Etiket

atatürk

Tarama

CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA

Dünyadaki en meşru, en ahlaklı, en kutsal savaşlardan biri olan Türk kurtuluş savaşını kazanarak destansı bir mücadeleye imza atan mazlum milletlerin umudu Türk milletinin karakterine en uygun yönetim biçimi Cumhuriyetimiz bir asırlık şan ve şeref dolu tarihiyle  dimdik ayaktadır. Türklerin en büyük bayramı kutlu olsun.

 Bir millete, yitirmek üzere olduğu özgüveninin ve ulus bilincinin yeniden kazandırılması, bütün imkânsızlıklara rağmen verilen İstiklal Savaşı’nın zaferle sonuçlandırılması, yönetimde egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesi ve her şeyden önemlisi; modern hukuk kurallarına dayanan çağdaş ve laik bir devletin tüm kurumlarıyla inşa edilmesi gibi başarıların, gerçekleşmesini sağlayan Mustafa Kemal Atatürk’e ne kadar minnet  etsek azdır.

Cumhuriyet yönetimi aradan geçen bir asra rağmen halen dünyanın en modern ve en çağdaş yönetimi olarak varlığını sürdürmektedir. Aradan geçen bunca zamana rağmen Türk milleti Cumhuriyeti kısa sürede benimsemiş ve sahiplenmiştir. Çünkü Cumhuriyeti hala çocuklarımızın saf ve masum gülüşleri gibi içten ve büyük coşkuyla kutluyoruz. Bu durum da Atatürk’ün Türk milletine ne kadar iyi tanıdığını ve sevdiğini ortaya koymaktadır.

 İçinde yaşadığı toplumun yapısını çok iyi bilen Atatürk, bilimsel değerlendirmeler ışığında Türk Ulusu’na en uygun yönetim biçiminin “Cumhuriyet” olduğunu anlamış ve bu yönetim biçimini yeğlemiştir. Cumhuriyet’in ilânı, Türk toplumu için tarihin en büyük dönüşümlerinden biridir. Kapalı ve totaliter rejimlerin güçlendiği bir dönemde, demokratik açılımları olanaklı kılacak Cumhuriyet rejiminin kurulması, Yüce Önder’in engin ileri görüşlülüğünün ve bireyi temel alan çağdaş düşüncesinin siyasal bir yansımasıdır. Egemenliğin kayıtsız koşulsuz ulusun olduğu bu yeni yönetim biçimi, Türkiye Cumhuriyeti’ne yurttaşlık bağı ile bağlı olan herkese birey olma hakkını vermiş ve sorumluluğunu yüklemiş; Türk Ulusu’na özgüvenini kazandırmıştır.
O’nun, ülkemizin kurtuluşu ve çağdaşlaşmasında oynadığı rol, tarihin akışına yön verecek büyüklüktedir. Atatürk Ulusumuza olduğu kadar insanlığa da malolmuştur. Çağdaşlaşma çabaları, tarihin en büyük aydınlanma hareketlerinden birini yaratmıştır.

Ancak unutulmaması ve gözden kaçırılmaması gereken nokta Cumhuriyet rejimi Türk milletine tepen inme bir rejim değildir. Türk milletinin binlerce yıllık bağımsızlık tutkusunun nişanesidir Cumhuriyet.

Cumhuriyetimizin temelinde Mete Han’ın dirayeti, dağı eğip de üzengi olup asılan, çeliği pek tutacak suyumuzu veren, toynaklarında kıvılcımlı nalları atlarımızı süren, sağrılarında çok bilişli ak kızlarımızla, oğlanlarımızla bir oynasan pusatlarımızla, kısraklarımızda bir nakışlı eğelerimizle, kopuzlarımızdaki iç çekişli türkülerimizle yaşayan Oğuz Kağan’ın mücadelesi, Bumin ve İstemi atalarımın birlik öğüdü, Selçuk atamın hediyesi, Ertuğrul babamın emaneti, Domaniç yaylağının asaleti, ÇÜN BiZ VAR iDiK ÇÜN BiZ VARIZ diyen Anadolu beylerinin beyi Osman’ın kararlılığı, Sancağa hilali nakşeden, denize karadan yürüyen, alevi semadan düşüren, çağ açıp çağ kapayan, toy kurup tuğlar diken, fethedip İstanbul’u Türk kılan Fatih’in bilgeliği, hiç uyumayan atlılarla, Karakalpaklarını alınlarına düşüren, arkadaşlarını yol üstünde bir ağacın yamacına, kardeşlerini buz tutmuş siperlerde, çocuklarını öfke yutmuş düşman elinde, analarını iki elleri Allah’a açılmış bırakan, babalarıyla cephede helalleşen, soğuktan ve alevli güneşten gözleri yaşaran Kuvvacılarımızın kanları vardır.

Cumhuriyete gidilen yolda çok büyük mücadeleler veren milletimiz Cumhuriyetin ilanından sonra da dünyada Türk mucizesi olarak anılacak önemli atılımlara imza atmıştır. Kanla irfanla kurulan Cumhuriyet Türkiye’si yüzlerce yıl süren yokluğun, açlığın ve savaşların pençesinde boğuşan Anadolu Türk insanın çabasıyla meydana gelmiştir. Cumhuriyet kurulduğunda Atatürk’ü kurtuluş savaşından daha zor bir dönem bekliyordu. Cumhuriyetin ilan edildiği gün savaştan yeni çıkmış Genç Cumhuriyet’in durumu şöyleydi:

  Doktor sayımız 337, sağlık memuru sayısı 434 ve 150 kadar ilçede doktor yoktu. Pek az şehirde eczane vardı. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyordu. Kırk bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136’dı. Sadece 60 eczacı vardı ve bunların sadece sekizini Türkler işletiyordu.  Beş bin köyde sığır vebası vardı. Bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtma, üç milyon kişi trahomlu idi. Bebek ölüm oranı yüzde 40’ın üstünde. Anne ölüm oranı yüzde 18 ve Ortalama ömür 40 yaştı.

Cumhuriyeti onca yokluğa rağmen sağlam bir temel üzerine kuran Atatürk, Cumhuriyet Türkiye’sinin güçlenmesi için inanılmaz bir çaba ve gayretin içerine girmiş ve emeğinin karşılığını fazlasıyla almıştır.

Dünya’da pek çok uzmanın dönemin şartlarına göre yaşama fırsatı vermediği Atatürk Türkiye’si şu atılımlara kısa sürede ulaşarak inanılmazı başarmıştır:

Şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde milli ihtiyacın tümü, yünlü dokumanın yüzde 83’ü, pamuklu dokumanın yüzde 43’ü, kağıtın yüzde 32’si, cam eşyanın yüzde 63’ü milli üretimle karşılanmaya başlamıştı. Demir-çelik sanayi kurulmuştu. 46 büyük ölçekli fabrika kurumuştu. Ağır sanayi üretimi %152, toplam sanayi üretimi ise %80 arıtmıştı. Şeker üretimi ise 200 kat artmıştır. Tekstil üretimi ülke ihtiyacının %80’nini karşılar duruma gelmişti.   Madenler ve şirketler millileştirilerek milletin hizmetine sunulmuştu. Kalkınma hızı yüzde yirmilere yaklaştı. Devletin Osmanlı’dan devralınan borçtan başka borcu kalmamıştı. 5 milyon ton civarında olan buğday üretimi 9 milyon tona çıkarılmıştı.

Cumhuriyetin ilanın sonra Türk toplumu sosyal ve siyasal alanda çağdaşlarının çok ilerisinde kazanımlar elde etmiştir. Cumhuriyetle edrak-ı bi idrak olarak anlan Türk milleti Ne mutlu Türküm diyecek özgüveni kazanmıştı.

Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini Atatürk gençlere emanet etmiştir. O’nun emanetine sahip çıkmak bizim var olma nedenimizdir. Unutmayın ki, Atatürk ve Cumhuriyetten vereceğiniz her taviz geleceğimizden vereceğimizden vereceğimiz bir tavizdir.

Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’de çağdaşlaşma hareketi amaçlamıştır. Bunu gerçekleştirmek için bilimsel ve planlı bir kalkınma modeliyle harekete geçmiştir. Yaptığı her atılım günübirlik siyasi polemiklere girmeden uzun araştırmalar değerlendirmeler ve planlamalar sonunda ortaya çıkmıştır. Türk toplumu için başlattığı sayısız yenileşme hareketlerinden biri de tarımsal yenileşme hareketleridir. Türkiye gibi coğrafi potansiyeli mükemmel olan bir ülkenin kendi kendine yeterli olamaması oldukça manidardır.

Atatürk’ün bütün dünyaya karşı verdiği amansız kurtuluş mücadelesine ek olarak milletimizin bir daha bağımsızlık mücadelesi vermemesi için başlattığı yenileşme hareketleri de bütün dünyaca hayranlık uyandırmaktadır. Türk toplumunda tarımın ne kadar önemli bir yerde bulunulduğunu çok iyi kavrayan Atatürk, tarıma sistematik yöntem getirerek tarımsal verimliliği en üst seviyeye çıkarmayı amaçlamıştır.

Kalkınmanın tabandan yani köyden başlaması gerektiğini düşünen Atatürk,Türkiye’nin gerçek anlamda çağdaşlaşması için her şeyiyle çağdaş köyler kurulması gerektiğini düşünmüştür. Bu amaçla bizzat üzerinde kafa yorduğu İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’ni geliştirmiştir.3 Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’nin amacı “çağdaş” ve “çevreci” bir köy yaratmaktır.4

 İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi, daire yerleşim planına sahiptir. Daire planın tam merkezindeki küçük dairenin etrafına, gittikçe genişleyen dört daire eklenmiştir. Plan, bu yönüyle ilk bakışta bir “oklama tahtasını” andırmaktadır. Merkezden çevreye doğru helezonim bir biçimde gittikçe genişleyen dört parçalı köy planı, merkezden dışa doğru 6 yolla bölünmüştür.

 Aslı Türk Tarih Kurumu’nda muhafaza edilen “İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’nde okul, cami, köy konağı, sağlık ocağı, otel–han, çocuk bahçesi ve fabrika dâhil toplam 43 yapı bulunmaktadır. Plana göre köyün orta yerine yapılacak anıtın etrafında sosyal tesisler, terzi, bakkal, berber gibi mekânlar yer alacaktır.

  Planın tam merkezinde bir “anıt” vardır. Merkezin hemen sağına “Köy Meydanı” yerleştirilmiştir. Köy Meydanı’nda ise “Köy Parkı” ve “Çocuk Bahçesi” vardır. Köy Parkının ve Çocuk Bahçesinin çevresinde ise oyun yeri, telefon, itfaiye, çeşme, havuz ve tuvalet göze çarpmaktadır. Planın sağında, en dış çemberden dışa doğru açılan alanda çok geniş bir koruluk vardır. Koruluğun sonundaki çayın kenarında kuzeyde değirmenler, güneyde ise “yaş ve kuru yonca ile hayvan pancar tarlası” görülmektedir. Planın sağ üst köşesinde “Hayvan Mezarlığı” , sol üst köşesinde ise “Asi mezarlık” vardır. Planın yine sol üst köşesinde “Kireç ve taş ocaklarına yer verilmiştir.

 Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü’nde yer alan kurumlar, yapılar ve alanlar şunlardır:

Okul ve Tatbikat Bahçesi, Öğretmen Evi, Halk Odası (CHP Kurağı), Köy Konağı,  Konuk Odası, Okuma Odası, Konferans Salonu, Otel Han, Çocuk Bahçesi, Köy Parkı, Telefon Santralı ve Köy Söndürgesi, Radyolu Köy Gazinosu, Ebe ve Sağlık Kurucusu, Tarımbaşı, Hayvan Sağlık Kurucusu, Sosyal Kurumlar, Ziraat ve Et İşleri Müzesi, Gençler Kulübü, Hamam, Etüv Makinesi (Buğu s.) Köy Yunak Yeri, Cami, Revir, Kooperatifler, Köy, Dükkanları, Spor Alanı, Damızlık Tavuk, Tavşan ve Arı İstasyonları, Damızlık Ahır (Aygır ve Boğa), Kanara, Mandıra, Değirmenler, Fabrika, Asri Mezarlık, Hayvan Mezarlığı, Kireç, Taş, Tuğla ve Kiremit Ocakları, Yonca ve Hayvan Pancar Tarlası, Koruluk, Köy Gübreliği, Fenni Ağıl, Pazar Yeri ve Köy Zahire Locası, Aşım Durağı, Panayır Yeri,  Selektör Binası.

Bir yerleşim yeri için A’dan Z’ye her şeyin düşünüldüğü bu proje benzer günümüzde örnek şehirsel yerleşmeler planlanmaktadır. Nasıl Sümerler yaptığı buluşlarla insanlığı şaşırtmaktaysa Atatürk de dehasıyla hala insanlığı şaşırtmaktadır.

3] Atatürk’ün üzerinde çalışarak uygulanmasını istediği bu proje, Afet İnan’ın “Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı 1933” ve Cumhuriyetin Ellinci Yılı İçin Köylerimiz” adlı kitaplarında yer almıştır. 

[4] Ayrıntılı bilgi için http://cumhuriyettarihimiz.blogspot.com.tr/2015/08/ataturkun-ideal-cumhuriyet-koyu-projesi.html adresine bakabilirsiniz.



Türkiye Cumhuriyeti kan ve irfan üzerine kurulmuş bir devlettir. Dünya’da örneklerine az rastlanır bir kurtuluş savaşından sonra kendisinden hiç beklenmeyen çağdaşlaşma hareketine gerçekleştirmiştir. Kurtuluş savaşını kan üzerine kurulurken çağdaşlaşma hareketi irfan üzerine kurulmuştur. Dünya’da esaret altında yaşamaya başkaldırmış pek çok ülke vardır. Ancak, Dünya’da Türkiye gibi bağımsızlık savaşı sonrası enkaza dönüşmüş bir ülkenin bütün Dünya’yı hayran bırakacak çağdaş atılımları gerçekleştirecek başka ülkesi yoktur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu eşiz önder Mustafa Kemal Atatürk, yüzyıllardır milletimizin yakasına yapışmış kötü gidişatın nasıl durdurulacağını anlayan ilk ve tek önderdir. Devletin ve milletin kurtuluşunun askeri güçlerden ziyade eğitim ordusunun yapacağı atılımlarla gerçekleştirileceğine yürekten inanmış bir kişidir. Öyle ki, Kurtuluş Savaşı’nın en şiddetli geçtiği ve Yunan ordusunun Polatlı yakınlarına kadar gelip, Yunan toplarının mecliste duyulduğu dönemde bile öğretmenlerle toplantı yapması, Mustafa Kemal’in milletin kurtuluşu için ne kadar gerçekçi atılımlar yaptığını göstermektedir. Çünkü bizim asıl düşmanımız cehalet ve sefaletti. Ülkemizin işgale maruz kalmasının en büyük sebebi çağdaşlaşma ve modernleşme yarışında geri kalmamızdır. Milli mücadele döneminde bile eğitim hizmetlerinin aksatılmaması için azami gayret sarf edilmiştir. Düşmanla yoğun ve etkili mücadele verilirken eğitim hizmetleri aksatılamamaya çalışılmıştır. Cumhuriyet’in ilan edildiği yıl olan 1923’te ülke genelinde toplam 10.102 ilkokul öğretmeni vardı. Bunların sadece 1081’i kadındı. Bu öğretmenler de medreselerde 1-2 yıllık oldukça yetersiz sayılabilecek bir eğitimden sonra mezun olarak öğretmenliğe başlamış kişilerdi. Halkın okuma yazma oranı yüzde onlara bile ulaşmıyordu. Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’in ilanından sonraki yaptığı işler kurtuluş savaşındaki yaptığı işlerden daha zor olmuştur. Çünkü O, hiçbir liderin istemediği bir işe, halkını aydınlatma işine, girişmiştir. Yeni alfabenin kabulü ile yazı dili ile Türkçe arasındaki uyumsuzluk ortadan kaldırılmıştır. İnanılmaz bir hızda okuma yazma seferberliği başlatılmıştır. Öncelik halkın bir an öce okuma yazma öğrenmesiydi. İlk etaplarda eğitmen konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Eğitmen açığını kapatmak için askerlik görevlerini yapanlardan okuma yazma bilenler eğitmen olarak görevlendirilmiştir. Eğitmen sorunu gidermek için daha sonra köy enstitülerinin temeli sayılabilecek Köy Öğretmen Okulları açılmıştır. Köy enstitülerinin kurulmasını sağlayan Atatürk’ün mirasının yeni nesillere aktarılmasında çok önemli görevleri olan Hasan Ali Yücel, Türk aydınlanma devriminin en önemli ayağını inşa etmiştir. Sakarya Savaşı sırasında Atatürk’ün düzenlediği Maarif Kongresine katılan 250 öğretmenden biri olan Hasan Ali yücel, Atatürk’ün gelecek nesilleri güvenle emanet edeceği bir öğretmendi. Uzun yıllar milli eğitim müfettişliği yaparak Anadolu’daki eğim sorunlarına yerinde tanık olmuştur. 1930 yılında bakanlıkça Fransa’ya gönderilen eğitim müfettişleri içerinde olan Yücel, modern eğitim sistemi hakkında geniş çaplı bilgi sahibi olmuştur. Hem müfettişliği nedeniyle Anadolu’yu karış karış karış gezen, hem de Avrupa’daki modern eğitim yapısı hakkında bilgi sahibi olan Yücel, filozofça bir seviyeye ulaşmıştır. 1931 yılında Mustafa Kemal’in bir toplantıda Türk milletinin nasıl kurtulacağını sorduğunda Hasan Ali Yücel, “Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacı duymazsa o zaman kurtulur.” diye cevap vererek Mustafa Kemal’in beğenisini kazanmıştır. 1932 yılında toplanan Türk Dil Kurultayı’nda dilin sadeleşmesi çalışmalarında önemli katkılar sunmuştur.

Atatürk’ün ölümünden sonra Milli Eğitim Bakanlığına Saffet Arıkan’dan sonra Hasan Ali Yücel getirilmiştir. Bakanlığındaki ilk icraatı 1939’da birinci eğitim şurasını toplamak olmuştur. Eğitim sorunlarına çözüm için geniş çaplı katılım sağlanan şurada önemli kararlar alınmıştır. Öğretmenler arasındaki iletişimi sağlamak için Tebliğler dergisi aynı yıl çıkmaya başlamıştır. Hasan Ali Yücel gelişmiş ülkelerin aydınlanma hareketlerinde önemli yeri bulunan dünya edebiyatı klasiklerinin Türkçe çevirilerinin yapılmasında oldukça aktif rol oynamıştır. Hatta birçok klasiği bizzat kendisi çevirmiştir. Böyle O’nun zamanında 496 eser Türkçe’ye çevrilmiştir. Hasan Ali Yücel’in eğitim hayatındaki en önemli başarısı hiç kuşkusuz köy enstitüleridir. Köy enstitüleri 17 Nisan 1940 yılında kabul edilen 3803 yasa ile kurulmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında halkın yüzde 80’den fazlası köylerde yaşıyordu. 40 bine yakın bulunan köylerin neredeyse hiçbirinde okul bulunmuyordu. Halkın büyük bölümünü okuma yazma bilmediği, temel sağlık bakımları konusunda oldukça bilgisiz olduğu, tarım teknikleri ve tarımsal üretim konusunda kara cahil olduğu bir dönemde köy enstitüleri, Türk köylüsünün makûs talihini değiştirmek amacıyla kurulmuştur. Köy çocuklarının yetiştirilmesi için, köyün içinden çıkan köyü ve sorunlarını bizzat yaşayarak bilen köy çocukları, köy enstitüleri ile kara yazgılarını değiştirecekti. 1940 yılından 1948 yılına kadar toplam 21 köy enstitüsü kurulmuştur. Bu enstitülerin o zaman zor şarlarında ne kadar heybetli yapılar olduğunu günümüzde kurulan tabela üniversiteleriyle kıyaslarsak daha iyi anlayabiliriz. İşte Türk Rönesanssının mabetleri olan 21 köy enstitüsü: Ad/Bulunduğu İl Kuruluş Tarihi 1946’ya Kadar Çalışan Müdürlerin Adı Akçadağ / Malatya 1940 Şinasi Tamer, Şerif Tekben Akpınar-Ladik/ Samsun 1940 Nurettin Biriz, Enver Kartekin Aksu / Antalya 1940 Talat Ersoy, Halil Öztürk Arifiye / Sakarya 1940 Süleyman Edip Balkır Beşikdüzü / Trabzon 1940 Hürrem Arman, Osman Ülküman Cılavuz / Kars 1940 Halit Ağanoğlu Çifteler / Eskişehir 1937 Remzi Özyürek, M. Rauf İnan, Osman Ülkümen Dicle / Diyarbakır 1944 Nazif Evren Düziçi / Adana 1940 Lütfi Dağlar Erciş / Van 1948 İbrahim Oymak Gölköy / Kastamonu 1939 Ali Doğan Toran Gönen / Isparta 1940 Ömer Uzgil Hasanoğlan / Ankara 1941 Lütfi Engin, Hürrem Arman, M. Rauf İnan İvriz / Konya 1941 Recep Gürel, İ. Safa Güner Kepirtepe / Kırklareli 1938 Nejat İdil, İhsan Kalabay Kızılçullu / İzmir 1937 Emin Soysal, Hamdi Akman, Talat Ersoy Ortaklar / Aydın 1944 Hayri Çakaloz Pamukpınar / Sivas 1941 Şinasi Tamer Pazarören / Kayseri 1940 Sabri Kolçak, Şevket Gedikoğlu Pulur / Erzurum 1942 Ahmet Korkut, Aydın Arıkök Savaştepe / Balıkesir 1940 Sıtkı Akkay Kaynak: http://koy-enstituleri.uzerine.com/index.jsp?objid=4929

Köy enstitülerinde sanattan edebiyata bilimden felsefeye, tarımda inşaata ve müzikten biçki dikişe karar köylünün ihtiyacı duyulan her bilgi öğretilmiştir. Oradan mezun olan her öğretmen köylünün bütün ihtiyaçlarına cevap verecek birikime ulaşıyordu. Türk aydınlaması için bulunmaz bir fırsat olan köy enstitüleri günlük siyasi kısır tartışmalara kurban gitmiştir. Sadece birkaç köy ağasının rahatsızlığından, Türkiye’nin bin yılını aydınlatacak muazzam yapılar heder edilmiştir. Üstüne bir de Hasan Ali Yücel’e acımasız bir biçimde haksız saldırılar yapılmış ve iftiralar atılmıştır. Ailesini ihmal etme pahasına Türkiye’nin aydınlanmasında canını ortaya koyan güzel gözlü Hasan Ali Yücel’i saygı minnet ve özlemle anarken büyük şair olan Can Yücel’in babasına yazdığı şiirle yazıma son veriyorum. BEN HAYATTA EN ÇOK BABAMI SEVDİM… Hayatta ben en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek- Nasıl koşarsa ardından bir devin O çapkın babamı ben öyle sevdim Bilmezdi ki oturduğumuz semti Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi! Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan bakardım nereye gitti Öyle öyle ezberledim gurbeti Sevinçten uçardım hasta oldum mu 40’ı geçerse ateş, ağrırlar İstanbul’a Bir helalleşmek ister elbet, diğ’mi, oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oyununu Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim Hayatta ben en çok babamı sevdim… şiire dair satırlar salt babaya özel ancak et,tırnaktan ayrılabilir mi hiç! bu duygu yüklü Can YÜCEL şiiri o ayrılmaz ikili canımız,kanımız ana_babalarımıza armağan olsun… ölmüşlerimizin ruhu şad olsun!

Dünyanın en önemli su geçiş yoları üzerinde bulunan İstanbul ve Çanakkale boğazı tarih boyunca devletlerarası ilişkilerde rekabet unsuru olarak önemini korumuştur. 15. Yüzyılın ortalarından itibaren İstanbul’un fethiyle başlayıp; Sinop, Trabzon ve Eflak- Boğdan’ın Türk egemenliğine geçmesiyle Karadeniz ve Marmara denizi bir iç deniz haline gelmişti. Karadeniz-Akdeniz arasında çok önemli bir geçiş alanı halinde bulunan boğazlarda tam bir Türk hâkimiyetinin başlamasıyla boğazlardan yabancı gemilerin geçişlerine izin verilmemiştir. Bu tarihten itibaren boğazlardan yabancı gemilerin geçişlerine kapalılığı sürekli bir kural haline getirilmişti. 16. yüzyıldan itibaren ilk önce 1536’da Fransa, 1579’da İngiltere ve 1598’de Hollanda’ya kapitülasyonların verilmesiyle boğazların yabancı gemilere kapalılığı ilkesi yumuşatılmıştır. Osmanlı devletinin güçlü olduğu dönemlerde verilen kapitülasyonlar Osmanlıya büyük faydalar sağlarken, Osmanlı’nın zayıfladığı dönemlerde kapitülasyonlar nedeniyle ilgili devletler boğazlar üzerinde baskı kurmaya başlamışlardır. 1699 Karlofça antlaşması ile Karadeniz’in statüsü değişmeye başlamıştır. Artık Ruslar, Karadeniz’e açılacak bir üst elde etmişlerdi. 1774 yılındaki Küçükkaynarca antlaşması sayesinde Ruslar, Karadeniz’de kendi gemileri ile ticaret yapmak ve ticaret gemilerini boğazlardan geçirmek hakkını elde etmişleridir. Bu durum Karadeniz ve boğazlardaki Türk egemenliği için bir dönüm noktasıdır. Ruslar, 1784’te Kırım’ı işgal ederek Karadeniz’e resmen yerleşmişlerdir. 1802 yılında Fransızlarla imzalanan Paris antlaşması ile Karadeniz’e Fransız gemilerinin girmelerine izin verilmiştir. İlk defa Karadeniz’e kıyısı olmayan bir devletin Karadeniz’e girme hakkının elde edilmesi boğazların uluslar arası bir statü kazanmasına neden olmuştur. 1829’daki Edirne antlaşması ile Ruslar, boğazlardan bütün devletlerin ticaret gemilerinin geçebileceğini Osmanlıya kabul ettirmiştir. Böylece boğazların kapalılığı ilkesi sona ermiştir. 1830 yılında Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanını bastırmakta zorlanan II. Mahmut, Ruslardan yardım istemiştir. II. Mahmut’un tarihe “denize düşen yılana sarılır.” sözüyle geçen meşhur sözü Osmanlı’nın çaresizliğinin bir göstergesidir. Bu fırsatı hemen değerlendiren Rus savaş gemileri hemen boğazlara demirlemiştir. 1833’de imzalanan Hünkâr İskelesi antlaşmasıyla Rus savaş gemileri boğazlardan geçme hakkını elde etmişlerdir. Böylece resmen boğazlar devletlerarası bir sorun haline gelmiştir. Akdeniz’de ve boğazlarda güçlü bir Rusya’nın çıkarlarına aykırı olduğunu gören diğer devletler boğazların statüsünü kendi çıkarlarına çevirmek için girişimde bulunmuşlardır. Bu girişimleri sonucunda 1841 yılında Londra Boğazlar antlaşması imzalanmıştır. İngiltere ve Fransa Hünkâr İskelesi antlaşması ile boğazların Rus savaş gemilerine açılmasından rahatsız olmuşlardır. Rusya’ya baskı yaparak bu antlaşmanın uygulanmasına izin vermemişlerdir. Antlaşması süresinin sekiz yıl sonra dolması üzerine hemen 1841’de Londra’da boğazlar ile ilgili bir konferans toplanmıştır. İlginçtir ki, konferansa sınırı olmamasına rağmen Avusturya ve Prusya da katılmıştır. Londra konferansının amacı boğazları Osmanlı ve Rus egemenliğinden çıkarıp Avrupalı devletlerin egemenliğine vermektir. Londra antlaşmasıyla boğazların koruyuculuğu beş devlete verilmişti. Bu durum boğazlarda yetkinin beş devlete verilmesi anlamına geliyordu ki, Osmanlı devleti boğazlar üzerindeki egemenliğini ciddi derecede kaybetmişti. Avrupalı devletler Londra antlaşması ile Rusların sıcak denizlere inme hayalini engellemişlerdir. Osmanlı devletinin devletlerarası rekabetten yaralanıp usta bir diplomasi ile varlığını sürdürdüğü iddiasının ne kadar geçersiz bir iddia olduğunu Londra boğazlar antlaşması göstermektedir. Osmanlı’nın varlığını sürdürmesi büyük devletlerin paylaşım sorunundan kaynaklanan bir durumdur. İlerleyen dönemlerde Rusya boğazların statüsünü kendi lehine çevirip savaş gemilerini boğazlardan geçirme girişimleri, İngiltere’nin karşı çıkmasıyla engellenmiştir. Birinci dünya savaşının çıkmasından hemen sonra Rusya’da Bolşevik ihtilalı meydana gelmiştir. İtilaf devletlerinden olan İngiltere ve Fransa bir an önce Ruslara yardım edip Çarlık Rusya’sının yönetimde kalıp kendi yanlarında savaşı sürdürme istekleri nedeniyle boğazları aşıp Rusya’ya yardım etmeye karar verdiler. 1915’de Çanakkale savaşı olarak anılan bu savaşta İngiltere ve Fransa çok ağır bir yenilgi almıştır. Böylece boğazları aşıp Rusya’ya yardım etme girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Bunu takip eden dönemlerde Osmanlı devletinin birinci dünya savaşında yenik sayılmasıyla İngilizler İstanbul’u 1918’de işgal ederek boğazlardaki hâkimiyeti ele geçirmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde başlatılan kurtuluş savaşı ile Anadolu’da Türk egemenliği tekrar sağalmıştır. Ardından 1922’de İmzalanan Mudanya ateşkes antlaşması ile İngilizler boğazlar ve İstanbul’dan çekilmişlerdir. Boğazlardaki işgalin sona ermesine rağmen büyük devletlerin boğazlar üzerindeki talepleri sona ermemiştir. Kurtuluş savaşı sonrası imzalanan Lozan antlaşmasında boğazlar meselesi Türkler lehine tam olarak çözümlenememiştir. 24 Temmuz 1923’de Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Rusya ve Yugoslovya arasında “Boğazlar Sözleşmesi” yapılmıştı. Buna göre Çanakkale Boğazı’nın dğu ve batısında 20 kilometrelik bir alan ile İstanbul Boğazı’nın doğu ve batısında 15 kilometrelik alan ve Marmara denizindeki adalar askersiz hale getirilmiştir. Bu bölgelere askes yığma yasaklanmıştı. Bu bölgenin güvenliği Milletler Cemiyetine verilmişti. Bu statünün yürütülmesi için Türkiye başkanlığında ilgili devletlerden oluşan “Boğazlar komisyonu” kurulmuştu. Boğazlardaki komisyonun devam etmesinin karalaştırıldığı anlaşmayı Türkiye içine sindirememiştir. Türkiye, boğazlar üzerindeki egemenliğini sınırlayan bu sözleşmeyi o günün koşullarında kabul etmek zorunda kalmıştı. İlk bulduğu fırsatta boğazlardaki statünün değiştirilmesi için girişimde bulunacaktır. Türkiye’nin beklediği fırsat II. Dünya savaşı arifesinde gelmiştir. Türkiye, boğazlardaki komisyona bağlı olarak oluşan statüyü değiştirmek için Londra’da 24 Mart 1933’de toplanan “Silahların Azaltılması ve Sınırlandırılması Konferansında” dile getirmiş ama bir sonuç alamamıştır. Almanya’nın Versay antlaşmasını tanımadığını açıklaması üzerine Milletler Cemiyeti Konseyi, 17 Nisan 1935’de olağanüstü gündemle toplanmıştır. Türk Dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, Türkiye’nin boğazların statüsünü değiştirmek isteğini dile getirmiştir. Akdeniz ve Avrupa’da Almanya ve İtalya kaynaklı bunalımlar Türkiye’nin haklılığını ortaya koymuştur. Bunun üzerine Türkiye, 10 Nisan 1936’da, Lozan antlaşmasında oluşturulan Boğazlar Sözleşmesi’nde imzası bulunan devletlere nota göndererek, Sözleşmenin 18. Maddesindeki boğazların çevresinin silahsızlandırılması hükmünün artık geçerliliğinin yitirdiğini dile getirerek bu maddenin kaldırılması gerektiğini belirtti. Türkiye’nin bu çağrısına başta İngiltere olmak üzere diğer üye devletler olumlu cevap verdi. İtalya dışında devletlerin olumlu karşılamaları üzerine Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirmek üzere 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö kentinde bir konferans toplandı. Bu konferansa Türkiye, Avustralya, İngiltere, Bulgaristan, Fransa, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya katıldı. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile boğazlarda Türk egemenliğini esas alan bir düzenleme yapılmıştır. Lozan’da kurulan Boğazlar komisyonu kaldırılmıştır. Boğazlar çevresinde askersiz bölge kararından vazgeçilmiştir. Türk askerlerinin boğazları kontrol edeceği kabul edilmiştir. Boğazlardan geçen yabancı ticaret ve savaş gemilerinin durumu Türkiye’nin siyasi durumu ve idaresine bağlanmıştır. Bu siyasi durumlar; barış hali, yakın savaş tehlikesi, savaş hali ve Türkiye’nin girmediği savaş hali olmak üzere dört bölüme ayrılmıştır. Böylece Türkiye boğazlardaki egemenliğini sınırlayan durumları usta diplomasisi sayesinde ortadan kaldırmıştır. Boğazlardan ticaret gemilerinin Montrö’ye göre serbest geçiş hakları belli bir süre sonra deniz trafiğine ve boğazları güvenliğine zarar vermeye başlamıştı. Türkiye, bu sorunu halletmek için 1 Eylül 1993’de Montrö çerçevesinde yeni “Boğazlar ve Marmara Denizi Trafik Düzenleme Tüzüğünü hazırladığını açıkladı. 1994 yılında Türkiye bir nota vererek Montrö’de boğazlarda ticaret gemilerinin sınırsız geçiş hakkı maddelerinin uygulamamasını istedi. Rusya’nın bütün itirazlarına rağmen Türkiye, boğazlarda ve Marmara Denizi’nde seyir, can, mal ve çevre düzenlemesini öngören “Boğazlar Tüzüğü”nü 1 Temmuz 1994’de uygulamaya koydu. Böylece boğazlarda yeni bir kazanım daha elde eden Türkiye, boğazlardaki tıkanıklığın aşılmasını ve güvenli geçişlerin sağlanması hakkını kazandı. Günümüzde Montrö sözleşmesinin yetersizliği ya da boğazların geçişlere ihtiyaç vermediği gibi bir takım tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışmaları çıkaranlara 1994 yılında uygulanmaya başlayan “Boğazlar Tüzüğü”nü hatırlatmakta yarar vardır.

Temeli kurtuluş savaşına dayanan Türkiye Cumhuriyeti, her alanda çok önemli dönüşümlerin ve gelişimlerin olduğu bir süreçtir. Gerek cumhuriyete gidilen yol, gerekse de cumhuriyet sonrasında gerçekleşen olaylar, cumhuriyet dönemi kazanımlarının mucizevî kazanımlar olduğunu göstermektedir.

Osmanlı Devletinin yüzyıllara varan açlık, sefalet, savaş ve yıkım dönemi Anadolu’nun işgali ile sonlanmıştı. Avrupa karşısında iyice güç kaybeden Osmanlı ekonomisi, kapitülasyonlar, sarayın yaptığı şatafata dayalı gereksiz harcamalar, uzun süren savaşlar ve dışarıdan alınan borçlar nedeniyle 18. Yüzyılın sonlarına doğru iflas etmiştir. 1854 yılında ilk defa dışarıdan borç alan Osmanlı Devleti, 1865 yılına geldiğinde dış borçların yıllık ödemelerini de borç alarak ödeyebilmiştir. 1875 yılında devletin geliri aynı yıl ödenecek borçlardan daha azdı. Böylece devletin ödemesi gereken borçları 4 milyon liralık bölümü karşılıksız kalıyordu. Sonuçta devlet, 6 Ekin 1875’de iflasını açıklamıştır. 1881’de yayımlanan Muharrem kararnamesi ile alacaklı devletlerin Osmanlı Devleti’ni haczetmesi anlamına gelen Duyun-ı Umumiye (Genel borçlar idaresi) kurulmuştur. Bu idare Osmanlı Devleti gelirlerinin %20’sini yönetecek yetkiyi elde etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Türkiye’nin sırtındaki en büyük kamburlardan biri Duyun-ı Umumiye idaresi olmuştur. Bu idare resmen 1928’de kapatılmıştır. 1930-1954 döneminde Osmanlı’dan devralınan bütün borçlar ödenmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti kanla-irfanla kurulmuştur. Kurtuluş savaşı kan dökme pahasına yapılırken, Cumhuriyet irfanla ilan edilmiştir. Cumhuriyetin sağlam temellere oturması en başta ekonomi ayağının sağlam olmasıyla mümkün olmuştur. Dünyada bu denli harabe üzerine kurulu bir devletin, bırakın ekonomik büyümeyi gerçekleştirmesi, yaşaması bile pek görülen bir durum değildir. Büyük savaşta işgal edilmiş ve harabeye dönmüş, savaş sonrasında büyük ekonomik altılımlar gerçekleştirmiş devletler vardır. Ancak Türkiye gibi yüzyıllar süren yokluk, cahillik ve savaşların pençesinde boğulmuş bir devletin örneği yoktur. Türkiye’nin kurtuluş savaşı sonrası yaptıklarına mucize demek çok yerinde olacaktır.

Kurtuluş savaşı sırasında verilen ekonomik mücadele de destansı bir mücadelededir. Yurdun önemli kısımlarının işgal edilmiş olması, çalışma çağında olanların önemli bir kısmının askerde olması ve TBMM’ye karşı isyanlar nedeniyle yer yer otoritenin sarsılmış olması ekonomik anlamda ciddi sıkıntılar doğurmuştur. Buna rağmen çok başarılı bir savaş ekonomisi sürdürülmüştür. Cephe gerisinde üretim faaliyetlerinin sürdürülmesi ve ticari faaliyetlerin yerine getirilmesi güvence altına alınmıştır. Herhangi bir gasp ya da yağma harekenin önüne geçilmiştir. Halktan istenen fedakârlıklara en başta Mustafa Kemal de uymuş ve en temel ihtiyaçlarını bile çok kısıtlı imkânlardan temin etmiştir. Askerin ihtiyaçları Tekâlif-i Milli emirlerine göre çok kolay yerine getirilmiştir. Milli mücadele için verilen ekonomik mücadele de amacına ulaşmıştır. Hatta milli mücadele döneminde alınan sıkı tedbirlerle Milli mücadele sonrasına biraz para bile kalmıştır. Kurtuluş savaşı sonrasında ülkenin imarında bu para kullanılmıştır.

Kurtuluş savaşı sonrası ülkenin durumu içler acısı bir haldeydi. Buna göre doktor sayımız 337, sağlık memuru sayısı 434’dü. 150 kadar ilçede doktor yoktu. Pek az şehirde eczane vardı. Salgın hastalıklar almış başını gitmişti. Bit bile çok ciddi bir sorundu. Nüfusun yüzde seksenine yakının yaşadığı kırsal bölgelerde diplomalı ebe sayımız sadece136 idi. Ülke genelinde 60 eczacı vardı ve bunların sadece sekizi Türk’tü. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtma, üç milyon kişi trahomlu. Bebek ölüm oranı yüzde 40’ın üstündeydi. Anne ölüm oranı yüzde 18, Ortalama yaşam süresi de 40 yaş civarındaydı. Nüfusun yüzde kırkından fazlası hasta olan geri kalan kısmı da oldukça sağlıksız bir hayat şartlarına sahip olan nüfustu. Un, şeker ve pamuk üretimi yerli ihtiyacın çok gerisindeydi. Şekeri sadece çok varlıklı kimseler tüketebiliyordu.

Sanayi diye nitelendirilen işletmelerin devlete ait olan kısmı %10’a bile ulaşmıyordu. Sanayi kesimindeki sermayenin de %85’i yabancıların elineydi. Dört mevsim kullanabileceğimiz yol yok denecek kadar azdı. Deniz ve demiryolları işletmelerinin neredeyse tamamı yabancıların elindeydi.

Yukarda verilen oldukça vahim göstergeler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılı olan 1923’e aittir. Şimdiki durumumuzla bile kıyaslandığında ne büyük bir ekonomik altılım yaptığımız daha iyi anlayabiliriz.

Türkiye’nin bu enkazdan derhal kurulması için ekonomi alanında milli bir seferberlik yapıldığını görebiliriz. İlk olarak 17 Şubat-4 Mart tarihleri arasında Türkiye İktisat Kongresi toplanmıştır. İzmir İktisat Kongresi olarak da adlandırılan bu kongreye çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi temsilciliklerinden oluşan toplam 1135 kişi katılmıştır. Türkiye’nin ekonomisinde söz sahibi olan kişiler, ekonomik olarak ülkenin kurtuluş reçetesini ortaya çıkarmışlardır. Böylece %100 Milli ekonomi modeli oluşturulmuştur.

Devletin en büyük gelirlerinden olan ve çiftçilerden alınan aşar vergisi 1925 yılında kaldırılmıştır. Böylece tarımdan elde edilen gelir %33’den %10’a düşürülmüştür. Çok büyük ekonomik sıkıntılar içerisinde olan devletin vergi indirimine gitmesi hiç alışıldık bir durum değildir. Yani kemeri devlet sıkarak vatandaşı rahatlatmışlardır. Buna ilave olarak Ziraat Bankası’ndan çiftçilerin yaralanma durumlarında kolaylık sağlanmıştır. Böylece 1927’de bankanın çiftçilere verdiği kredi miktarı 17 milyon lira iken 1930’da verilen kredilerin toplamı 30 milyon liraya çıkmıştır. 1924’den itibaren kurulan tarım kooperatifleri ile çiftçilere destek sağlanmıştır. 1929 yılında dünyada meydana gelen ekonomik krizden köylümüzü korumak için 1932 yılında “Buğday Koruma Kanunu” çıkarılmıştır. Böylece 1930’da 5 milyon ton civarında olan buğday üretimi 9 milyon tona çıkarılmıştır.

5 Nisan 1925’de çıkarılan Şeker Kanunu ile şeker fabrikalarının kurulmasına izin verilmiştir. Böylece 1926’da Alpullu ve Uşak şeker fabrikaları, 1933’de Eskişehir, 1934’de Turhal şeker fabrikaları kurulmuştur. İlerleyen yıllarda şeker pancarı üretimi olan pek çok ilde şeker fabrikası kurulmuştur.

Günümüzde çok sık duyduğumuz yerli ve milli üretimi sağlamak için 15 Mayıs 1927’de Teşvik-i Sanayi kanunu çıkarılmıştır. Bu kanundan 435 kuruluş yaralanmıştır. Böylece yerli üretimde ciddi artışlar olmuştur. Buna bağlı olarak birçoğu halen üretime devam etmekte olan 46 büyük ölçekli fabrika kurumuştur. Bu fabrikalar içerisinde şeker fabrikaları, dokuma fabrikaları, kâğıt fabrikaları, çimento fabrikaları, çelik fabrikaları, sigara fabrikaları en önemli işletmemeler arasındadır.

Bütün bu fabrikalar sayesinde Türkiye’de 1929-1938 arasında ağır sanayi üretimi %152, toplam sanayi üretimi ise %80 arıtmıştır. Şeker üretimi ise 200 kat artmıştır. Tekstil üretimi ülke ihtiyacının %80’nini karşılar duruma gelmiştir. Özel sektörde üretilen ürün değeri 1927’de 15 milyon lira iken 1932 yılında 154 milyon liraya çıkmıştır.

Ekonomik verilere baktığımızda sadece Atatürk döneminde ticaret açığı vermediğimiz görürüz. Bu kadar sınırlı kaynaklarla böylesi mucizevî kalkınma Atatürk’ün dehası ve vatanseverliği sayesinde mümkün olabilmiştir. Ebedi önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün bizim için bir kurtarıcı olmasından çok daha öte bir anlamı olduğunu kavramımız gerekmektedir.

Yararlanılan kaynaklar:

  1. Turgut Özakman: Cumhuriyet 2
  2. Ahmet Necip Günaydın: Osmanlıdan Cumhuriyete Ekonomik Değişim
  3. Sinan Meydan: Akl-ı Kemal 1-2
  4. Nazmi Kal: Atatürk’ün Diktiği Ağaçlar
  5. Yılmaz Özdil: Mustafa Kemal
  6. Yalın İstenç Kökütürk: Osman Gazi’den Atatürk’e

*sechaber.com

Dünyanın en köklü milletlerinden olan Türkler, gerek devlet yönetme biçimleri gerek de sosyal ve kültürel anlamda Dünya tarihine yön verecek büyük atılımlar içerisinde olmuştur. Kültürün maddi unsurlarından olan yapıtaşları Türk kültür ve medeniyetinin tarihsel serüvenlerini günümüze taşımışlardır.
Köklü Türk tarihinde dünyaya yön veren pek çok lider bulmak mümkündür. Bu liderleri yaptığı işlerle anıtlaştırmak için kurgan denilen Türklere özgü mezarlar mevcut olmuştur. Kurganlarda liderin hayat hikâyelerini bulmak mümkündür. Bir liderin hayatta en çok değer verdiği eşyaları, yaptığı savaşları simgeleyen yapıtları ve milletine verdiği mesajları kurganlarda bulmak mümkündür. Bu nedenle de Türklerin ölümsüz lideri Atatürk’ün kabri kurgan mantığına göre inşa edilmiştir.
Anıtkabir’in bir tepede yapılması, kişisel eşyalarının olduğu müze, balbal nitelikli kolonatlar, ağaç tabut, tabutlu defin, bayrak direği, at, kartal ve kılıç figürlü kabartmalar, mezar odası ile irtibatlı merdiven, mezar odasındaki kırmızı mezar taşı gibi somut sembolik uygulamalar Anıtkabir’in kurgan olduğunu göstermektedir.
Araştırmacı yazar Seyit Ali ERGEÇ ve mimar oğlu Taha Sergen ERGEÇ’in kaleme aldığı Anıtkabir’in Şifresi kitabı, Anıtkabirle ilgili yazılan en derli toplu bir kitap niteliğindedir. Bu eseri diğerlerinden farklı kılan şey, ilk defa bu eserde Anıtkabir’in antik dönemlerle güçlü bağlarının kurulmasıdır. Pek çok antik dönem eserinde olduğu gibi Anıtkabir’deki gizemli mesajlar binlerce yıl sonrasına ışık tutacak niteliktedir.
Atatürk’ün Maya medeniyetine özel önem verdiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Anıtkabir’in yapımında bazı sayılara sıklıkla rastlanılmaktadır. Bu sayılar Maya medeniyetinin geliştirdiği uzay ve takvimle ilişkili olan 29.5, 52, 63, 72, 104, 144, 3744 ve 1366560 gibi sayılardır. Ayrıca büyük çoğunluğu Selçuklu yapılarda görülen gülbezekler, sekiz terkli kabara, kuş evleri, taş oluklar, mukarnas çatı saçakları, halı vekilim motifleri, kemer bağlantıları, mozaik alınlıkları, tonozlar, galeriler, kule çatılarındaki mızrak ucu, 12 meşale, iki katlı ve sekiz köşeli kabir odası, revaklar ve avlu tipi tören alanı gibi unsurlara Anıtkabir’de rastlamak mümkündür.
Anıtkabir her yönüyle Atatürk’ün izlerinin simgeleştiği bir yapıt haline gelmiştir. Bir insan hayatının resmedildiği bu derece büyük ve güzel yapıya başka bir yerde rastlamak mümkün değildir. Türk tarihinin binlerce yıllık evrimini Atatürk kişiliğinde harmanlayarak, geçmişle geleceğin bağlantısını Anıtkabir’de bulabilirsiniz.
Osmanlı devletinin en çok eleştirilen yönlerinden birisi, Türklerin azınlıklar kadar başarılı eserler veremediğidir. Osmanlının en başarılı mimarı bile devşirmedir. Bu konu dile getirildiğinde Osmanlı savunucuları, Türklerin yerleşik hayata geçmediği ve bu nedenle de mimarinin Türker’de gelişemediğini dile getirirler. Hâlbuki Cumhuriyet’le beraber Türklere her alanda fırsat verilmiştir. Azınlıkların Türkler üzerindeki baskısı ve ezici üstünlüğü Cumhuriyet’le ortadan kalkınca Türkler de Anıtkabir gibi muhteşem bir eser ortaya çıkarmıştır. Günümüzün moda tabiriyle Anıtkabir tamamen yerli ve millî bir eserdir. Bu eserin ortaya çıkarılmasında, mimar Emin ONAT, mimar Orhan ARDA, heykeltıraş Hüseyin Özkan ANKA, heykeltıraş Zühtü MÜRÜDOĞLU, heykeltıraş İlhan KOMAN, heykeltıraş Nusret SUMAN, heykeltıraş Kenan Ali YONTUNÇ, heykeltıraş Hakkı ATAMUTLU, hattat Emin BARIN, sahne tasarımcısı Tarık LEVENDĞLU, inşaat mühendisi Sabiha Rıfat GÜRYAMAN, müze koordinatörü Mehmet ÖZEL, ressam Turan EROL, ressam Aydın ERKMEN gibi pek çok değerli sanatçımız görev almıştır. Anıtkabir’in mimarisi Atatürk’ü en iyi tanıyanlardan Afet İNAN’ın belirlediği esaslara göre şekillenmiştir. Anıtkabir’de bulanan tarihi derinlik Afet İNAN’ın büyük bir tarihçi olduğunu kanıtlamaktadır. Kitabın yazarlarından ve aynı zamanda da mimar olan Taha Sergen ERGEÇ, Anıtkabir’in baş mimarı Emin ONAT’ın en büyük hayranlarından biridir. Kendisine mimarlık hayatında başarılar dileriz.
Anıtkabir’in planı ve yapıldığı yer tamamen Türk tarihinde önemli yeri olan kurgan mantığına göre belirlenmiştir. Anıtkabir’in bulunduğu yer olan Rasattepe eski bir Frig yerleşkesidir. Anıttepe’nin yükseltisi 907 metredir. Atatürk’ün kabrinin bulunduğu yer ise 905 metredir. Yani Atatürk’ün ölüm saati olan 9:05 ile 905 metre arasında bir bağ kurabiliriz.
Anıtkabir’e Aslanlı Yol denilen doğu yönünden girilmektedir. Yürüyüş yolunda asimetrik döşenmiş, döşeme aralıkları 5 santimetre olan taş döşeme yapılmıştır. Bu uygulama ziyaretçiyi başı önde yürümeye zorunlu kılmaktadır. Aslanlı Yol’a yüksekliği 4 metre olan 26 basamaklı bir merdiven ile çıkılmaktadır. 26 sayısı sembolik olarak 26 Ağustos’taki Büyük taarruza ithaf edilmiştir. 26 basamaklı merdiven 14 ve 12 basamak şeklinde bir sahanlıkla iki bölüme ayrılmıştır. Merdivenlerden sonraki 5 basamak ise 26 Ağustostan 5 gün sonra Yunan ordusunun bozguna uğradığını simgeler. Bir de merdiven yüksekliği 4 metre ile 26 basamak sayısını çarptığımızda 104 sayısı karşımıza çıkmaktadır. 104 sayısı Maya takviminde sık geçen bir sayı olup bir asrı ifade etmektedir.
Aslanlı Yol’da aslanlar arasındaki mesafe 28.60 metredir. Bu bölümün alanı ise 366 metrekaredir. Bu sayı da güneş takviminde yaşadığımız dört yılda meydana gelen bir artık yıl olan sayıdır. Aslanlı Yol’da 12 sağda, 12 de solda olmak üzere toplam 24 aslan heykeli vardır. Bu 24 heykel 24 Oğuz boyunu temsil etmektedir.
Aslanlı Yol bitiminde Tören Meydanı’na ulaşılmaktadır. Tören meydanı, TBMM ve Ankara Kalesi’nin kesiştiği aks üzerindedir. TBMM Genel kurul binasının Mozoleye uzaklığı 1920 metredir. 1920 aynı zamanda TBMM’nin kuruluş tarihidir. Mozolenin konumu mükemmel seçilmiştir. Anıtkabir inşaatının temel atma töreni 1944 yılında yapılmıştır. Bu nedenle mozolenin büyük sütunlarının yüksekliği 19,44 metre olarak belirlenmiştir. Atatürk’ün boyu 1.73 metredir. Bu sayıyı 19,44 ile çarptığımızda bize 33 metre yükseklikte olan bayrak direğinin yüksekliğini vermektedir.
Tören alanında mozoleye 42 basamaklı merdivenden çıkılmaktadır. Atatürk 42 yaşında Cumhuriyeti ilan etmiştir. 42 sayısını bir Maya asrı olan 104 ile çarptığımızda tören meydanındaki 373 kilim desenli anlanın ölçüsü olan 4368 sayısını vermektedir. Bayrak direğinin yükseltisini Atatürk’ün boyunun yüksekliğine böldüğümüzde 19,38 sayısı çıkmaktadır. Bu sayı Atatürk’ün ölüm tarihi olan 1938’i göstermektedir.
Anıtkabir’de Orhun abidelerinin izlerini de görmek mümkündür. Anıtkabir’in dış cephesinde Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ve Onuncu Yıl Nutku’nun bulunması Orhun yazıtlarından esinlenildiğini göstermektedir. Şeref salonu yer döşemlerinde, tavan ve iç kolon süslemelerinde çok sayıda ok, yay, yaba, koçbaşı, koçboynuzu, bukağı, bereket ve kurtağzı motifleri Hun ve Göktürk kurganlarındaki motiflerin aynısıdır.
Mozole kaide planının uzun kenarı 72 metre ve kısa kenarı 52 metredir. Böylece alanı 3744 metrekare ediyor. 3744 sayısı Maya takviminde 365 ile çapılarak 1366560 sayısı elde edilmektedir. Maya takvimine göre bu Güneş kendi yörüngesi etrafında 3744 yılda ya da 1366560 günde dönmektedir.
Şeref salonu ölçüleri 32-60 metre ölçülerindedir. Böylece alanı 1920 metrekare etmektedir. Yani TBMM’nin kuruluş yılı elde edilmektedir. Anıt dış kolonat sayısı 40, köşe kolonat sayısı 4 ve giriş kolonat sayısı 4’dür. Bunların toplamı 48 eder. 48’in karesi alınırsa 2304 eder. Bu sayıyı 23-04 şeklinde okursak 23 Nisan’ı buluruz.
Araştırmacı yazar Seyit Ali ERGEÇ ve mimar oğlu Taha Sergen ERGEÇ’in kaleme aldığı Anıtkabir’in Şifresi kitabında Anıtkabirle ilgili burada belirtemediğim onlarca gizemi bulacaksınız. Akıcı, açık dili ile karmaşık konular bile kolay anlaşılır hale getirilmiştir. Kitapta Anıtkabir’le ilgili ilk defa göreceğiniz görsel bir şölenle karşılaşacaksınız. Ayrıca sayılar ve semboller çoğu yerde formüle edilerek daha akıcı bir anlatıma kavuşmuştur.
Anıtkabir’e defalarca giden biri olarak Anıtkabir’in şifresi kitabını okuduktan sonra oraya tekrar gitmem gerektiğini anladım. Tabi ki, yanımda Anıtkabir’in şifresi kitabı olmak kaydıyla…

Bir zaman girdabı içinde savrulmak ne demek? Zamanın birbirine geçmiş formları arasında sürekli geçmişle gelecek arasında bir döngünün içerisinde gidip gelmek, anlamsız tesadüflerin anlam kazanmasını sağlayabilir. Bugün yaşanılanların geçmişte oluşturulan bir plana göre şekillenmesi ve geleceğinden bugünden bilinmesi bizleri aslında çıkmazlara sürüklemektedir.
Kadim bilgilerle şekillenen gerçek ve derin bilim, ana akım bilimle gerçekler hayal dünyasına itilerek geçmişin gizemli çalışmaları efsaneler olarak anılmaktadır. Bu nedenle gerçek aydınlanma geçmişte üzeri örtünen ışığın geleceğimizi aydınlatmasına izin vermekle mümkün olabilir.

Bu güne kadar yaptığı sayısız çalışma ile kendini geçmişin aydınlatılmasına adayan Gök Türk, yeni bir eserle okuyucusuna keyifli ve zor bir yol sunmaktadır. Anlatımın akıcığı ve ilginç konulara değinmesi okuru keyifli bir şekilde kitabın için çekerken, gerçeklerle yüzleşmenin getirdiği sorumluluk okuyucu bazen, zor içinden çıkılmaz yollara sürüklemektedir. Aslında her şeyin sarmal bir simülasyonla yönlendirildiği gerçeği insanın bağımız iradeye sahip olma tutkusunu derinden etkileyebilecek bir çıkmaza götürmektedir. 1999 yılında dünyada çok büyük yankı uyandıran ve halen günümüzde de konuşulan THE MATRİX filminde bir sahnede insan kurgusal simülasyona bağımlılığı söyle dile getirilişti: Filimin kahramanı Neo’ya “Kadere inanıyor musun?” Diye bir soru sorulduğunda Neo “Hayır” diyor. Peki, neden inanmadığı sorulduğunda, “İnsanın kendi yaşantısını kontrol edemeyeceği gerçeğinden nefret ediyorum.” diye bir cevaplıyordu Neo. Aslında aklıyla hareket eden herkesin en büyük kaygısı iradesi dışında bir şeylerin kendilerini yönlendirilmeleridir. Girdiğimiz bir sarmalın içerisinde yaptığımız her reddediş başka bir sarmalla yeni bir yönlendirilme alanı olarak karşımıza çıkarıyor. Peki, neden böyle bir açmazın içerisindeyiz diye düşünüp çaresiz kaldığımızda imdadımıza Gök Türk yetişiyor ve bize, bizi bizden daha iyi bilen bir sitem tarafından yönlendirildiğimizi; bu yönlendirilmelerin bizlere çok büyük katkılarının olduğunu anlatıyor.

Gök Türk’ün Türkiye’de birçok bakımdan ilk sayılabilecek bu üçüncü kitabı, benzer şekilde ilk iki romanındaki anlatılar üzerene kurulu bir eserdir. Eğer Gök Türk’ün ikili romanı olan Amon Ra ve Anunnakiler’le teması okuduysanız, son kitabı olan Sümer’in Göksel Ataları Anunnakiler’i okuduktan sonra iki romanını da tekrar okumanızı tavsiye ederim. Çünkü bu kitabı okuduktan sonra, okuyacağınız iki roman sizde daha farklı bir etki yapacaktır.

Gök Türk’ün son kitabı birçok yerleşik kalıbı ya da ana akım bilimi neredeyse yerle bir edecektir. Yazar birçok konuya ezber bozar biçimde çok cesurca değinmiştir. Kitap genelde yeni bir çağa girişten bahsetmektedir. Yeniçağa girerken birçok şeyin değişeceğini insanlığın başka bir evreye geçeceği sıklıkla dile getirilmektedir. Harrrari’nin Homo Deus kitabında belirtmeye çalıştığı Homo Sapiens sınıfının daha üstünde bir insan sınıfının oluşacağını Gök Türk, ayağı yere daha sağlam basan delillerle anlatmaya çalışmıştır. Bu denenle yazar kitabı için “Bilgisinden çok emin olan okur için bu çalışma bir anlam taşımayacaktır.” demektedir. Yani ana akım bilgi ve inançla donatılmış kişiler kendilerini Gök Türk’ün müjdelediği değişim evresinde bulamayacaklardır.

Değişim tartışmasız bir şekilde gereçleşecektir. Kitapta dünyanın nasıl değişime hazırlandığı, özellikle son 500 yıllık dönemde adım adım değişime nasıl gidildiği bazen okuyucu dehşete düşüren ifadelerle, bazen de tartışma götürmez örneklerle anlatılmıştır. Ancak günümüzde değişim çok daha fazla hissedilir olmuş ve insanlık yavaş yavaş değişime alıştırılmaya başlanmıştır. Gerek sezgisel yollardan gerekse doğrudan değişimin ayak seslerini duymaktayız.

Bir kurgu düzeni içinde işleyen hayatımızda, kurguyu değiştirecek gücümüz yok ama kurguyu anlayacak kapasitemiz vardır. Bu kapasiteyi adeta bir mehdi misyonuyla anlatmaya çalışan Göktürk, okurlarını değişime hazırlanmaya bilimsel verilerle davet etmektedir. Var olanı sonlandırmaksızın var olanın varlığını anlamlandırmak üzerine kurulu bu kitap, içinden çıkamadığımız bir kurguda yönümüzü bulmamızı sağlayacaktır. Günlük hayatta karşılaştığımız tuhaflıkların değişimin ayak sesleri olduğunu anlayabiliriz. Düşünen ve sorgulaya bir birey için aslında daha da büyük ipuçları vardır. Gök Türk bu ipuçlarında büyük bir urgana çevirerek düşüncelerimiz önündeki ketleri bir bir aşmamızı sağlıyor.

Dünyanın 450 bin yıl önce dünya dışı gelişmiş bireyler tarafından şekillendirildiği artık tartışma götürmez gerçektir. Bu etkiyi yapanların Niburu (Planet X) gezegenlerinden gelenler olduğunu araştırmacı yazar Görk Türk sayesinde artık hemen hemen herkes bilmektedir. İnsanlığın bugünkü seviyeye gelmesini Niburu gezegeninden gelen Anunnakiler sağlamıştır. Kendi gezegenleri için insanlardan yararlanan Niburular insanları hem genetik olarak, hem de sosyal ve kültürel olarak geliştirmişleridir.

Günümüzden 10500 yıl önce Anunnunakiler Piramit savaşıyla iki klan olarak kümelenmişlerdi. 4000 yıl önce aralarındaki gerilimleri bitirerek bir antlaşmaya varmışlardı. Artık dünya yönetimi klanlar arasında el değiştirecek ve göksel sistemin presesyon evreleri klanların yönetim süreleri ve sıralarını belirleyecekti. 12 takımyıldızı ve 2160 yıllık sürelerle klanlar arasında yönetim paylaşımı yapılmıştı. Enlil’in göksel Boğası’ndan sora sırayı Enki klanından Marduk’un Koç çağı başlamıştı. Hemen ardından Enlil klanından Sin, Balık çağının lideri olmuş ve günümüze kadar Onikiler konseyinin liderliğini yaparak dünyayı yönetmişitr. Ve artık bilim ve teknolojinin haki olacağı Enki’nin Kova çağına girmek üzereyiz. Son 500 yılda meydana gelen bilimsel ve siyasal gelişmeler Kova çağına giriş hazırlıkları olarak değerlendirilmelidir.

Gök Türk’ün kitabı bizi Kova çağına hazırlayan bir uyum kitabıdır. Yazarın kitabında Enki’ye ayrı bir önem atfetmesi beni çok etkilemiştir. Enki’nin bilimsel gelişmelere ve insan haklarına duyduğu ilgi ve saygı beni, bu geçiş dönemiyle Osmanlı’dan modern Türkiye’nin kurulduğu geçiş dönemi arasında bir bağlantı yapmama sebep oldu. Osmanlı devletinin yönetim anlayışı tamamen Sin’in oluşturduğu yönetim anlayışı gibi teokratik ve monarşik bir yapıda olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti ise Ulu Önder Atatürk’ün öncülüğünde ulusal egemenliğe dayalı aklı ve bilimi esas alan seküler bir devlettir. Yani Atatürk’le Enki arasında Gök Türk’ün kitabında bahsedilen konulara dayanarak inanılmaz benzerlikler kurdum. Buradan bir değerlendirme yaparsak, acaba Enki’nin Kova çağına girişin en büyük göstergesi Atatürk mü? diye bir soru sormak istiyorum. Şuna inanıyorum ki gelecek dönemin en sevilen ve sözlerine en çok itibar edilen lideri Atatürk olacaktır. Yani Kova çağı bir bakıma Atatürk’ün çağı olacaktır.

Sonuç olarak okuru çok derinden etkileyecek birçok farklı konuyu usta bir şekilde ana konu etrafında birleştiren yazar ilk kitaplarında olduğu gibi takdiri fazlasıyla hak etmektedir. Emin olun bütün gizemli olaylar üzerindeki esrar perdesi, kitabı okuduktan sonra aralanacaktır ve hiçbir şeyin tesadüfen oluşmadığını anlayacaksınız. Bir solukta okunacak ve hayatımıza yön verecek bu değerli eseri bizlerle buluşturduğu için araştırmacı yazar Gök Türk’e teşekkür derim.

 

Ulusların gelişmişlik durumlarını belirtmede eğitim sadece nicel olarak ifade edilecek bir unsur değildir. Toplumun ne kadarının okum-yazama bildiği, ne kadarının diplomalı olduğu gibi veriler elbette önemlidir. Ancak eğitim verilerinin niteliksel özelliklerine bakmaksızın sadece istatistiki verilere göre değerlendirme yapmak popülizmden başka bir şey değildir.
Eğitim hedeflerini birey merkezli olarak iki gurupta değerlendirmek gerekmektedir. Birci gurupta bireyin kendi yaşantıları yoluyla bireye kazandırılan istendik davranışlar; ikinci gurupta da bireyleri toplumun ihtiyaç duyduğu bilgi ve becerilere kavuşturmaktır. Bu durum eğitimde uygulanabilirliğin ne kadar önemli olduğu gösterir. Teorik bilgiler, pratik becerilerle pekiştirilmelidir. Yoksa sırf yönetmelikler yerine getirilsin diye sadece yazılı raporlarla eğitimi idame ettirmeye çalışmak, eğitime verilecek en büyük zararlardan biridir.
Eğitimin günübirlik siyasi kısır çekişmelerden kurtulup, çağdaş hedefler doğrultusunda uzun soluklu planlama ve uygulamalara göre yapılması gerekir. Çağın şartlarına göre eğitim sistemleri yenilenebilir hatta değiştirilebilir. Oysaki sadece yöneticilerin kendi rüştlerini ispatlaması için eğitim sisteminin kısa aralıklarla değiştirilmesi ilerde çok vahim sonuçların ortaya çıkmasına neden olur. Örneğin değiştirilen bir eğitim sisteminin başarı durumunun ölçülmesi için en az yirmi yıla ihtiyaç vardır. Çünkü çocuğun ilkokuldan başlayıp üniversiteye, oradan meslek hayatına atanması ve mesleki deneyimini kazanması en az yirmi yılı alacak bir süredir.
Eğitim bir süreçtir. Bu süreç hayat boyu ilerlemeye dayalı olarak sürekli gelişim eğiliminde olmalıdır. Eğitim bir gelecek tasarımı olduğundan yetişecek nesillere geçmişten dersler alıp gelecekte daha dikkatli olmaları öğretilir. Yenileşme diye geçmiş getirilmeye çalışılmamalıdır. Gerileşmeyi gelişme diye anlatmak irticadan başka bir şey değildir. Çoğu kez başımıza gelmiştir. Otobüse bindiğimizde otobüsün içi kalabalıksa şoför ön kısımlara yığılmaları engellemek için “lütfen geriye doğru ilerleyiniz!” der. Hâlbuki geriye doğru ilerlenmez; geriye doğru gerilenir. Eğitimde gerilemeyi ilerleme olarak algılamak da otobüs şoförünün düştüğü trajikomik durum gibidir.
Yukarda belirmeye çalıştığım unsurlar aslında Büyük Önder Atatürk’ün bizlere kazandırmayı amaçladığı eğitim hedefini yansıtmaktır. Dünyada hiçbir lider O’nun kadar halkın eğitimine düşkün olmamıştır ve dünyada hiçbir lider O’nun kadar halkını eğitememiştir.
Atatürk’ün dünyayı hayran bırakan destansı Kurtuluş Savaşı kadar önemli hatta daha zor mücadelesi Türk halkının eğitimi için yaptığı mücadeledir. Binlerce yıldır cahil kalmış bir halkı eğitmeye çalışmak her liderin harcı değildir. Aslında liderlerin en çok işine cahil kalmış halk gelir. Çünkü cahil halk asla sorgulamaz ve kayıtsız itaat içinde hareket eder. Ama eğitimli halk bilinçlidir ve hak ettiği hayat standartlarını ülkenin liderlerinden bekler. Eğitimli halk sorgulayıcıdır ve ülkeyi yönetenlerin keyfi davranışlarına tepki gösterirler. O yüzden liderler halkın eğitimine pek sıcak bakmazlar. Ancak, Atatürk Türk halkın eğitimini kendine bir görev olarak görmüştür. Atatürk’ün eğitimle ilgilenmesindeki gayeyi O’nun şu sözünden anlayabiliyoruz:
“Herhangi bir şahsın, yaşadıkça memnun ve mutlu olması için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sora gelecekler için çalışmaktır.”
Türkiye cumhuriyeti kurulduğunda okuma yazma oranlarının % 7 civarında olduğu, kadınlarda okuma yazmanın %0 1 civarında olduğu düşünülürse Atatürk’ün ne kadar zor bir göreve talip olduğunu anlayabiliriz. Kurtuluş savaşı sonrasında Atatürk’ün “En büyük arzum milli eğitim bakanı olarak çalışmak” sözünü anımsarsak O’nun eğitime olan ilgisini daha iyi kavramış oluruz.
Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün önderliğinde eğitimde baş döndürücü gelişmeler olmuştur. Cumhuriyetin ilk on yılında öğrenci sayısı 64 bini kadın olan 358 binden, 220 bin kadın olmak üzere toplam 656 bine yükselmiştir. Öğretmen sayısı aynı süre içinde 12 binden 19 bine yükselmiştir. Atatürk öğretmenlere her zaman çok büyük değer vermiştir. Öğretmenlere verdiği değeri 1925’te İzmir Erkek Öğretmen okulunda şöyle dile getirmiştir: “Milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğitimden yoksun bir millet, henüz millet adını almak yeteneğini kazamamıştır.”
Atatürk sadece öğrencilerin eğitimiyle uğraşmadı. Eğitim seferberliğiyle bütün milleti eğitmek için çok yoğun bir mücadele vermiştir. Bu yüzden kendisine Başöğretmen denilmiştir. Halkın cahilliğini biran önce ortadan kaldırmak için dünyanın öğrenilmesi çok kolay olan Latin kökenli Türk alfabesini getirmiştir. Yöneticilerle halk arasındaki kopukluğu gidermek, dilimizin yabancı dillerin istilasından kurtulmasını sağlamak için dilde sadeleştirme ve özleşmeyi sağlamıştır. Türk halkını bilimsel gelişmeleri daha kolay anlayabilmesi için birçok bilimsel kavramın Türkçesini bizzat kendisi bulmuştur. Türk tarihinin temelini birkaç yüzyıla hapsedenlerin aksine Atatürk tarihimizi antik dönemlere kadar götürmüştür. İlk önce Türk Ocakları daha sonra da Haklevleri yoluyla Türk halkına yaygın eğitim yoluyla çok değerli bilgiler verilmesini sağlamıştır.
Atatürk dönemi her alanda olduğu gibi ekonomi alanında da inanılmaz başarıların olduğu bir dönemdir. Ancak Atatürk’ün eğitime olan tutkusu o derece fazlaydı ki her şeyden bir eğitim faaliyeti çıkaracak bir alan oluşturabiliyordu. Örneğin Atatürk’le simgeleşen Sümerbank tesislerinde konferans salonları, tiyatro ve müzik salonları gibi işçilerin ve ailelerinin eğitimine yönelik pek çok kuruluş vardı.
Dünyanın en başarılı komutanlarından olan katıldığı hiçbir savaşı kaybetmeyen Atatürk, ordunun eğitilesine de özel bir önem vermiştir. Askere gelenlerden okuma yazma bilenler hem okuma yazma bilmeyen askerleri eğitiyorlar; hem de kırsal kesimlerde halka okuma yazma öğretiyorlardı.
Atatürk’ün eğitime verdiği önemi anlatmakla bitirmek mümkün değildir. Çünkü neredeyse aldığı her nefesi bir şeyler öğrenmek ve halka bir şeyler öğretmek amacıyla harcamıştır. Türk halkının gölünde Başöğretmen olan Atatürk, ebediyen bize öğretileriyle yol gösterecektir.

Milletlerin genetik hafızası bazı simgelerde saklıdır. Uzun bir tarihsel dönüşüm ve gelişim bazen milletlerin kökenini bulmakta zorluk çekmelerine neden olabilir. Köken araştırması geleceğin daha net görünmesini sağlayabilir. Geçmiş deneyimler, geleceğe ışık saçabilir.

Toplumlar, bazen ideolojik kaygılar nedeniyle kökenlerinden uzaklaşabilirler. Günübirlik siyasi çekişmeler, toplumları tarihin sadece belli dönemine hapsetmeye sebep olabilir. Ancak, millet oluşumu ve millet sevgisi mutlaka bilimsel bir temele göre şekillenmelidir. Ulu Önder Atatürk’ün oluşturmaya çalıştığı bilimsel milliyetçilik, Türk milletinin üstün vasıflarını ortaya çıkarmak amacındadır. Avrupa merkezli tarih anlayışında Türk milletini kötü gösterme gayretleri ön plana çıkmaktadır. Türker’e barbar nitelemesi yaparak Türk milletinin tarihi zenginliği etkisizleştirilmeye çalışılmaktadır. Türklerin sadece savaşçı toplumlar olduğu hiçbir zaman bir medeniyet oluşturamayacağı argümanı Avrupalı tarih anlayışında ağır basmaktadır.

Atatürk, bu anlayışı yıkmak için çok yoğun mücadele etmiştir. Neredeyse hayatının son on yılını Türklerin köken araştırmaları için ayırmıştır. Köken konusunda önemli bulgular elde ettiği anlaşılmasına rağmen belli bir kesim tarafından Ata’nın mirasına yoğun bir şekilde saldırı başlatmıştır. Bu saldırılardan Ulu Önder’in tarih çalışmaları da nasibini almıştır. Atatürk’ün sanki bir sanal bir efsane yaratmak gayretinde olduğu iddia edilerek köken araştırmaları uzun bir süre rafa kaldırılmıştır. Ancak günümüzde Ata’nın mirasına her türlü engellemeye rağmen ciddi derecede sahip çıkan araştırmacılar vardır. Bu araştırmacılar artık yavaş yavaş kamuoyunun ilgisini de üzerlerine toplamaya başlamışlardır.

Araştırmalarıyla çok değerli sonuçlara ulaşan başta Göktürk Ramu olmak üzere Seyit Ali Ergeç ve Çiçek Sekban Tüfekçi’nin köken araştırmaları geleceğimize ışık tutacaktır. Her şeyden önce bu üç araştırmacı Atatürk’ün bilimsel milliyetçiliğini özümsemiş kişilerdir. Yaptıkları onlarca köken çalışması Türk Milliyetçiliğini bilimsel temele oturtmak adına çok değerli çalışmalardır.

Köken çalışmaları konusunda Göktürk Ramu ve Seyit Ali Ergeç’in seiz ışık yada sekiz uç ile ilgili çalışmları dikkatle izlenmelidir. Türk milletini sadece Osmanlıya indirgemek milletimize yapılacak en büyük haksızlıktır. Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü bir lider olduğunu burada uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Şu kadarını söyleyebiliriz ki, Atatürk’ün ileri görüşlülüğünün en büyük dayanağı tarihsel derinlik algısından gelmektedir. Dünya daha Sümer medeniyetini bilmezken Atatürk, Türk milletinin Sümerlilerle yakınlığı konusunda ciddi araştırmalara başlamıştır. Bize de yarım bıraktığı araştırmaları devam etmemizi ister gibi Sümer isimlerini günlük hayatımızın her alanına yerleştirmeye çalışmıştır. Tük tarihinde sadece Atatürk kökenimizi Sümerlilere dayandırmıştır.

 

 

 

“Türk milletinin en yaygın kullandığı sekiz ışın kaynağını araştırmacı yazar Göktürk Ramu, Sümerliler ’de bulmuştur. Sekiz uca ilave olarak bazı renk ve dolguların da Sümer’den başlayıp Türklere uzanan yelpazesini Göktürk Ramu şöyle özetlemektedir: Sekiz uçlu sembollerin pek çok farklı anlamı olmakla birlikte, en bilinen anlamı Türkleri temsil ettiğidir. Birçok Türk kültüründe sekiz köşeli yıldız bulunmaktadır (Azerbaycan Bayrağı gibi). Büyük Selçuklunun bayrağı da sekiz köşeli yıldız içinde çift başlı kartaldır. Altı köşeli yıldız deyince nasıl ki Yahudi gelir akla, sekiz köşeli yıldızda da Türkler akla gelmektedir.

Ancak en kabul gören görüşlerden birisi bir tanrıçayı işaret etmektedir; Akkadca İştar, Sümerce İnanna olarak bilinen tanrıçadır. Ürdün’ de Tell-Ghassul kazı alanında bulunmuş bir duvar resmindeki bu sekiz köşeli yıldız aynı zamanda Venüs gezegenini simgelemektedir. Bu gezegen İnanna’nın gezegenidir. Simgelerdeki duvar resminin rekonstrüksiyonu şu anda Kudüs müzesinde bulunmaktadır. Sümerlilerde güneş simgesi yaygın kullanılan bir simgedir. Bu simge Sümer’in güneş tanrısı Samaş’tan gelmektedir. Samaş ile İnanna ikiz kardeştir. Sekiz uç ve güneş birleşmesi Samaş ile İnanna birleşmesini ifade etmektedir. İnanna Türk mitolojisinde AYİZİT’tir. Lacivert taşı üzerine güneş motifi lacivert taşı tabletlerde en çok geçen taştır. Bu simge Lapis Lazuli olarak da bilinmektedir. İnanna ile ilgili metinlerde lacivert taşı bolca bulunmaktadır.”

Türklerin kullandığı simgeler konusunda sayısız araştırmaya imza atan araştırmacı yazar Seyit Ali Ergeç sekiz ışık simgesinin içeriğini şöyle açıklamaktadır.
“Güneşin ışığı olarak tasvir edilmiş 8 ışık ise kadim Türk tarihinin kutsal sembolüdür. Ahiret (ya da öteki alem) inancının önemini ve değerini ortaya koyar. Her bir ışık beşer olarak olgun insan olmanın 8 unsurunu tasvir eder. Bunlar, sadakat sahibi olmak, şükretmek, sabır göstermek, doğru şeyler yapmak, merhametli olmak, şefkat duymak ve cesur olmaktır.”

Tarihi şan ve şerefle dolu, her dönem dünya siyasi gündemine damgasını vurmuş Türk milletinin tarihsel kökeni yok sayılamayacak gerçeklerle doludur. Köken araştırması sadece Türkler açısından değil bütün milletler açısından çok önemlidir. Hele hele yaşadığı her dönem dünyada derin izler bırakmış Türklerin kökeninin araştırılması bir insanlık meselesidir.

Temeli kurtuluş savaşına dayanan Türkiye Cumhuriyeti, her alanda çok önemli dönüşümlerin ve gelişimlerin olduğu bir süreçtir. Gerek cumhuriyete gidilen yol, gerekse de cumhuriyet sonrasında gerçekleşen olaylar, cumhuriyet dönemi kazanımların mucizevî kazanımlar olduğunu göstermektedir.

Muhteşem Osmanlı dedikleri dönemden, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün Avrupalı devletlerin güvencesine verildiği ve Duyunu Umumiye idaresine geçilerek Osmanlı’nın bütün gelirlerinin alacaklı devletler tarafından haczedildiği döneme uzanan yıkım yıllarını okumadan ve anlamadan cumhuriyet kazanımlarını idrak etek mümkün değildir. En sonda söylenmesi gerekeni en başata söyleyecek olursak; Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın bir devamı değil; Osmanlının yıkıntılarından, küllerinden ortaya çıkan bir kor alevdir. Yaklaşık 250 yıl Avrupa karşısında gerileyen aciz bir devlet yerinde dünyada saygı duyulan modernleşme ve çağdaşlaşma hareketleriyle dünyanın hayranlıkla izlediği bir devlet durumuna gelmek mucizevî bir başarıdır.

Bilimsel ve vicdani değerlendirmelere göre Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve cumhuriyet dönemi atılımları hem çok özgün, hem de çok başarılı bir dönemdir. Cumhuriyet dönemi, uluslararası toplumda çok saygın bir dönem olduğu tescillense de maalesef kendi kamu oyumumuzda hak ettiği değeri bulamamaktadır.

Cumhuriyete gidilen yolun başlangıcı 1699’da imzalanan Karlofça antlaşmasıdır. Karlofça’dan sonra Osmanlı, Avrupalı devletlerin elinde adeta şamar oğlanı haline dönmüştü. Yıkılmasına kesin gözle bakılan Osmanlı devleti, Avrupalı devletlerin paylaşım sorunu nedeniyle I. dünya savaşına kadar ayakta kalabilmiştir. O dönemin emperyalist devletleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya Osmanlı’nın paylaşılmasıyla ortaya çıkacak belirsizliği göze alamamaları nedeniyle Osmanlı devletinin yaşamasına izin vermişlerdir. Bu dönem birilerinin iddia ettiği gibi Osmanlı devletinin Avrupalı güç dengelerinden yararlanarak elde ettiği bir diplomasi zaferi değil, Avrupalı devletlerin paylaşım konusundan anlaşamamalarından kaynaklanan bir durumdur. Ancak, Almanya ve İtalya’nın siyasi biriliklerini tamamlamasıyla güçler dengesi değiştiğinden Avrupalı devletler, aralarında imzaladıkları gizil antlaşmalarla Osmanlı devletini paylaşmışlardır. I. Dünya savaşına bu paylaşım planları neden olmuştur. Artık hasta adam olarak nitelendirdikleri Osmanlı devleti biran önce paylaşılmalıydı.

I. Dünya savaşına eski gücüne kavuşmak ümidiyle giren Osmanlı devleti, Mustafa Kemal’in savaştığı cepler dışında ciddi bir başarı elde edememiştir. Müttefik olduğu devletlerin yenilmesi üzerine Osmanlı devleti de yenik sayılmıştır. Tarihimizin yüz karası olan Mondros ateşkes antlaşmasıyla Sevr antlaşması Osmanlı yöneticiler tarafından imzalamıştır. Her öngörüsünde haklı çıkan Mustafa Kemal, Mondros ateşkes antlaşmasına ilk itiraz eden kişidir. Bu antlaşmamanın Türk milleti için felaket olacağını bildirip milli bir kurtuluş savaşı başlatmak için Anadolu’ya gitmiştir.

Dünyanın en meşru savaşlarından biri olan Kurtuluş savaşı, Mustafa Kemal’in önderliğinde başlamıştır. Türk halkının olağanüstü gayretleriyle yurdumuz düşmandan temizlenerek Misakı Milli sınırlarımıza kavuştuk. Yüzlerce yıl Osmanlı idaresinde yoksul kalan Anadolu bir de işgal ile adeta harabeye dönüşmüş durumdaydı. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk halkı, hem Sevr anlaşmasını, hem de bu antlaşmayı imzalayanları tarihin çöplüğüne atmıştır.
Türk milleti hiçbir zaman esareti kabul etmemiştir. Bağımsızlığına düşkün olan milletimize en çok yakışan yönetim şekli de milli egemenliğe dayalı, yani bireylerin özgürlüğüne dayalı olan Cumhuriyet rejimidir. Bu topraklarda yaşamanın bedelini çok ağır ödeyen milletimize Mustafa Kemal, cumhuriyeti armağan etmiştir. Büyük Önder’in de belirttiği gibi Türk milleti az zamanda çok ve büyük işler başarmıştır. Bunların en büyüğü ise cumhuriyettir.

29 Ekim 1923’de Cumhuriyet Türkiye Büyük Millet Meclisinde büyük bir coşkuyla ilan edilmiştir. Ancak, harabe halinde devralınan Anadolu’nun bir an önce imar edilmesi, savaş yaralarının sarılması, Osmanlı’dan devralınan borçların ödenmesi, ülkemize gelen göçmenlerin yerleştirilmesi ve Türkiye’nin çağdaş bir ülke olması için yapılması gereken çok zor ve zahmetli işler Mustafa Kemal’in önünde duruyordu. Aslında savaştan daha zor meselelerdi bunlar. Batılı yazarların “Türk Mucizesi” diye nitelendirdikleri cumhuriyet dönemi ekonomi atılımlarını aşağıda belirteceğim iki farklı raporla açıklamak istiyorum.

Birinci rapor, Cumhuriyet’in ilanından bir gün sonra yani 30 Ekim 1923 günü dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e sunduğu rapordur. Bu rapor Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi koşullarda kurulduğunu net bir şekilde göstermektedir.

“Şu andaki doktor sayımız 337, sağlık memuru sayısı 434, 150 kadar ilçede doktor yok. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Ebe sayısı çok az. Kırk küsur bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136. Sadece 60 eczacı var ve sadece sekizi Türk. Beş bin köyde sığır vebası var. Bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtma, üç milyon kişi trahomlu. Bebek ölüm oranı yüzde 40’ın üstünde. Anne ölüm oranı yüzde 18. Ortalama ömür 40 yaş.
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bin. Komple kül edilmiş köy sayısı binin üzerinde. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk sermayesidir. Osmanlı’dan sadece dört fabrika kaldı. Bunlar, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri fabrikaları. Sanayi işletmelerinin yüzde 96’sında motor yok. 10 işçiden fazla işçi çalıştıran, sadece 280 işyeri var ve bunların da 250’sini yabancıların elinde. Kişi başına milli gelir 45 dolar. Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta var. Dört mevsim kullanılabilen karayolu yok. Otomobil sayısı bin 490.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyor. Toplam 4 bin 894 ilkokul, sadece 72 ortaokul ve sadece 23 lise var. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlı. Öğretmenlerin üçte birinin öğretmenlik eğitimi yok…” liste böyle uzayıp gidiyor. Her fırsatta ağızlarından salyalar akarak cumhuriyete laf atanların bu rapordan haberleri yoktur herhalde!

Gelelim Cumhuriyet’in ilanından 15 yıl sonra yani Atatürk’ün son günlerini yaşadığı 1938 yılına. Dönemin başbakanı Celal Bayar’ın dönemin cumhurbaşkanı Atatürk’e verdiği rapor, cumhuriyetin mucizevî gelişmişliğini gözler önüne sermektedir. Ancak 1938’de İsmet İnönü’nün başbakan olmaması bu başarıda onun payının olmadığı anlamına gelmemelidir. “Cumhuriyetin ekonomik mucizesinde” Atatürk’le İsmet İnönü’nün çok büyük katkıları olmuştur. İşte 1938 yılındaki rapor:

“Bütçe çoktandır açık vermiyor, gelir fazlası veriyor. Artık, şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde milli ihtiyacın tümü, yünlü dokumanın yüzde 83’ü, pamuklu dokumanın yüzde 43’ü, kağıtın yüzde 32’si, cam eşyanın yüzde 63’ü milli üretimle karşılanıyor. Demir-çelik sanayi kuruldu. Güçlü Ankara radyosu ile yurt dışına yayın yapacak radyo Cumhuriyet bayramına yetiştirildi. Madenler ve şirketler millileştirilerek milletin hizmetine sunuluyor. Kalkınma hızı yüzde yirmilere yaklaştı. Devletin Osmanlı’dan devralınan borçtan başka borcu yok…”
Cumhuriyetin ilanıyla Türkiye her alanda inanılmaz atılımlar yapmıştır. Bu altılımlar, Atatürk ve O’nun seçtiği kişilerin maharetleriyle gerçekleşmiştir. Dünyada bu kadar hızlı dönüşüm ve ilerleme gerçekleştiren başka devlet yoktur. Yani bir kurtuluş savaşı yapıp böylesine büyük işlere imza atan başka bir devlet yoktur.

Cumhuriyet kazanımları Türkiye Cumhuriyeti’nin temelidir. Cumhuriyetimiz Atatürk sayesinde çok sağlam bir temele oturmuştur. Atatürk sonrasında bu temele adeta savaş açılmış ver her kazanım kasıtlı istismar edilerek etkisizleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak, onca yıkıma rağmen ülkemiz halen Cumhuriyet kazanımlarıyla varlığını korumaktadır. Son söz olarak belirtelim ki, Atatürk ve Cumhuriyet kazanımlarından vereceğimiz her taviz geleceğimizden vereceğimiz bir tavizdir.