî mücadelenin Başkomutanı, yeni kurulan cumhuriyetin de siyasi mimarı olan Atatürk millî mücadele sonrası bu kez de onarıcı liderlik özelliğiyle tarih sahnesine çıkarak, tarihin laboratuvarında üretilen en gerçekçi ve modern devlet formu olarak kabul edilen ulus-devlet şekli ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Türk sosyolojisinin kurucusu Ziya Gökalp’in “Millet toplumsal evrimin son aşamasıdır ve gerçek cemiyetler ancak milletlerdir” düşüncesini siyasi hayata tatbik etmiştir.

transUygulamaya konulan kültür ve eğitim politikalarının amacı Türkleştirme değil Türkleşmedir. Yüzyıllardır ihmal edilen, ötekileştirilen millî kimliğin yeniden onarılması için Türk’e yönelme, yitirilen kimliğin yeniden kazandırılması çabasıdır. Türk kültürünü bütün zenginlikleri ile ortaya çıkarma ve millî bilinç oluşturma çabalarına ağırlık verilmiştir. Tarihi millî motifler yeniden canlandırılmıştır. İki örnek vermek gerekirse; 1924’te Atatürk’ün başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu kararıyla İstanbul Üniversitesi bünyesinde Türk kültürünü ve medeniyetini dil, edebiyat, folklor gibi sahalarda araştırmak için kurulan Türkiyat Enstitüsü’nün amblemi yine Atatürk’ün isteğiyle karlı Tanrı Dağları’nın önünde elinde meşale olan bozkurt olarak belirlenmiştir. (Ancak bu yazıyı hazırlarken fark ettim. İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün internet sitesinde Atatürk’ün istediği şekilde tasarlanmış amblem belli belirsiz duruyordu, gizlemek için sanki özel gayret gösterilmiş gibiydi. ) “Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın Atatürk’e gönderdiği 30 Ağustos 1935 tarihli Zafer Bayramı Kutlama telgrafında ‘ulu Başbuğ’a’ ifadesi kullanılmıştır.” Böylece tarihin derinliklerine vurgu yapılarak milletin tarihi hafızasına uyarıcı sinyaller gönderiliyordu. 1931 ve 1932’de Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 1935’te Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Özetle, millî kültür canlandırılarak millî bilinç oluşturulacak bunun itici gücüyle millî menfaatler daha güçlü korunacak ve millî ülkülere ulaşılacaktır.
Atatürk “1924 yılında Orhun Yazıtları kitabını okuduktan sonra, Bilge Kağan’ın ‘Ey Türk, üstte mavi gök çökmedikçe altta yağız yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir ki. Ey Türk öykün ve kendine dön!’ dediği bölümün yanına, ‘Büyük Nutuk, böyle bir hitabeyle son bulacaktır’ diye not düştüğü kitap halen Anıtkabir’dedir.” Türk adını resmi devlet ismi şekliyle kullanan Göktürk’lerin Başbuğ’u milletine nasıl seslendiyse, Türk adıyla devlet kuran Cumhuriyeti’nin Başbuğ’u da “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diye bitirdiği Gençliğe Hitabe’sinde millete aynı şekilde seslenerek, Türk milletinin tarihsel bütünlük ve devamlılığına vurgu yapmıştır. Aynı şekilde “Ne mutlu Türk’üm diyene” özdeyişi de ırkçı bir meydan okuma değildir.

19

Sosyolojik analiz ile düşündüğümüzde bu söz; milletin yüzlerce yıl içerisinde zayıflatılmış tarihi hafızasının bilinçaltına yapılan bir sesleniştir. “Ayrıca kültürel gelişme açısından toplumlar sırayla klan, kabile, aşiret, ümmet ve millet olarak kabul edilmektedir. Yani millet en gelişmiş toplum biçimi ve toplumsal evrimin son aşaması olarak vurgulanmaktadır.” Atatürk bu özdeyişiyle milletin gerisinde kalan toplumların ilkelleşeceğine de vurgu yapmıştır. Türk millî kimliğinin dayandığı unsurlara ve Türk millî kimliğine dayanan değerlere karşı sistematik bir çabanın arttığını görüyoruz. Bu çaba içerisinde olanlar farklı siyasi kutuplarda olmalarına rağmen Türk kelimesine karşı ortak bir alerjileri vardır. Hayallerinde çok kültürlü, mozaik bir toplum inşası vardır. Türksüzleştirilmiş bir kimlik hayallerini bazen ikinci cumhuriyet, bazen de yeni Osmanlıcılık içinde saklayarak pazarlama çabasındadırlar. Dikkatlice bakıldığında pazarlamaya çalıştıkları ürünün paketinde made in CIA yazdığı görülebilir. Oysa hayallerindeki Türkiye ile mevcut Türkiye’nin kimlik yapısı çok farklıdır. Peter Andrews “Türkiye Cumhuriyeti’nde Etnik Gruplar” isimli çalışmasında Türkiye’de 47 etnik grubun varlığından bahsetmektedir. Türkleri, Türkmenleri ve Yörükleri farklı birer etnik grup olarak göstermesi hatta bunları kendi içinde alevi-sünni olara tekrar bölmesi ancak bilimsel görünümlü psikoloji savaş olarak değerlendirilebilir. Bu çalışmada hepsi öz Türk olan unsurlar 15 farklı grup olarak gösterilmiştir. Aynı kitapta Kürtler, Zazalar, Araplar da alevi-sünni olarak tekrar bölünerek gösterilmiştir. Türkiye gibi büyük nüfuslu bir ülkede sayıları onlar, binlerle ifade edilen Almanlar, Estonlar, Molokanlar, Polonezler, Osetler vb tali grupları ise 20 etnik grup olarak tasnif etmiştir. Özel amaçlı hazırlandığı anlaşılan bu psikolojik harp ürünü çalışma Türkiye’de umduğundan çok müşteri bulmuştur. Ne diyelim ha gayret, yok mu artıran?
Bu alanda en ciddi bilimsel çalışmayı yapan Prof.Dr. Ali Tayyar Önder’e göre “Bilimsel ölçütle ve uluslar arası kabulle bir ülkenin mozaik olabilmesi için ülkede mevcut etnik grupların toplamının ülke nüfusunun %35’ini oluşturması gerekir. Türkiye’de tüm bilimsel veriler ve resmi tespitler ortalamasıyla yüzde olarak en anlamlı ikinci büyüklükteki nüfus % 6.5 ile Kürtlerdir. Zazalar %1 ve Araplarda yine %1 oranlarındadır.” Bunu teyit eden bir başka çalışma “Avrupa Komisyonu’nun yayımladığı ‘Eurobarometer-Europeans and Languages’a göre Türkiye’de ana dil olarak Türkçe’yi gösterenlerin oranı %93’tür.”
Ulus ve ulus-devletle doku uyuşmazlıkları ve zihinsel çatışmaları hiç bitmeyen ‘siyasi ümmetçi’ bir grup var. Tarihin hiçbir döneminde ‘siyasi ümmetçilik’ ile siyasi birlik kurulamamıştır. Rüştünü ispatladığı bir dönem olmamıştır. “Milletten büyük hayali birimlerden birisi ‘siyasi ümmetçilik’ diğeri de Marksist ‘dünya proleteryası’ fikridir. Siyasi ümmetçilerin tarihte niçin marksizmin siyasi proleteryası kadar bile ciddi bir varlık gösteremediğini açıklamaları gerekmez mi?”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni üniter yapı ve ulus devlet dışında başka formüller ile dönüştürmek milli birliğimiz, istiklalimiz ve istikbalimiz için sonun başlangıcı olur. Unutulmamalıdır ki Anadolu coğrafyası aynı zamanda bir medeniyetler mezarlığıdır.