Yazar

Mustafa Kılıçkaya

Tarama

Milletler de canlı bir organizmadır. Üzerinde yapılacak cerrahi müdahaleler her zaman büyük riskler taşır. Millî bünyenin bağışıklık sistemini zayıflatacak unsurların çoğalmasına ve güçlenmesine zemin hazırlamak tedavisi güç toplumsal yaralar oluşturur. Millî kimliği etnik kimlik düzeyine indirgemek, devletin kuruluş felsefesiyle oynayarak sorunlara ‘çözüm’ aramak, etnik kimlik tartışmalarının süreklilik kazanması, etnik kimliklerin “kültürel kimlik olmaktan çıkarılıp siyasi ve hukuki kimliğe dönüştürme sürecine doğru ilerlemesi” toplumsal bütünleşmeyi değil, tehlikeli ayrışmaları tetikler. Küçük bir kartopu elinizdeyken sizin denetiminizdedir. Dağdan aşağıya attığınızda ise çığa dönüşür ve kısa sürede her şey denetiminizden çıkar. Üniter yapılı ulus-devletimiz birliğimizin, istiklâlimizin ve istikbalimizin sigortasıdır. Üzerinde ameliyat yapılmamalıdır.
Anayasanın değiştirilemez maddeleri arasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet yapısı niçin tercih edilmiştir? Tarihi ve sosyolojik arka planlarını inceleme ve anlama kaygısı olmaksızın millet, milletleşme süreci ve ulus-devlet kavramlarının tartışılması doğru mudur?
“Atatürk ‘Memleketin sahibi ve devletin kurucusu biz Türkler, necip kavim adı altında Araplara ve sarayın sadık hadimi Arnavutlara feda edildik’ diyerek yapılan tarihi hataya işaret etmiştir” . Çünkü necip ve sadık diye nitelenen gruplar ilk fırsatta kanlı ayaklanmalarla kendi kaderlerini tayin hakkını aramışlardır. 1821 Yunan isyanı ile başlayan bir asırlık çözülme süreci Türkler için sağ çıkanlar ile çıkamayanların öyküsünü anlatan korku tüneline dönüşmüştür. Justen Mc Charty “Ölüm ve Sürgün” kitabında bu dönemde sadece Balkanlarda 5 milyon sivil Müslüman Türk nüfusun yok edildiğini anlatmaktadır. Ne Osmanlıcılık, ne de ümmetçilik fikri siyasi birliği sağlayamamış ve felaketi önleyememiştir. Sarayın öz evladı devşirmeler ise ‘son görevlerini’ Paris’te Sevr’e imza atarak tamamlamıştır. Onlardan geriye kalan “Orta Anadolu bozkırlarında Damat Ferit ve takımının rakı masası yerleştireceği kadar büyüklükte bir vatan parçasıdır.” Kısaca özetlediğimiz bu toplumsal travma, millî mücadele sürecinin sonunda neden ulus-devlet kurulduğunun tarihi arka planıdır.

zhasibe2Bugün dünya devletlerinin büyük çoğunluğu ulus-devlettir. Ulus devletlerin temel özelliği tek bir millete dayanmasıdır. O milletin kültürü de aynı zamanda o coğrafyanın hâkim kültürüdür. İstiklâl Savaşı’nı kazanan ve devleti kuran aslî unsur doğal olarak da 1923’te kurulan ulus-devletin dayandığı aslî unsur ve hâkim kültür olmuştur. “ ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ sözü ile de ulus-devletin dayanacağı bu kimlik belirtilmiştir” .
Cumhuriyet yapay bir ulus inşasına girişmemiştir.
Tarihin en eski milletlerinden biri olan ve bu coğrafyada varlığını bin yıl kesintisiz sürdürmüş Türk milletinin, imparatorluk içerisinde ötekileştirilmiş millî kimliğinin yeniden onarılmasına ihtiyaç vardı. Bir anlamda ulus-devletin sağlam temeller üzerine inşa edilmesi için zeminin güçlendirilmesine çalışılmıştır. Başka bir ifadeyle Türk millî kimliğinin iade-itibarı süreci başlatılmıştır.
Çünkü Osmanlı Devleti’nde Türk ismi genelde hor görülmekteydi. Kaba- saba, cahil köylü gibi rencide edici ifadelerle anlamdaş kullanılmaktaydı. Basiret Gazetesi, Türk olduğunu söylemekten utanan gençlerden üzüntüyle bahsetmiş ve bu durumu tenkit etmiştir. Kâmusu’l-A’lam’da, Türk soyundan olan bazı kişilerin bu ismi kabul etmedikleri ve hakaret saydıkları belirtilmiştir.
Millî mücadelenin Başkomutanı, yeni kurulan cumhuriyetin de siyasi mimarı olan Atatürk millî mücadele sonrası bu kez de onarıcı liderlik özelliğiyle tarih sahnesine çıkarak, tarihin laboratuvarında üretilen en gerçekçi ve modern devlet formu olarak kabul edilen ulus-devlet şekli ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Türk sosyolojisinin kurucusu Ziya Gökalp’in “Millet toplumsal evrimin son aşamasıdır ve gerçek cemiyetler ancak milletlerdir” düşüncesini siyasi hayata tatbik etmiştir.

transUygulamaya konulan kültür ve eğitim politikalarının amacı Türkleştirme değil Türkleşmedir. Yüzyıllardır ihmal edilen, ötekileştirilen millî kimliğin yeniden onarılması için Türk’e yönelme, yitirilen kimliğin yeniden kazandırılması çabasıdır. Türk kültürünü bütün zenginlikleri ile ortaya çıkarma ve millî bilinç oluşturma çabalarına ağırlık verilmiştir. Tarihi millî motifler yeniden canlandırılmıştır. İki örnek vermek gerekirse; 1924’te Atatürk’ün başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu kararıyla İstanbul Üniversitesi bünyesinde Türk kültürünü ve medeniyetini dil, edebiyat, folklor gibi sahalarda araştırmak için kurulan Türkiyat Enstitüsü’nün amblemi yine Atatürk’ün isteğiyle karlı Tanrı Dağları’nın önünde elinde meşale olan bozkurt olarak belirlenmiştir. (Ancak bu yazıyı hazırlarken fark ettim. İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün internet sitesinde Atatürk’ün istediği şekilde tasarlanmış amblem belli belirsiz duruyordu, gizlemek için sanki özel gayret gösterilmiş gibiydi. ) “Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın Atatürk’e gönderdiği 30 Ağustos 1935 tarihli Zafer Bayramı Kutlama telgrafında ‘ulu Başbuğ’a’ ifadesi kullanılmıştır.” Böylece tarihin derinliklerine vurgu yapılarak milletin tarihi hafızasına uyarıcı sinyaller gönderiliyordu. 1931 ve 1932’de Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 1935’te Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Özetle, millî kültür canlandırılarak millî bilinç oluşturulacak bunun itici gücüyle millî menfaatler daha güçlü korunacak ve millî ülkülere ulaşılacaktır.
Atatürk “1924 yılında Orhun Yazıtları kitabını okuduktan sonra, Bilge Kağan’ın ‘Ey Türk, üstte mavi gök çökmedikçe altta yağız yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir ki. Ey Türk öykün ve kendine dön!’ dediği bölümün yanına, ‘Büyük Nutuk, böyle bir hitabeyle son bulacaktır’ diye not düştüğü kitap halen Anıtkabir’dedir.” Türk adını resmi devlet ismi şekliyle kullanan Göktürk’lerin Başbuğ’u milletine nasıl seslendiyse, Türk adıyla devlet kuran Cumhuriyeti’nin Başbuğ’u da “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diye bitirdiği Gençliğe Hitabe’sinde millete aynı şekilde seslenerek, Türk milletinin tarihsel bütünlük ve devamlılığına vurgu yapmıştır. Aynı şekilde “Ne mutlu Türk’üm diyene” özdeyişi de ırkçı bir meydan okuma değildir.

19

Sosyolojik analiz ile düşündüğümüzde bu söz; milletin yüzlerce yıl içerisinde zayıflatılmış tarihi hafızasının bilinçaltına yapılan bir sesleniştir. “Ayrıca kültürel gelişme açısından toplumlar sırayla klan, kabile, aşiret, ümmet ve millet olarak kabul edilmektedir. Yani millet en gelişmiş toplum biçimi ve toplumsal evrimin son aşaması olarak vurgulanmaktadır.” Atatürk bu özdeyişiyle milletin gerisinde kalan toplumların ilkelleşeceğine de vurgu yapmıştır. Türk millî kimliğinin dayandığı unsurlara ve Türk millî kimliğine dayanan değerlere karşı sistematik bir çabanın arttığını görüyoruz. Bu çaba içerisinde olanlar farklı siyasi kutuplarda olmalarına rağmen Türk kelimesine karşı ortak bir alerjileri vardır. Hayallerinde çok kültürlü, mozaik bir toplum inşası vardır. Türksüzleştirilmiş bir kimlik hayallerini bazen ikinci cumhuriyet, bazen de yeni Osmanlıcılık içinde saklayarak pazarlama çabasındadırlar. Dikkatlice bakıldığında pazarlamaya çalıştıkları ürünün paketinde made in CIA yazdığı görülebilir. Oysa hayallerindeki Türkiye ile mevcut Türkiye’nin kimlik yapısı çok farklıdır. Peter Andrews “Türkiye Cumhuriyeti’nde Etnik Gruplar” isimli çalışmasında Türkiye’de 47 etnik grubun varlığından bahsetmektedir. Türkleri, Türkmenleri ve Yörükleri farklı birer etnik grup olarak göstermesi hatta bunları kendi içinde alevi-sünni olara tekrar bölmesi ancak bilimsel görünümlü psikoloji savaş olarak değerlendirilebilir. Bu çalışmada hepsi öz Türk olan unsurlar 15 farklı grup olarak gösterilmiştir. Aynı kitapta Kürtler, Zazalar, Araplar da alevi-sünni olarak tekrar bölünerek gösterilmiştir. Türkiye gibi büyük nüfuslu bir ülkede sayıları onlar, binlerle ifade edilen Almanlar, Estonlar, Molokanlar, Polonezler, Osetler vb tali grupları ise 20 etnik grup olarak tasnif etmiştir. Özel amaçlı hazırlandığı anlaşılan bu psikolojik harp ürünü çalışma Türkiye’de umduğundan çok müşteri bulmuştur. Ne diyelim ha gayret, yok mu artıran?
Bu alanda en ciddi bilimsel çalışmayı yapan Prof.Dr. Ali Tayyar Önder’e göre “Bilimsel ölçütle ve uluslar arası kabulle bir ülkenin mozaik olabilmesi için ülkede mevcut etnik grupların toplamının ülke nüfusunun %35’ini oluşturması gerekir. Türkiye’de tüm bilimsel veriler ve resmi tespitler ortalamasıyla yüzde olarak en anlamlı ikinci büyüklükteki nüfus % 6.5 ile Kürtlerdir. Zazalar %1 ve Araplarda yine %1 oranlarındadır.” Bunu teyit eden bir başka çalışma “Avrupa Komisyonu’nun yayımladığı ‘Eurobarometer-Europeans and Languages’a göre Türkiye’de ana dil olarak Türkçe’yi gösterenlerin oranı %93’tür.”
Ulus ve ulus-devletle doku uyuşmazlıkları ve zihinsel çatışmaları hiç bitmeyen ‘siyasi ümmetçi’ bir grup var. Tarihin hiçbir döneminde ‘siyasi ümmetçilik’ ile siyasi birlik kurulamamıştır. Rüştünü ispatladığı bir dönem olmamıştır. “Milletten büyük hayali birimlerden birisi ‘siyasi ümmetçilik’ diğeri de Marksist ‘dünya proleteryası’ fikridir. Siyasi ümmetçilerin tarihte niçin marksizmin siyasi proleteryası kadar bile ciddi bir varlık gösteremediğini açıklamaları gerekmez mi?”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni üniter yapı ve ulus devlet dışında başka formüller ile dönüştürmek milli birliğimiz, istiklalimiz ve istikbalimiz için sonun başlangıcı olur. Unutulmamalıdır ki Anadolu coğrafyası aynı zamanda bir medeniyetler mezarlığıdır.

Attila İlhan ‘ulusalcılık’ adı verilen siyasi akımın en önemli politik teorisyenlerinden biridir. Sosyalist kökenden gelenler ile Türk milliyetçilerinin Sultan Galiyev ismi üzerinde mutabakat sağlayıp, el sıkışabilmelerinin mümkün olduğuna inanmıştır. Sultan Galiyev, bir bileşke olarak kabul gördüğünde devrimciler ‘ulusalcı’, ülkücüler Atatürkçü ve laik bir çizgi üzerinde güç birliği yapabilir düşüncesindedir. ‘Türkçü-devrimci diyalogu’ ile başlayan süreçte bir dip dalga başlar ise, bu dip dalga Batı emperyalizmine karşı Türkiye’nin sivil direncinin bel kemiğini oluşturabilirdi.

Sevr Antlaşması’ndan, Büyük Ortadoğu Projesi’ne kadar Batı emperyalizminin Türkiye planlarında bir değişiklik olmadığı tüm açıklığı ile görülmektedir. Sağ-sol kavramlarının tedavülden kalktığını düşünen biri olarak günümüzdeki temel siyasi ayrışmayı nasıl adlandırabilir, nasıl tanımlayabiliriz? Bu sorunun cevabını Türk aydınlarına, siyaset bilimcilerine bırakıyorum. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesine inanmış, anayasamızın değiştirilemez maddelerini savunanlar bizim de içinde olduğumuz taraftır. Cumhuriyetin temel kazanımları, milli devlet, üniter yapı vb. konularda aynı hassasiyetleri taşıyan insanları ısrarla ulusalcı-Türk milliyetçisi olarak ayırma gayretlerinin doğru olmadığına inanıyorum.

Sultan Galiyev Kazan’lı bir Tatar Türk’üdür. Bu günkü Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti’nde 1882 yılında dünyaya geldi. Tatar Öğretmen Okulu’nda Marksizmle tanıştı. İdealist bir devrimci olarak Sovyetler Birliği Uluslar Komiserliği’ne kadar yükseldi. Bir dönem “Lenin, Stalin ve Troçki’den sonra dördüncü önde gelen adam konumuna gelmiştir.”

Rusların 1552 yılında Kazan’ı işgali ile başlayan süreçte Çarlık Rusya’sı 19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Türkistan coğrafyasının önemli bir bölümüne hâkim olmuştu. Galiyev Kazan Hanlığı’nın düşüşünü “Moskova ile Kazan arasındaki mücadele on yıllar boyunca sürdü. Acımasız katliamlar oldu ve yalnız bundan sonra yenilenlerin azmi kırıldı” ifadesi ile anlatır. Türkler Çarlık döneminde her türlü baskı ve zulme maruz kaldılar. Çok sayıda direniş hareketi göstermişlerse de başarılı olamamışlardır. Örneğin “1916’da Türkistan’da yaklaşık 10 milyon kişinin katıldığı ve adına ‘Büyük Ürkün’ denilen isyan Çarlık Rusya’sı tarafından çok kanlı olarak bastırılmış ve 673 bin Türk öldürülmüştür.”

Kişileri ve olayları içinde bulunduğu siyasi ve sosyal şartlardan soyutlayarak anlayabilmek imkânsızdır. Toplumların buhran dönemlerinde milliyetçi duyguların arttığını düşünen biri olarak Galiyev’in düşünce iklimini tahmin etmek zor olmasa gerekir. Bolşeviklerin, Çarlık rejimine son verdikleri 1917 devrimi ardından yayımladıkları “Rusya Halklarının Hakları Bildirgesi”, “Rusya ve Doğu’nun tüm emekçilerine” başlıklı çağrı ve “Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları bildirgeleri” incelendiğinde Galiyev’in devrime inancının ve Türklerin Bolşevikleri desteklemelerinin nedenleri görülecektir. Bu bildirilerde özetle Rusya’daki milliyetlerin ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkına sahip olacakları, inanç ve adetleri Rus Çarları ve zorbaları tarafından ayaklar altına alınıp ezilen Müslümanların inançlarını serbestçe yaşayabilecekleri taahhüt ediliyordu. Samimi bir devrimci olan Galiyev’in hızlı yükselişi bu süreçle ilgilidir. Ancak başlangıçta Çarlık Rusya’sında yaşayan halklara özgürlük ve özerklik sağlayan Bolşevikler 1921’den sonra bu halkları değişik biçimlerde Moskova’ya bağladılar. Başta Galiyev olmak üzere bu dönüşüme tepki gösteren ve eleştirenler ise değişik yollarla tasfiye edildiler. Burada belirtmek gerekir ki; “Türkiye’nin Galiyev’le Yusuf Akçura vasıtası ile temas halinde olması, Ziya Gökalp’in Galiyev ile mektuplaşmaları, Moskova büyükelçiliğimizin O’nu Ankara’ya götürme teklifini etmesi” ve “Mustafa Kemal’in Sovyetlere karşı tavrının Galiyev ve arkadaşlarının tasfiye edildiği dönemde değişmesi” göstermektedir ki Türk dünyasındaki gelişmeler Cumhuriyetin ilk yıllarında yakından takip edilmiştir.

Galiyev 1923-1924 yıllarında kısa süreli olarak iki kez tutuklanır. Devrim sırasında geçmiş hizmetleri dolayısıyla serbest bırakılır. Bundan sonra Moskova’da yaşamak durumundadır. Arkadaşlarına yazdığı “Devrim amacından saptı, sömürülen milletleri savunmak amacıyla çıktığımız bu yol Rus emperyalizmine yol açtı” dediği mektup Stalin’in eline geçer ve 1928 yılında tekrar tutuklanır.”Karşı devrimci, emperyalist ajan, milliyetçilik” suçlamalarıyla yargılanır. Beyaz Deniz kıyısında bir kampa gönderilir. “1940 yılında Lefort Hapishane’sinde öldürülmüştür. Kısa süre sonra eşi de tutuklanmış ve bir daha haber alınamamıştır. Oğlu bir akıl hastanesine kapatılmış ve orada öldürülmüştür. Büyük kızı Gülsarı Sibirya’ya sürülmüş sistematik tecavüze maruz kaldığı için intihar etmiştir. Küçük kızı Reşide Sibirya’da bir çalışma kampında ölmüştür.” Ne acıdır ki Stalin O’nun soyunu yeryüzünden silmek istemiştir. Attila İlhan’ın “Sultan Galiyev’in kan revan içindeki hayaleti mazlum halklar arasında en çok da Avrasya’da dolaşıyor” sözleri bu trajediye işaret etmiyor mu?

Galiyev’in fikirlerinin beslendiği iki önemli kaynak vardır. Bunlardan ilki ‘dilde, fikirde, işte birlik’ ülküsünü belirleyen İsmail Gaspıralı’nın cedit hareketinin etkisiyle oluşan Türkçülük ve Turancılık. Diğeri ise Marksizmdir.

Emperyalizmin hedefi olan toplumlar temel alındığında uluslar arası alanda ana çelişkinin emek/sermaye değil ‘Mazlum Doğu/Sömürgeci Batı’ olduğunu belirtir. “Komünizm, Batı Avrupa ihtilal hareketine öncülük vermekle ciddi bir strateji hatası işlemiş bulunmaktadır. Çünkü kapitalist dünyanın zayıf noktasının Avrupa değil Asya olduğu unutulmuştur” tespitini yapar.

“Avrupa’da burjuvazinin diktatoryası yerine konacak bir proleterya (emekçi sınıfı) idaresi mazlum milletlerin durumunda bir değişiklik yapmayacaktır. Mazlum milletler için sadece efendi değişecektir.” düşüncesindedir. Galiyev “Marksizmi Asyalılaştırmıştır” Galiyev’e göre Batı Avrupa’da bir sosyalist devrim beklemek hatadır. Nedenini şöyle açıklar “Doğu’nun zenginliklerinin sömürgecilik aracılığıyla Batı’ya aktarılmasının ve aktarılan bu kaynaklardan Batılı işçi sınıfına pay verilerek devrimci isteklerinin ve potansiyelinin eritilmesinin yattığını söylemektedir. ” bu öngörüsü ile tarih Galiyev’i haklı çıkarmıştır.

Batı’daki ekonomik zenginliğin nasıl bir sömürü ile kazanıldığını Galiyev’in cümleleriyle ifade edersek “Doğu’nun Batı tarafından ne oranda sömürüldüğünü hesaplamak için sömürmüş ve sömürmekte olan Avrupa ve Amerika burjuvazisinin zenginliğinin ortaya çıkışında Doğu’nun payını belirlemek mümkün olsaydı, Batılı beyaz insanın tüm maddi ve manevi zenginliğinde büyük payın Doğu’dan çalındığını, tüm renk ve ırklardan yerlilerin kanı ve teri pahasına inşa edildiğini görürüz.”

Doğu’nun mazlum halklarını Batı emperyalizminden kurtarmanın stratejisini şu şekilde sıralamıştır.”Tatar-Başkurt Sosyalist Cumhuriyeti kurulacak, onun itici gücüyle Turan Federal Sosyalist Cumhuriyeti, bunun itici gücüyle adına Mazlumlar Enternasyonali dediği Doğu birliği kurulacaktır. Böylece Doğu’nun mazlum halkları Batı kapitalizmini yenecektir. Galiyev’in özgün fikirleri ışığında günümüze bir projeksiyon tuttuğumuzda karşımıza şu sorular çıkıyor. Bugün küreselleşme adıyla insanlığın önüne konulan projenin patronu kimdir? Bağımsız kalma mücadelesi veren milletlerin zenginliklerinin önce ekonomik krizler çıkarılarak sonra borçlandırma ve özelleştirme reçeteleri sunularak yabancı sermayenin eline geçmesi tesadüf müdür? Yoksa sömürgeciliğin post modern şekli midir?

Tataristan Yazarlar Birliği Başkanı Renad Muhammedi’nin ifadesiyle Galiyev adeta ‘Sırat köprüsünde’ mazlum milletlerin kuramcısı ve stratejisti
olarak mücadele vermiştir. Mustafa Kemal ve Galiyev anti emperyalist ve Türkçüdür. Türk birliğine inanmışlardır. “Eğer bizim savaşımız sadece kendimiz için olsaydı başarılması daha kolay olurdu. Oysaki kurtulması gereken şarkta daha bir sürü mazlum millet var” diyen Mustafa Kemal, Türk İstiklal Savaşı ile Batı emperyalizminin mağlup edilebileceğini göstererek mazlum milletlerin önünde özgürlük meşalesi olarak dolaşmaktadır. Attila İlhan’ın ifadesiyle “Sultan Galiyev’in kan revan içindeki hayaleti ise mazlum halklar arasında en çok da Avrasya’da dolaşıyor.”

Avrasya’nın kanlı satranç tahtasında Truva atları ve piyonlar ile değil vezirler ile hamleler yaptığımızda, tüm mazlum milletler batılı efendilerinden kurtulacaktır. İçinden Mustafa Kemal’i, Galiyev’i çıkarmış Türk milleti bunu başaracak tarihi ve kültürel potansiyele sahiptir. Yeter ki dip dalga güçlensin.