Fransız araştırmacı Pierre Conesa tarafından kaleme alınmış olan Dr. Saound et Mr. Djihad La diplomatie religieuse de l’Arabie saoudite ,2016 adlı kitap Suudi Arabistan devletinin dini diplomasisi hakkında ilginç bilgiler vermektedir. Söz konusu bilgilerden bir kısmını okuyuculara aktarmaya çalışacağım:
Osmanlılara karşı yarımadayı birleştirmek için Suud ailelerinin zaferi ancak Abdulvahhab ailesinin desteği ile mümkündü. Bu durum Osmanlılara karşı olduğu kadar, Arap kabilelerini birleştirmek için de Cihad ilanını meşru hale getiriyordu .Aynı zamanda peygamber soyundan gelen Mekke şerifine karşı kutsal alanların işgali Suud ailesinin yasallığını doğruluyor, böylece Suud ailesi hem kabilesel hem de dinsel bir meşruiyet kazanıyordu.
Suudi din diplomasisi politik sistem tarafından desteklenmektedir. Vahhabi ulema devletin doğuşundan itibaren devletin temel misyonunu İslam’ın Vahhabi versiyonunu dünyaya yaymak ve onun egemen olmasını sağlamak olarak görmektedr. Bu durumun gerçekleşebilmesi için Suudi ulema Vahhabilik kavramı yerine Selefilik kavramını kullanmayı tercih etmektedir.
Suudi yasalarına göre her Suudi vatandaşı İslamı, devleti ve toplumu korumakla mükelleftir. Devletin karşısında her zaman düşman olarak” Kafirler” vardır. Bu nedenle Cihad bütün eğitim kurumlarının temel felsefesini oluşturur.
Dünyada 50-60 milyon Vahhabi vardır. Günümüzde radikal dincilik/Vahhabilik bütün monoteist dinleri kirletmektedir. Bu kirlenmenin kaynağında Arabistan’ın finans desteği bulunmaktadır.
Nabil Mouline “ Les Clercs de l’İslam, Puf,2011” adlı kitabında diğer Arap ülkelerinin tersine Suudi İslam’ı halk katmanlarında İslam’ın marjinalliğine bir reaksiyon değil, 1960 ‘lı yıllarda İslam ve İslami dayanışma üzerine milli ve milletlerarası yasal/meşru bir stratejinin sonucudur.
Nasır’ın 1950-1960’da Müslüman Kardeşleri Mısır’dan sınırdışı etmesi ve onların Arabistan’a gelişleri Suudi Arabistan ulemasının hiç bilmediği ve karşılaşmadığı entelektüel bir anlayışı da beraberinde getirdi. Bu durum Arabistan’da Müslüman Kardeşler Selefiliği ile Vahhabi Kardeşliğinin karşılaşmasına neden oldu.
Mısırda gelişen Panislamist hareket Nasır’a karşı tavır aldı. Suudiler 1949-1952 yılında Dünya İslam Kongresi örgütünü kurdular. Zira Dünya İslam Birliği örgütü Nasır’ın kurduğu Arap Ligini parçalamak amacında idi (1956). Bu bir tür Panarap mahkemesi idi. Faysal buna İslam’la cevap verdi ve o da 1962 yılında İslam ligini kurdu. Bu durum bir tür Arap Soğuk savaşı(= guerre froide Arabe) idi . Her zaman olduğu gibi Şiiler bu statünün dışında kaldılar. Günümüzde bile bu Ligin temel amacının ne olduğu bilinmemektedir. Bu kuruluş 120 devlet ile Avrupa’da 50 cami ve kuruluşu kontrol etmektedir. Bu teşkilatın kontrolü tamamen Suudilerin elindedir.
Nasırcılığın egemen olduğu dönemde rekabet teolojik alana da sıçradı. Ezher Üniversitesi Suudi rejimini İslam’ın çok kritik bir versiyonu olan Vahhabilik kanalı ile-Birleşmiş Milletlerin de desteğini alarak-Arap çıkarlarına zarar vermekle suçladı. Hemen bu duruma cevap olarak Suudi devleti Medine İslam Üniversitesini kurdu(1961). Ezher’de okuyan öğrencileri de ayartıp oradan koparmak amacı ile onlara yüksek burs da dahil birçok olanaklar sağlayacaklarını vadettiler
1967 Arap-İsrail altı gün savaşı sonrası Arap Sosyalizmi çökünce Suudiler enerji piyasasında önemli bir yer edindiler ve bu durumu uzun zaman lehlerine kullandılar
Ancak 1979’da İran’da Humeyni devrimi Riyad için bir kabus oldu. Çünkü Şiiler dini ve tarihi bir aktör olarak yeniden sahneye çıktılar. Burada en önemli husus Arapların temsil ettiği Müslümanlığa karşı Şiiler ezilmiş Müslüman halklara devrimci karaktere sahip bir Müslümanlık sunuyorlardı.
İlerleyen Şiizmi hem Sünni Müslümanlık, hem de Arap milliyetçiliği açasından bir tehlike ve tehdit gören Suudi rejimi “ Her zaman daha çok din” fomülünü kullanarak krizden çıkmaya çalıştı; Kadınlar günü, Noel kutlamalarını ve namaz vakitlerinde satıcıların ticarethaneleri kapatıp namaza gitmelerini sağlamaya çalıştı.
Suudiler zamanla ideolojik temelli bir endüstri kurdular. Dünya İslam Birliği fakir ve az gelişmiş ülkeler başta olmak üzere oralarda birçok medrese ve kuran kursları açtılar, o ülkelere maaşlı imamlar gönderdiler. İşin en ilginç yanı; Dünyanın en hoşgörüsüz rejimine sahip olan Suudiler “ King Abdullah Bin Abdulaziz İnternatıonal Center for İnterreligious and Incultural Dialogue” açarak dinlerarası diyalogta aktif bir rol aldılar. Bu tutum en açık ifadesi ile diplomatik omurgasızlık ve(= C’est une diplomatie sans visage) yüzsüzlüktür.
En basit tanımı ile Vahhabilik: dini totalitarizmin islami formudur. Başka bir görüşe göre ise Vahhabilik, selefiliğin daha ırkçı ,kadın düşmanı, daha anti-semitik bir versiyonudur. Şunu bilmek gerekir; selefilikle Vahhabilik arasında bir çok fark vardır. En önemli fark ise Selefiler ritüalist insanlardır. Günlük hayatlarında önemli olan şeyler :üç parkmakla yemek yemek, suyu üç yudumda içmek, çayı soğutmak için ona üfürmemek, namazda elleri bağlarken peygamberi taklit etmek, her işte mutlaka sağ eli kullanmak…. Hiç şüphesiz selefiler arasında da Bizans papazlarının meleklerin cinsiyetini tartıştıkları gibi tartışma konuları da yok değildir.
Şiiler iç düşman olarak kabul edilmektedirler. 1928’de 800 Sünni ulema Şiilerin uyması gereken kurallarla ilgili fetvalar yayınlamış, Şiilerin beş vakit namaz kılmaları ve namazda sünni imamlara uymaları gerektiğini belirtmişlerdir. Bazı Vahhabi ulema ise nazilerin anti -semitik yazıları gibi Şiilerle ilgili hicivler kaleme almışlardır.
Quietist(=Allaha ancak aşk yolu ile ulaşılabileceğine inananlar) ve cihatçı selefiler için İslam devletinde Şiiler hiçbir mahkemeye çıkarılmadan ve yargılanmadan katledilmelidirler. Zira gerek Vahhabilikte, gerekse selefilikte ümmet sadece sünni Müslümanlardan oluşur. Medine Üniversitesi de bu durumu gerçekleştirmek için çalışmaktadırlar.
Quietist selefilik apolitiktir. Onlar devletlerin tanrı iradesi ile sona ereceğine inanmakta insani kanunların hükümsüzlüğünü kabul etmektedirler.
Riyad’ın dini diplomasisinden doğmuş olan Daeş’a (İşid) ve onun lideri Bağdadi’ye göre Suudiler, Sünni islamı ve kutsal yerleri koruyamadılar. Daeş’in ortaya çıkış nedeni bu durumu tersine çevirmek ve Asr-ı saadeti yeniden inşa etmektir. Bu nedenle Bağdadi, Ebu Bekir adını almıştır. Suudiler ise Daeş’e cephe alma yerine “Bana dokunma” demektedirler. Aslında Suudi Arabistan her zaman totaliter bir islamı propaganda etmektedir. Ne var ki. Batı çıkarları gereği bu durumu görmezlikten gelmektedir.
Suudiler peygamber soyundan gelmedikleri için hilafet müessesine sahip çıkamadılar. Önce kendileri kutsal yerlerin koruyucuları olarak daha sonrada Hadimü’l- harameyn olarak nitelediler. Bugün bu pozisyonlarını korumaktadırlar.
İşin en ilginç ve ironik yanı ise, Batılıların Krallığı Daeş’e karşı kurtarmaya çalışırken, Bütün Arap ordularının Şiileri bombalamaya devam etmeleridir.
Kitapta; Sovyetler Birliğinin yıkılması (1991) sonrasında Suudi Arabistan’ın Tataristan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan’daki dini faaliyetlerini ele alan yazar, Suudilerin sözkonusu bölgelerdeki islami hareketleri desteklemek üzere birbuçuk milyar dolar bütçe ayırdığını belirtmekte Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde Türkiye’nin Arabistan’la rekabetinden bahsetmekte(?????….) ;Özbekistan ve Kırgrzistan’da Taliban destekli Hizbü’t-tahrir’in küçük hücreler halinde faaliyet gösterdiğini anlatmaktadır.
Sonuç olarak Suudi dini diplomasisi günümüzde İslam gibi gözüken radikalizm analizinde ilginç karadelikler oluşturuyor. Kitap Türkiye’deki din eğitiminin ulaşacağı nokta hususunda bir projeksiyon sunması açasından olduğu kadar. Din eğitimimizin bütün kuruluş ve kurumları ile Suudi Vahhabizmine nasıl evrildiğini göstermesi açısından da önemlidir
Gerek Ezher, gerekse Medine üniversitesinden mezun olan kimselerin Türkiye Cumhuriyeti’nde bakan ,müfti gibi görevlere getirildikleri düşünülünce nasıl milli kimliğimizden sıyrılarak Ortadoğulu bir halka dönüştüğümüz daha iyi anlaşılır.
Vahhabilerin Yıktıkları Cam/Mescidlerden bazıları:
Yazarın önemli tespitlerinden bazılarına da burada işaret etmek gerekir.Bu da Vahhabilerin iktidarı ele alınca Mekke ve Medine ‘de ortadan kaldırdıkları mescid, mezar ve evlerden bir kısmı:
Hz. Hamza’nın mezar ve mescidi
Hz. Fatıma Mescidi. Minareteyn mescidi ,Caferi Sadık mescid ve mezarı Medine’de Hendek savaşının yapıldığı alandaki dört mescid. Ebu Raşid, Selman-ı Farisi ve Ric’atü-ş Şems mescid ve camileri.
Yerle bir edilen mezar ve mezarlıklar: Medine’de Cennetü’l- baki, Mekke’de cennetü’l-mualla, Masa Kazım’ın annesinin mezarı, Peygamberimizin annesi Amine’nın mezarı hem yıkılmış, hem de 1998 yakılmıştır. Mekke’de Haşimoğulları mezarlığı,Hz. Hamza ve Uhud şehitlerinin mezarlığı, Cidde’de Hz. Havva’a ait olduğuna inanılan mezar ile peygamberimizin babasının mezarları
Bu tespitlere bakınca Türk hacıların mezarlar hususunda imamlar tarafından nasıl kandırıldıklarını görmek ilginç geliyor.
*Çeviri: Prof. Dr. Harun GÜNGÖR