Rus araştırmacı Pierre Kouznietsov “La Lutte des Civilisations et des Langues dans l’Asie
Centrale, Paris 1912.353.s” adlı doktora tezinde geçmişten XIX. yüzyıla kadar Rus Türkistanı diye adlandırdığı günümüz Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin yer aldığı bölgeler ve orada yaşayan halklarla ilgili önemli bilgiler vermektedir. Kitabın ön sözünde çalışmasının iki ana bölümden oluştuğunu ifade eden yazar, birinci bölümde M.W. Barthold’un le Turkestan a l’epoque de l’invasion mongol adlı eserini esas aldığını, ikinci bölümde ise araştırmayı bizzat kendisinin yaptığını anlatmakta, özellikle Kokand Hanlığı dönemi örf, adet ve geleneklerle ilgili olarak da V.P. Nalivkine’nin* araştırmalarını esas aldığını belirtmektedir.
Biz bu yazımızda Türk tarih ve kültürü ile ilgili önemli bilgilerin yer aldığı bu kitaptan bazı tespitleri hiçbir yoruma tabi tutmadan aktarmaya çalışacağız.
Geçmişte Orta Asya’nın bir çok kavim tarafından işgal edildiğini, bu coğrafyada yaşayan halkların bir çok kültür ve dinle ( Zerdüştilik, Budizm, Maniheizm, Nesturi
Hıristiyanlık, İslam) karşılaştıklarını anlatan yazar, Orta Asya’yı etkileyen ilk medeniyetin Mazdaizm esası üzerine kurulmuş olan İran medeniyeti olduğunu ifade etmektedir.(s.15).X. yüzyılda Maveraünnehr’in İranlılarla meskun olduğunu, Zerdüştiliğin merkezi olan Belh şehrinin Arap coğrafyacıları tarafından ” Ümmü’l-Bilad” olarak anıldığını(s.17),Samaniler döneminde ise Belh ,Semerkand ve Buhara şehirlerine ” dünyanın kraliçesi“(s.18) denildiğini ifade etmektedir. Ancak Arap ordularının Buhara’yı işgali sonrasında Buharalıları göçe zorladıklarını anlatan yazar, Mazdaizme inan bu göçmen ve zengin Buharalılar(=Keş kuşan)ın 700 yüz şatodan oluşan yeni bir şehir kurduklarından söz etmektedir(s.22) Bu şatoların duvarlarında çeşitli resimler buluyordu. Zerdüştiler bu resimlerin kendilerini cin/peri gibi çeşitli ruhani varlıkların zararlarından koruyacağına inanıyorlardı. Samaniler döneminde hala bu şatolardan bir kaçı mevcuttu. Tacik kelimesinin anlamı ile ilgili olarak Tacik kelimesi ortaya çıkısından itibaren etnik ve politik bir anlam ifade etmez. O, Zerdüşti öğretiye inanan kişi demektir. Zira kelimenin ilk hecesinde bulunan “Taç” bildiğimiz Taç anlamındadır. Hıristiyanlar nasıl Haç; Müslümanlar da nasıl Türban takıyorlarsa Zerdüştiler de Taç takıyorlardı demekte, VIII. yüzyılda Eba Müslim döneminde Bikh –Afarid=Makh-Afarid adlı Zerdüşti bir reformatörün de ortaya çıkışı ile ilgili bilgiler vermektedir.(s.22)
Araştırma esnasında zerdüşti kalıntıların bulunduğunu ifade eden araştırmacı bu duruma kanıt olarak yöre halkı arasında “moug=mag” kelimesinin kullanıldığını anlatmaktadır(s.23-24)Arap istilası öncesi Maveraünnehr’de bir çok devletçikler bulunduğunu Semerkand ve Fergana idarecilerine ‘dohkon=,dikhan denildiğini ifade eden araştırmacı arap istilası öncesi Sogdluların Sasani paralarını örnek alarak para bastıklarını anlatmaktadır .
Bizans imparatoru II. Justinen ile Türk hakanı Dizavul/İstemi yabgu arasındaki ilişkiyi de Sogdlular sağlıyordu.(s27).
Arapların Orta Asya’yı işgalleri bölge etnoğrafyasında dikkate değer bir etki yapmadığı gibi, politik ve kültürel alanda da fazla bir etki yapamadı. Emevi komutanları /valileri daha çok Orta Asya’yı kendilerini zenginleştirecek bir vergi deposu olarak gördüler. Ancak İslam, Sasani bürokrasisi üzerine kurulmuş olan Abbasi iktidarında Orta Asya’da devlet dini haline gelebildi( s.29)
Orta Asya’da şehirlerin Şehristan denilen merkez, Rabat ve etrafında yer alan kalelerden üç katmanlı bir biçimde oluştuğunu anlatan yazar, söz konusu dönemlerde sokakların taşlarla döşeli olduğunu, şehirlerin içinden su kanalları geçtiğini ifade etmektedir. Semerkand ve Buhara’da hükümdar sarayı “Registan” adı verilen meydanda bulunurdu. Daha sonra kaleler Orda adı ile anılmaya başladı. Semerkand ve Buhara da hala Registan mevcuttur(s.36-37).
Arap istilasından sonra Farsça popüler dil olarak kalırken, özellikle Maveraünnehr’de Arapça edebi dil olarak kullanıldı.(s,39).Arap istilalarına rağmen İslamiyet belli bir süre entellektüeller arasında gelişemedi.
Arap istilaları öncesinde Maveraünnehr ve Orta Asya Türklerin egemenliği altında idi. Türk hakanları Bizanslılarla politik ilişki içerisinde bulunuyordu. Doğu Türk ülkeleri batıya göre daha yüksek bir refah içinde idiler. Ancak 7 12 de Semerkant’ı İşgal eden Araplar Soğdluları buradan sürdüler. Soğdlulara , Arapların ” Ebu müzahim” adını verdikleri Sulu Kağan (716-737) sahip çıktı. Orta Asya Samanilerden sonra Karahanlıların egemenliği altına girdi. Samaniler, Tahiriler ve Safarilerin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Orta Asya tamamen Türklerin egemenliği altına girdi. Türk- Moğol istilası, Arap istilası sonrası yeşeren İran kültürüne büyük bir darbe vurdu.(s.51) Yazar, Veselovskiy’ Biruni’nin Arap istilası sırasında Arapların İslam’ın yayılmasını kolaylaştırmak amacı Harezm kütüphanelerini yaktıklarını ifade etmektedir(S.39). böyle bir olay da Moğol istilası sırasında Buhara , Semerkant ve Belh .kütüphanelerinin başına da gelmiştir( 55).
Yazar, bir çok doğu bilimcinin Türklerle Moğollar arasındaki akrabalık bağlarının çok güçlü olmasından dolayı XIII, yüzyılda gelişsen Moğol yayılmacılığının sadece Moğollara mal edilemeyeceğini, aynı zamanda bunun bir Türk hareketi olduğunu ifade ettiklerini anlatmaktadır(s.57)
Bütün bu gelişmelere rağmen Farsça Orta Asya’da edebi dil olarak devam ederken, Türkçe vernaküler dil olarak kaldı. Türkler ev yapım tarzları da dahil bir çok nesnel kültür unsurlarını İranlılardan aldılar. Samaniler döneminde köleler genellikle Türklerden oluşuyordu. Türklerin hakimiyetinde durum tamamen tersine döndü; bu defa köleler İranlılardan oluştu. İran ve Turanlılar arasındaki kin o kadar büyüdü ki, XVI .yüzyılda Molla Semsü’d-din Herati Şiilerin kafir oldukları ve pazarlar da satılabilecekleri ile ilgili fetva yayınladı(s.70-71 vd). İşte bu tarihten itibaren Orta Asya Türk hakanları kendilerini ” Sünniliğin Mudafii” olarak kabul ve ilan ettiler.
Timur dönemi Orta Asya’nın en müreffeh dönemi idi. Askeri teşkilat Türk usulü kalırken kadınların sosyal hayata katılımları söz konusu idi.
Zamanla Orta Asya’da İslam hukuku uygulanmaya, el kesimi, recm gibi cezaların Kokand hanlığı döneminde uygulandığı görülmektedir(s.99) Bu uygulamaların belki de en korkuncu ölüme mahkum edilmiş suçluların kale burçlarından atılmaları idi(s.99)
Orta Asya’da öğretilen her sanatın bir pir‘i vardı. Dervişlik ve tekkeler yeterince yaygındı. Bu tekke şeyhlerinin Osmanlı veya Arap olması çok önemli idi. Dini hayatta ziyaret yerleri (= Mazalar) önemli bir yer tutuyordu. Hatta bu ziyaret yerleri dileklerin ve isteklerin ne olduğuna göre ayrılmıştı. Örneğin Namangan’da bulunan iki mazar/ ziyaret yeri çok önemli idi. Çocuk sahibi olmak isteyenler Bava –Ata‘ya, zenginlik isteyenler ise Poço-Ata‘ adı ile anılan ziyaret yerlerine giderlerdi. Hatta Aravan’da bir kaya üzerinde bulunan ve atlı bir şövalyeyi andıran resim, kayanın altında bir su kaynağı ve üzerine çıkılan küçük bir çukur vardı. Oranın yerli halkı bütün bu mekanları kutsal bilir ve kayadaki resmin de Hz. Ali’ ye ait olduğuna inanırlardı.(s.125).Bu tür ziyaret mekanları sayısız denilecek kadar çoktu.
Kadınlar mescide gitmezlerdi. Ülke yerlileri Müslümanlığın kendilerine zorla kabul ettirildiğini ifade ediyorlardı. II.Katerina döneminde Müslüman Tatar misyonerlerin din yolu ile kendilerini asimile edeceği düşüncesinden hareketle söz konusu faaliyetlerden rahatsız olan Kırgızlar, bu durumu engellemesi için Çar’a başvurmuşlarsa da Rus çarı Müslümanlığı idolatriden Hıristiyanlığa geçişte ara bir dönem olarak gördüğü için duruma müdahalede bulunmamıştır(s.66).
Orta Asya’da panteist sufizm yeterince yaygındı. Hatta bu sufizmi Arabo-occidantale Arap etkisi ile gelişmiş batı sufizmi; irano-hindou /orientale Fars- hind etkisi ile gelişmiş doğu sufizmi olarak ayırmak mümkündür.. Söz konusu doğu sufizmi daha orijinal bir biçim arzetmektedir(s.131 )Ahmet Yesevi, Bahauddin Nakşıbendi vb. sufiler mevcuttu. Bu tarikatlarda bir sufinin katedeceği aşamalar;Şeriat, Tarikat ve Hakikat esastı. Göçebeler sufizme daha yatkındılar.
Orta Asya Türkleri arasında iyi-kötü ruhlara inanış oldukça yaygındı. Periler, güzellikleri dillere destan varlıklardı. Onlar faziletli/saygıdeğer insanları korurlardı. Cin,Dev, İblis,Seytan, Albastı,Adjina bunların en tanınmışları idi. Albastı yaşlı ,kıllı ve çirkin bir kadın olarak tasavvur edilir, .izbe yerlerde,,terkedilmiş bahçeler ve çiçekler arasında yaşardı. Adjina ise, saçları sarı, dev gibi büyük bir kadın şeklinde düşünülürdü. O her istediği şekle /biçime dönüşebilir, her dona girebilirdi. Bunların dışında da birçok mitik varlık tasavvuru mevcuttu.(s.142-145)
Medreseler oldukça yaygındı. Her ne kadar medreselerde matematik, fizik kozmoloji gibi bilimler okutulsa da, eğitimin esasını din eğitimi oluştururdu. Babalar çocuklarını medrese hocalarına”la chair
(de notre enfant) est a vous, les os sont a nous=)”eti sizin, kemikleri bizim” diye teslim ederlerdi. Avrupada Latince ve Grekçe öğretildiği gibi burada da Arapça eğitim dili olarak öğretilmekte idi. Hatta o dönemde Orta Asya’da entellektüel bir Müslüman için en kutsal dil Arapça idi. Dillerle ilgili şöyle bir anlayış mevcuttu:
–Arapça şerafet,
-Farsça necaset
-Türkçe kabahat denilirdi(s.165).
Medreselede okutulan ders kitapları ilgili bir değerlendirme yapan yazar, Müslümanların okuttukları tarih, coğrafya ve kozmoğrafya kitapları saçma ve fantastik hikayelerle dolu idi demekte bu konu ile ilgili olarak dünyanın yaratılışı ve konumu hakkında Abdullah b. Mes’ud’un Hz. Muhammed’e dünya neyin üzerinde bulunuyor? diye sorduğu soruya verilen cevabı göstermekte, medreselerin bu hali ile hem Müslümanlığın çöküşüne hem de medeniyetin yok olmasına neden olan kurumlar olacağına işaret etmektedir.
Osmanlılarla Orta Asya arasındaki dini ve politik(?) ilişkiler daha çok Orta Asya’dan hacca gitmek isteyen hacılar yolu ile sağlanıyordu. Bu hacılar İstanbul’a geliyor, tekkelerde konaklıyor , daha sonrada hacca gidiyor dönüşte de aynı yolu takip ediyorlardı(s.299).
Yazar,1895-1896 yıllarda ilginç bir kişiliğe sahip Osmanlı vatandaşı Mir Sadık Kari’nin oğlu olan Hoca Abdu-Celil in Ming –tepe ‘nin tanınmış İşan’ı Madali’ye verilmek üzere sakal-ı şerif’le birlikte bir ferman, altın bir yüzük ve yeşil bir bayrak getirdiğini anlatmaktadır (295).Bütün bu olaylar 1898 yılına kadar Ruslardan gizli kalmıştır.
Sovyetler Birliği öncesi Türkistan’la ilgili önemli bilgiler içeren bu tez çalışması özellikle Kokand hanlığı tarih ve kültürünün anlaşılması açısından dikkat çekmektedir. Söz konusu kitapla 1907 yılında Orta Asya’yı gezen, Özbek bir baba ve Başkurt bir anneden doğan fikir/düşünce adamı Abdurreşid İbrahim’in ” Alem-i İslam” adlı eserinde o dönem Buhara medreselerinde verilen eğitimin örtüştüğünü görmek mümkündür. Konu ile ilgili olarak Abdurreşid İbrahim “…. Umum Buhara ahalisinde bu fikir baki ise de ilmen bunun aksinedir. Usulü tedris berbad. Bir kitabın mukaddimesini beş sene de tahsil iderler. Yirmi-otuz sene medrese odasında oturur ,bütün ömrünü alat lisan tahsilinde geçirir, tahsil hıtamında iki kelime arabi tekellüm edemediği gibi bir satırda arabiyü’l-ibare bir şey yazmak iktidarına da malik değildir..Usulü tahsil çok acınacak bir haldedir. “demektedir(s.17)
*-V.P.Nalivkine,Chrestomathie sart et persane approprie aux programmes de l’ecole normale
du Turkestan, Tachkent,1887; V.P. Nalivkine, Histoire sommaire du khanat de Kokand, Kazan 1886(rusça); V.P. Nalivkine&M.V. Nalivkina, Condition de la femme indigene du Fergana, Kazan 1885 ( rusça).