Author

Prof. Dr. Harun Güngör

Browsing

Fransız araştırmacı Pierre Conesa tarafından kaleme alınmış olan Dr. Saound et Mr. Djihad La diplomatie religieuse de l’Arabie saoudite ,2016 adlı kitap Suudi Arabistan devletinin dini diplomasisi hakkında ilginç bilgiler vermektedir. Söz konusu bilgilerden bir kısmını okuyuculara aktarmaya çalışacağım:
Osmanlılara karşı yarımadayı birleştirmek için Suud ailelerinin zaferi ancak Abdulvahhab ailesinin desteği ile mümkündü. Bu durum Osmanlılara karşı olduğu kadar, Arap kabilelerini birleştirmek için de Cihad ilanını meşru hale getiriyordu .Aynı zamanda peygamber soyundan gelen Mekke şerifine karşı kutsal alanların işgali Suud ailesinin yasallığını doğruluyor, böylece Suud ailesi hem kabilesel hem de dinsel bir meşruiyet kazanıyordu.
Suudi din diplomasisi politik sistem tarafından desteklenmektedir. Vahhabi ulema devletin doğuşundan itibaren devletin temel misyonunu İslam’ın Vahhabi versiyonunu dünyaya yaymak ve onun egemen olmasını sağlamak olarak görmektedr. Bu durumun gerçekleşebilmesi için Suudi ulema Vahhabilik kavramı yerine Selefilik kavramını kullanmayı tercih etmektedir.
Suudi yasalarına göre her Suudi vatandaşı İslamı, devleti ve toplumu korumakla mükelleftir. Devletin karşısında her zaman düşman olarak” Kafirler” vardır. Bu nedenle Cihad bütün eğitim kurumlarının temel felsefesini oluşturur.
Dünyada 50-60 milyon Vahhabi vardır. Günümüzde radikal dincilik/Vahhabilik bütün monoteist dinleri kirletmektedir. Bu kirlenmenin kaynağında Arabistan’ın finans desteği bulunmaktadır.
Nabil Mouline “ Les Clercs de l’İslam, Puf,2011” adlı kitabında diğer Arap ülkelerinin tersine Suudi İslam’ı halk katmanlarında İslam’ın marjinalliğine bir reaksiyon değil, 1960 ‘lı yıllarda İslam ve İslami dayanışma üzerine milli ve milletlerarası yasal/meşru bir stratejinin sonucudur.
Nasır’ın 1950-1960’da Müslüman Kardeşleri Mısır’dan sınırdışı etmesi ve onların Arabistan’a gelişleri Suudi Arabistan ulemasının hiç bilmediği ve karşılaşmadığı entelektüel bir anlayışı da beraberinde getirdi. Bu durum Arabistan’da Müslüman Kardeşler Selefiliği ile Vahhabi Kardeşliğinin karşılaşmasına neden oldu.
Mısırda gelişen Panislamist hareket Nasır’a karşı tavır aldı. Suudiler 1949-1952 yılında Dünya İslam Kongresi örgütünü kurdular. Zira Dünya İslam Birliği örgütü Nasır’ın kurduğu Arap Ligini parçalamak amacında idi (1956). Bu bir tür Panarap mahkemesi idi. Faysal buna İslam’la cevap verdi ve o da 1962 yılında İslam ligini kurdu. Bu durum bir tür Arap Soğuk savaşı(= guerre froide Arabe) idi . Her zaman olduğu gibi Şiiler bu statünün dışında kaldılar. Günümüzde bile bu Ligin temel amacının ne olduğu bilinmemektedir. Bu kuruluş 120 devlet ile Avrupa’da 50 cami ve kuruluşu kontrol etmektedir. Bu teşkilatın kontrolü tamamen Suudilerin elindedir.
Nasırcılığın egemen olduğu dönemde rekabet teolojik alana da sıçradı. Ezher Üniversitesi Suudi rejimini İslam’ın çok kritik bir versiyonu olan Vahhabilik kanalı ile-Birleşmiş Milletlerin de desteğini alarak-Arap çıkarlarına zarar vermekle suçladı. Hemen bu duruma cevap olarak Suudi devleti Medine İslam Üniversitesini kurdu(1961). Ezher’de okuyan öğrencileri de ayartıp oradan koparmak amacı ile onlara yüksek burs da dahil birçok olanaklar sağlayacaklarını vadettiler
1967 Arap-İsrail altı gün savaşı sonrası Arap Sosyalizmi çökünce Suudiler enerji piyasasında önemli bir yer edindiler ve bu durumu uzun zaman lehlerine kullandılar
Ancak 1979’da İran’da Humeyni devrimi Riyad için bir kabus oldu. Çünkü Şiiler dini ve tarihi bir aktör olarak yeniden sahneye çıktılar. Burada en önemli husus Arapların temsil ettiği Müslümanlığa karşı Şiiler ezilmiş Müslüman halklara devrimci karaktere sahip bir Müslümanlık sunuyorlardı.
İlerleyen Şiizmi hem Sünni Müslümanlık, hem de Arap milliyetçiliği açasından bir tehlike ve tehdit gören Suudi rejimi “ Her zaman daha çok din” fomülünü kullanarak krizden çıkmaya çalıştı; Kadınlar günü, Noel kutlamalarını ve namaz vakitlerinde satıcıların ticarethaneleri kapatıp namaza gitmelerini sağlamaya çalıştı.
Suudiler zamanla ideolojik temelli bir endüstri kurdular. Dünya İslam Birliği fakir ve az gelişmiş ülkeler başta olmak üzere oralarda birçok medrese ve kuran kursları açtılar, o ülkelere maaşlı imamlar gönderdiler. İşin en ilginç yanı; Dünyanın en hoşgörüsüz rejimine sahip olan Suudiler “ King Abdullah Bin Abdulaziz İnternatıonal Center for İnterreligious and Incultural Dialogue” açarak dinlerarası diyalogta aktif bir rol aldılar. Bu tutum en açık ifadesi ile diplomatik omurgasızlık ve(= C’est une diplomatie sans visage) yüzsüzlüktür.
En basit tanımı ile Vahhabilik: dini totalitarizmin islami formudur. Başka bir görüşe göre ise Vahhabilik, selefiliğin daha ırkçı ,kadın düşmanı, daha anti-semitik bir versiyonudur. Şunu bilmek gerekir; selefilikle Vahhabilik arasında bir çok fark vardır. En önemli fark ise Selefiler ritüalist insanlardır. Günlük hayatlarında önemli olan şeyler :üç parkmakla yemek yemek, suyu üç yudumda içmek, çayı soğutmak için ona üfürmemek, namazda elleri bağlarken peygamberi taklit etmek, her işte mutlaka sağ eli kullanmak…. Hiç şüphesiz selefiler arasında da Bizans papazlarının meleklerin cinsiyetini tartıştıkları gibi tartışma konuları da yok değildir.
Şiiler iç düşman olarak kabul edilmektedirler. 1928’de 800 Sünni ulema Şiilerin uyması gereken kurallarla ilgili fetvalar yayınlamış, Şiilerin beş vakit namaz kılmaları ve namazda sünni imamlara uymaları gerektiğini belirtmişlerdir. Bazı Vahhabi ulema ise nazilerin anti -semitik yazıları gibi Şiilerle ilgili hicivler kaleme almışlardır.
Quietist(=Allaha ancak aşk yolu ile ulaşılabileceğine inananlar) ve cihatçı selefiler için İslam devletinde Şiiler hiçbir mahkemeye çıkarılmadan ve yargılanmadan katledilmelidirler. Zira gerek Vahhabilikte, gerekse selefilikte ümmet sadece sünni Müslümanlardan oluşur. Medine Üniversitesi de bu durumu gerçekleştirmek için çalışmaktadırlar.
Quietist selefilik apolitiktir. Onlar devletlerin tanrı iradesi ile sona ereceğine inanmakta insani kanunların hükümsüzlüğünü kabul etmektedirler.
Riyad’ın dini diplomasisinden doğmuş olan Daeş’a (İşid) ve onun lideri Bağdadi’ye göre Suudiler, Sünni islamı ve kutsal yerleri koruyamadılar. Daeş’in ortaya çıkış nedeni bu durumu tersine çevirmek ve Asr-ı saadeti yeniden inşa etmektir. Bu nedenle Bağdadi, Ebu Bekir adını almıştır. Suudiler ise Daeş’e cephe alma yerine “Bana dokunma” demektedirler. Aslında Suudi Arabistan her zaman totaliter bir islamı propaganda etmektedir. Ne var ki. Batı çıkarları gereği bu durumu görmezlikten gelmektedir.
Suudiler peygamber soyundan gelmedikleri için hilafet müessesine sahip çıkamadılar. Önce kendileri kutsal yerlerin koruyucuları olarak daha sonrada Hadimü’l- harameyn olarak nitelediler. Bugün bu pozisyonlarını korumaktadırlar.
İşin en ilginç ve ironik yanı ise, Batılıların Krallığı Daeş’e karşı kurtarmaya çalışırken, Bütün Arap ordularının Şiileri bombalamaya devam etmeleridir.
Kitapta; Sovyetler Birliğinin yıkılması (1991) sonrasında Suudi Arabistan’ın Tataristan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan’daki dini faaliyetlerini ele alan yazar, Suudilerin sözkonusu bölgelerdeki islami hareketleri desteklemek üzere birbuçuk milyar dolar bütçe ayırdığını belirtmekte Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde Türkiye’nin Arabistan’la rekabetinden bahsetmekte(?????….) ;Özbekistan ve Kırgrzistan’da Taliban destekli Hizbü’t-tahrir’in küçük hücreler halinde faaliyet gösterdiğini anlatmaktadır.
Sonuç olarak Suudi dini diplomasisi günümüzde İslam gibi gözüken radikalizm analizinde ilginç karadelikler oluşturuyor. Kitap Türkiye’deki din eğitiminin ulaşacağı nokta hususunda bir projeksiyon sunması açasından olduğu kadar. Din eğitimimizin bütün kuruluş ve kurumları ile Suudi Vahhabizmine nasıl evrildiğini göstermesi açısından da önemlidir
Gerek Ezher, gerekse Medine üniversitesinden mezun olan kimselerin Türkiye Cumhuriyeti’nde bakan ,müfti gibi görevlere getirildikleri düşünülünce nasıl milli kimliğimizden sıyrılarak Ortadoğulu bir halka dönüştüğümüz daha iyi anlaşılır.
Vahhabilerin Yıktıkları Cam/Mescidlerden bazıları:
Yazarın önemli tespitlerinden bazılarına da burada işaret etmek gerekir.Bu da Vahhabilerin iktidarı ele alınca Mekke ve Medine ‘de ortadan kaldırdıkları mescid, mezar ve evlerden bir kısmı:
Hz. Hamza’nın mezar ve mescidi
Hz. Fatıma Mescidi. Minareteyn mescidi ,Caferi Sadık mescid ve mezarı Medine’de Hendek savaşının yapıldığı alandaki dört mescid. Ebu Raşid, Selman-ı Farisi ve Ric’atü-ş Şems mescid ve camileri.
Yerle bir edilen mezar ve mezarlıklar: Medine’de Cennetü’l- baki, Mekke’de cennetü’l-mualla, Masa Kazım’ın annesinin mezarı, Peygamberimizin annesi Amine’nın mezarı hem yıkılmış, hem de 1998 yakılmıştır. Mekke’de Haşimoğulları mezarlığı,Hz. Hamza ve Uhud şehitlerinin mezarlığı, Cidde’de Hz. Havva’a ait olduğuna inanılan mezar ile peygamberimizin babasının mezarları
Bu tespitlere bakınca Türk hacıların mezarlar hususunda imamlar tarafından nasıl kandırıldıklarını görmek ilginç geliyor.

*Çeviri: Prof. Dr. Harun GÜNGÖR

E. Blochet* Çev.Harun Güngör
Gök İmparatorluğu (Çin) kronikleri Türklerin adının 552 yılına kadar dünya tarihinde görülmediğini rivayet etmektedir. Hâlbuki Hunların galibiyetinden sonra ayakta kalabilen halklar kendilerini dövme demirden silah yapmak için Altay maden ocaklarında istihdam eden İbirlerin (Juan-Juanların) hâkimiyetini ortadan kaldırdılar.avesta
Türk ismi, ya da en azından türediği kök M.Ö. 6.yüzyıldan çok önceleri vardı. Avesta’da Thraetaona’nın: payına İran düşen Airiya (= Arya), Batı’nın hakimi olan Sairima ve Doğu’nun efendisi olan Tura adlı üç oğlu vardı. Burada sözü edilen Tura, Türklerin atasıdır ve adlarından ayrı tutmak imkânsızdır. Hiç şüphe yok ki bu isim Avestik kökenlidir. Çünkü Dinkart’ın sunduğu şekliyle bu isim, nask Citradat’ın analizinde görülmektedir. Avesta’da Tuirya [=Turya] Turani ülkelerin sıfatı olarak geçmektedir. Boundahishn’de bu adlandırma şöyle geçer: “tuiryanam, saininam, dahinam dahyuram naram ashaonam fravashayo yazamaide” [Turani ülkelerin aziz insanlarının, Çinlilerin, Dahyaların fravaşilerine kurban kesiyoruz] yani hiç şüphe yok ki bunlar İran’dan Çin sınırlarına kadar, Çin’de ve Baktirya’da yaşayan Zerdüştilerdi. Yeşt XIII/123 pasajında aziz Frarazi’nin babası olan Tura adlı bir şahıstan bahsedilmektedir. “Turani Danular” İranlıların amansız düşmanları olarak birçok kez zikredilmektedirler: khrumao asebish frazainti danunam baevarepaitinam. [Danuların birlerce şefinin yıkılmış evleri ziyana uğradı]. Buradaki baevare kelimesinin, herkesin bildiği gibi Altaylı toplulukların üst birliğini, yani “10.000” kişiden meydana gelen temel askeri birliğini ifade eden tümen kelimesinin tercümesi olduğu apaçıktır. Ashavazdah adlı iki kahraman ile Thrita adlı bir üçüncüsü, “Danu Turanlılarının” reisleri, danavo tura, Asabana Kara , Asabana Vara ve çok güçlü olan Duraekaeta’ya yakarmaktadırlar.* Bu çevrim/döngü tam olarak bilinmese de, Vishtaspa’nınkinden farklı olup tarihi tam olanak söyleyemesek de galiba ondan daha öncedir. Zira Vishtaspa, Thrita’nın ruhunu rüyasında görmüştür. İranlıların amansız düşmanı olan Afrasyab, Avesta’nın nask Citradat’ı tekrar eden Boundahishn’de Thraetaona’nın oğlu Tura’nın soyundan gelmekte ve Avesta, ona övgülü “Turanlı haydut”, mairyo tuiryo sıfatını vermektedir.
Ne kadar geriye götürülmek istense de yazım tarihi Touman’ın hükümdarlığından yani Hunların Orta Asya’nın hâkimleri oldukları dönemden çok önce olan Avesta’nın kaleme alındığı çağda en azından Türklerin isminin kökünün var olduğu rahatlıkla görülür.

Notlar
Avesta’nın bir çok yerinde ( Yt.V.54 73;XIX 41,XIII,38). Turanlı Hunus ve Danus’lardan söz edilmektedir. ( belki de bunlar sadece mitik ya da mitoloji kaynaklı olabilir. Bu kavramlar daha sonra düşman Turanlılar için kullanılmış olabilir.( ,C.De Harlez,Avesta, Livre Sacre du Zoroastrisme ,Traduit du texte Zend, , Paris 1881,C.1,s143)
Fravaşi :İyi kainattaki bütün varlıkların koruyucusu
Thraetaona: mitolojik bir kahraman
++*E. Blochet ,Le Nom des Turks dans l’Avesta, The Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland (Apr., 1915), pp. 305-308
Juan-juanlar eski adları ile ib-ibi= ibim,ibil,ibir ( Reşidüddin’de İbi’nin çoğulu olarak gözükür,l=r) Çinlilerin Sien-pi dedikleri Sibirlerdi
Türklerin komutanı Prens Wei’nin kızı ile evlenen Touman idi. ve İli Kagan= Büyük kağan unvanının aldı. Orhun kitabelerinde Touman ‘ın Bumin Kaganla niçin özdeştirildiğini bilmiyorum.Çinliler kesinlikle yabancı birinin ismini bilimsel olarak yazarken “T” yi “B” ye dönüştürmezler. Hunlarda olduğu gibi Türk halklarında da hükümdar unvanı Türkçe olan Cabgu/Yabgu idi. Kagan kelimesi Tunguzlara aitti. Tabii olarak İbirler Tunguzlardı. Tang Hanedanı zamanında Türkler nezdinde Tan-yu= kabilenin başı/şefi Kağan= Kho-han dı. Kağan’nın hanımı da Kho-houa-touen ( Khaghatoun=kgan-tour) idi.
Tchabghou unvanı Türklerin ataları Hunların komutanlarına verilen bir unvandı. Sibir Tunguzlar 93 yılında güçlenmeye başladılar ve onlar da (Tchabghou=Tan-yu)unvanının aldılar. Zira o dönemde Hunlar Kuzey Asya’yı egemenlikleri altında bulunduruyorlardı. O dönemin Sibir komutanlarından/lider,/Önderlerinden Mou-young –she-kouei göğün oğlu( fils du ciel) büyük Yabgu= tai tan-yu unvanının aldı. Bu durum bize gösteriyor ki, Yabgu unvanı büyültücü, yüceltici bir unvandı ve ailenin bu unvana ihtiyacı vardı.. 402 Sibir/İbirlerin hükümdarı Touloun batıda Yen-khi (Kharnshar) doğu da Kore Denizine kadar bütün bölgeyi egemenliği altına alınca Türk /Altay dünyasına gücünü göstermek için Yabgu unvanının terk ederek Tunguzca kağan anlamına gelen Kang-mou unvanının aldı. İşte bu, 552 Touman’ın unvanı oldu. Yabgu unvanının Moğolca’da Chouboughou= imdat,çevik, atik olduğu kabul edilebilir. Aynı semantik gelişmeyi Tekin kelimesinde de görmek mümkündür.
Darmesteter, Zend Avesta, c. 3, s. Lviii.
Yeşt, XIII,143.
Yeşt, XIII,143.
Yeşt XIII,144: Dohialar Grekçe Çince Ta-hia İskitlerin işgalleri döneminde Onlar Baktirya bölgesini işgal ettiler. Onlar Hazar Denizinin doğusunda oturuyorlardı. Dahia”ların buradaki zikredilişlerinin kesin tarihini vermek mümkün değildir. Bu tarih M.Ö. VII.yüzyıldan Arsasidlerin İran egemenliği dönemine kadarki zaman aralığında olabilir.
Yeşt, XIII,143.
Darmesteter, c. II.s.544
Yeşt, XIII,s,38
Modern Moğolca’da kullanılan Touman ,toman, Farsça bu kelime Altayca Tuoman,Toman bu çok eski Çincedeki “to-man” (10.000 kişi) ödünç alınmış olabilir.
Türkçe “Kara” kelimesi Türkçe ve Moğolca isimlerde sıkça kullanılmaktadır.
Vara, doğu Türkçesinde gür/gör hızlı,becerikli kelimesinden gelmektedir. Görmek, güvenmek, birini önder olarak kabul etmek anlamındadır.
*Onlar bütün dilekleri ve istekleri kabul eden, krallığa refah, toprağa verimlilik ve savaşlarda taraftarlarına zafer ihsan eden Ardviçura’ya” kahraman Turanlı savaşçılar; Kara Asabana, Vara Asabana ve güçlü Duraekata’ya karşı savaşlarda ve hayatta bize galibiyet nasip eyle” diye dua ediyorlardı.( Avesta, Yeşt:XIII/74)
Yeşt: V/73: Zend Avesta t:III,p,4
YeştV/41; Yeşt XIX;56.

Her toplumda olduğu gibi Türk Türk toplumsal yaşamında da bayramlar önemli bir yer tutar. İlk Türkçe sözlük olan Divanü lügati’t-Türk’te sevinç ve eğlence gününü ifade eden Badram kelimesi Anadolu Türkçesine bayram olarak geçmiş ve bu şekli ile kullanılmaktadır. Bu kelimenin Arapça karşılığı Iyd/AVD’dir.

Bayramların birçok çeşidi vardır. Bunları milli bayramlar, dini bayramlar, kökeni tabiata bağlı olan yeniden doğuş ve diriliş bayramları, bölgesel eğlence ve festivaller( bağ bozumu, kuzu/koyun
yıkama… vb.) olarak ifade etmek ve sıralamak mümkündür.

İnsan yaratılışı gereği kendinin de bir parçası olduğu tabiatta var olan taş, kaya, dağ, su, ağaç, ateş, güneş, ay, yıldızlarla ilgilenmiş, bunların hareketlerini anlamlandırmaya çalışmıştır. İşte bu kozmik dünyada var olan olaylardan biriside 21 Mart bahar ekinoksudur. Yani gece gündüz eşitliğidir.

Biz burada kökeni tabiata bağlı yeniden doğuş ve var oluş bayramı olarak kabul ettiğimiz Nevruz/Navrız Bayramı üzerinde duracağız. Kaostan kozmoza geçişi ifade eden, mitolojinin anlamlandırdığı makrokozmik gerçeklilikle, orada ifadesini bulan insanî mikrokozmun sosyal gerçekliği arasında bir bağ olarak tanımlayabileceğimiz bayram ve bu bağlamda Nevruz, Türk Dünyasında Ulusun ulu günü, Nevruz, No Ruz, Novruz, Neyruz, Navrız, Nartuvan vb. adlarla anılmakta olup o gün;

1-Hz. Âdem’in yaratıldığı gündür16

2- Hz. Nuh’un gemisinin karaya, Tufandan kurtulduğu oturduğu gündür

3- Yunus peygamberin balığın karnından çıktığı gündür.

4- Hz. Muhammed’in peygamberlik hil’atını giydiği gündür.

5- Hz. Ali’nin doğum günüdür.

6- Hz. Ali’nin halife seçildiği gündür.

7-Hz. Ali’nin doğum gününde Nevruz adlı öksüz bir çocuğun kutlama gününde getirdiği kırmızıya boyanmış bir yumurtadan dolayı günümüze kadar kutlanan kırmızı yumurta bayramıdır.

8- Hz. Ali ve Fatımatü’z-Zehrâ’nın evlendikleri gündür

9-Dargın olanların barışması için Hz. Ali tarafından ilân edilen bayramdır.

10- Güneşin Balık burcundan Koç (Hamel) burcuna girdiği gündür.

11- Kış mevsiminin sona erip, baharın başlamasıyla birlikte Türklerin kışlaklardan yaylaklara göç etmeğe başladığı gündür.

12-. Türkler’in Ergenekon’dan çıktıkları gündür. Beş bin yıldan beri Dünya Türklüğü’nün yeniden doğuş ve bahar bayramıdır.

13-. Harezm hükümdarı Sultan Melikşah’ın ortaya koyduğu bayramdır.

14. Orta Asya ve Ön Asya halklarının eski ananevî yeni yıl bayramıdır. Orta Asya’da İslâm dini yayılmadan evvel mevcuttur.

15. Türklerde bahar bayramıdır.

16-. Eski İran takvimine göre yılbaşıdır.

17-. Takvim-i Celâlî’de yılbaşı ve yılın bahar başlangıcı olan, mart-ı rûmînin dokuzuncu günüdür.

18-. Demirci Kawa (Kave)’nin Arap hükümdarı Azi Dahak’a galip geldiği gündür.

19- Sultan Nevruz adlı bir kişiden kalmıştır. Bu sultan, yoksulları koruduğu için halk da bu günü, onun anısına doğum günü olarak kutlamıştır.

20- Dünyanın yaratılışının tamamlandığı gündür…vs.

21-Tanrının ölüleri dirilttiği gündür. Bugün tanrı onlara ruh verir. Göğe emir vererek üzerlerine yağmur yağdırır. Bu sebeple insanlar kutlamalarda su serperler.

22- Baharın ilk günüdür.

Yukarıda sıralanan görüş ve düşünceleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak bu görüş ve kabullere dikkatle bakıldığında bunları doğrudan dinle ilişkilendirmek mümkün olmadığı gibi, bir millete mal etmek de mümkün gözükmemektedir. O halde bu bayram hangi coğrafyada, nasıl meydana gelmiştir? Öncelikle belirtmek gerekir ki, milletlerarası düzeyde kabul görmüş ve çeşitli halklar tarafından benimsenmiş bir bayramın ancak güçlü bir kültür tarafından yaratılabileceği gerçeğinden hareketle, bu bayramın kökenine bakmak gerekir.

Araştırmacılarca İlk bakışta Mezopotamya kökenli olduğu kabul edilen bu bayram, tarihin en eski ve uygar milleti kabul edilen Sümerlilerce kutlanıyordu. Sümerliler bu bayrama A-ki-til adını veriyorlardı (Til=yaşamak, yeniden doğmak) (Eliade 1980: 71-74; 333-334). Bu bayram ve kutlamalar Sümer-Akad sentezi içinde de yer aldı.

Mezopotamya’da Sümerlilerin iktidar ve hâkimiyetlerini kaybetmeleri ve bölgenin önce Sami Akadlılar, ardından da Asur ve Babillilerce istilâ edilmesinden sonra bu bayram Nisan ayında ve on bir gün süre ile kutlanılan bir yeni yıl bayramı oldu. Babil bayramlarının en büyük ve muhteşemi olan bu bayrama Babilonya’da Akitu adını verdiler (Limet 1984: 19). Ancak Sargon öncesi metinlerde (M.Ö. 2100-1900) zikredilen bu bayramın daha eski bir köke sahip olduğu görülmektedir. Ayrıca halk bu dönemde yıllık olarak kaderlerinin belirlendiğine inandıkları ve bu sebeple bir tür “kader bayramı” olarak kabul edilen Zagmuk’u da kutluyordu.

On bir gün süren akitu kutlamaları, yukarıda da belirttiğimiz gibi Babil takvimine göre yılın birinci ayında (=Mart-Nisan) gerçekleşiyordu. Kutlamaların ilk üç gününde hazırlıklar yapılır, 4. gününde üst sınıftan bir din görevlisi sesgallou, tanrı Marduk şerefine ve onun heykeli önünde evrendeki düzenin yeniden kurulması kaostan kozmoza geçişi anlatan Babil yaratılış destanı Enuma Eliş‘i okuyordu. Kutlamaların beşinci gününde ise tapınaklar temizleniyor, kral bugün yetkilerini tamamen terk ederek bir vatandaş haline dönüşüyor ve yıl içinde yaptığı bütün kötülükleri, haksızlıkları itiraf ederek, bir tür tövbe, günah itirafında bulunuyordu. 8. gün kırda bulunan ve Akitu’nun Evi denilen tapınağa ayin alayı, kanaldan teknelerle, karadan da atlı arabalarla geliyordu. Orada Marduk’un tanrıların düşmanı Tiamat’a karşı kazandığı galibiyet ve zaferin ifadesi olan Babil yaratılış destanı okunuyor, bu olay temsili olarak canlandırılıyor, ardından da akitu evinde “cultic picnic” diye nitelendirilebilecek yemek veriliyordu. 11. gün, Tanrılar Babil’e dönüp kader sekisinde dünyanın bir yıllık kaderini belirliyorlardı (Limet 1984: 18-19).

Burada bir hususu belirtmek gerekir. O da, 6 ve 12. ayda Ur’da kutlanılan A-ki-ti adlı hasat bayramıdır. Bu bayram, yılbaşı bayramı değildir ve akitu ile ilgisi yoktur (Limet 1984: 18).

Akitu yeni yıl bayramının devrin büyük devletleri olan Mısır, Hitit ve İran’da da kullanıldığı ifade edilmekle birlikte bu kutlamaların yapılış biçimi hakkında yeterli bir bilgi mevcut değildir.

Enuma Eliş’ten daha eski köklere sahip olduğu kabul edilen Akitu bayramı dinî olmaktan daha ziyade siyasî bir öz taşımaktadır. Bu bayram kutlamalarında üç unsur göze çarpmaktadır:

a) Anma

b) Büyüsel-simgesel ritüel

c) Kurban sunuları

Bunların hemen hepsi tanrısal ritüelle ilgilidir.

Avesta ve onun allegorik tefsiri Zend’de Nevruz’la ilgili bir bilgi bulunmamasına, hatta No Ruz=Nevruz kelimesinin avestik formunun bilinmemesine rağmen, (Boyce 1976: 34; 72-73) Sümer medeniyetinin temel kavramlarını alıp Akatça’ya çevirerek onları sahiplenen Samilerin ardından Mezopotamya’ya gelen göçebe Aryalar, pastoral ekonomiden ziraî ekonomiye geçiş sürecinde, o bölgede A-ki-til, a-ki-tu ve Zagmuk adı ile kutlanılan bu bayramı alıp Nevruz adı ile kutlamaya başladılar. Hürmüz ve Ehrimen’in teşekkül ettiği Akamenidler döneminde (M.Ö. 559-330) Darius tarafından inşa edilen Persepolis’te Nevruzun kullanıldığı bilinmektedir. Ne var ki, güz yeni yıl geleneğinin yerini alan bu yeni yıl bayramı İran’da oldukça değişik anlamalara neden olmuş, önceleri dinî bir özellik gösteren bu kutlamalar Sasanîler döneminde (226-652) Sasanîler’in Zerdüştî papazlara karşı Mani rahiplerim desteklemeleri nedeni ile sekülarize edilmiş, yani, dinî temalarından tamamen soyutlanarak popüler ve folklorik bir bayrama dönüştürülmüştür. Hiç kuşkusuz bu bayramın şekilleniş ve kullanılış biçimi üzerinde sadece Zerdüştilik değil, Mani Dini ve Mitraizm de etkili olmuştur.

Batılı araştırmacı Gray’ın haklı olarak belirttiği gibi, Nevruz’la ilgili temel bilgilerimiz Avesta ve Pehlevi metinlere değil, Müslüman İran dönemi perso-arabik metinlere dayanmakta olup bunların başında da Birûnî’nin (937-1051) El-Asarü’lBâkiye Ani’l-Kuruni’l-Haliye adlı eseri yer almaktadır (Gray 1981: 872). Cemşîd’in dini Nevruz’da yenilediğini, Azerbaycan’a gelişi sırasında halkın bundan memnun olarak bu günü bayram ilân ettiklerini, şeker kamışından şekerin ilk defa bu dönemde yapılıp halka ikram edildiğini anlatan (Birûnî 1923: 216) ve bunları da “Nevruz-ı Kebirde yapılan işler” diye isimlendiren Birûnî (Birûnî 1923: 217) söz konusu eserinde Nevruz’un başlangıcı ile ilgili olarak şöyle bir hikâye de anlatmaktadır:

Davud Oğlu Süleyman Peygamber, yüzüğünü kaybetmiş ve saltanatı da elinden gitmişti. Kırk gün sonra yüzüğü bulunup kendisine getirildi ve o da saltanatına tekrar döndü. Bu esnada etrafında padişahlar ve tepesinde de kuşlar toplandılar. Bunu gören Farslar, “Nevruz Amed” yani “Yeni gün geldi” dediler… Böylece bu gün, Nevruz olarak adlandırıldı. Sonra Süleyman Peygamber, rüzgâra kendisini gezdirmesini emretti. Bunun üzerine rüzgâr da Süleyman Peygamberi taşımaya koyuldu. Yolda kırlangıç, önlerine çıkarak, “Padişahım, benim yuvamda yumurtalarım var, yolunu değiştir, onları ezme!” dedi. Süleyman Peygamber de yolunu değiştirip yere indiği zaman, kırlangıç, gagasında su getirip bu suyu Süleyman Peygamberin önüne serpti ve ona hediye verdi… Bu sebepten dolayı Nevruz’da su serpilir ve hediyeler verilir…” (Birûnî 1923: 215).

Bu hikâyede kutlamalar sırasında yapılan çeşitli uygulamalardan söz edilmektedir. Bunlar; raşşü’l-mâ=su serpilmesi (Birûnî 1923: 266), hatvü’t-türâb=toprak atılması (Birûnî 1923: 266) ve oyunlar oynanmasıdır. Bîrûni’ye göre özellikle Nevruz-u halife demlen ve kutlamaların 11. günü Bağdat’ta yapılırdı (Birûnî 1923: 266).

Firdevsi (934-1020) ise tarihî gerçeklerden tamamen uzak ve anakronizmin egemen olduğu meşhur eseri Şehnâme’de İranlılar’ın kutsal atası olan Yima’nın devler ülkesinden muzaffer bir biçimde dönüşü anısına kutlanılan Nevruz’la, Yima’nın kraliyet otoritesini gasbeden ve kaynaklarda bir Arap hükümdarı olarak takdim edilen Azi-Dahhak’ın hapsedilmesi anısına kullanıldığı ifade edilen Mihrican hakkında, Nevruz’un Cemşid adına, Mihrican’ın da Feridun’un tahta çıkışının şerefine icat edildiğini ifade etmektedir (Firdevsi 1992: 177).

Günümüzde İran’da olduğu gibi, Hindistan’da yaşayan Parsiler’ce de Jamschedi Navruz adı ile kutlanılan Nevruz, İranlılar’ın güneş takviminin birinci ayı olan Farvardin’in 20/21. günlerine rastlamaktadır (Yarshater 1987: 341).

Acaba biz bu bayramın neresindeyiz?

Türk tarihi boyunca bu bayramın kutlanıp kutlanmadığına kutlanılmışsa buna ne ad verildiği söz konusu kutlamaların nasıl bir r nitelik taşıdığına bir göz atmak gerekir.

İlk dönem Çin vakai-i nameleri Bozkurt’tan bahsetmektedir. Türklerin bulundukları bölgenin dağlarla çevrili olduğunu, bu yere “Mamelles de la terre (Toprağın memeleri)” denildiğini kaydeden Süryani Mihail, Türklerin buradan ilk defa M.Ö. 510 yılında çıktıklarını anlatmaktadır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, eski Türklerin mağara mabetleri tesis ettikleri bilinmekte, bu alışkanlığın Budist dönemlerde de, dinin kendilerine empoze ettiği düşünce ve inançlarla devam ettirildiğinden söz edilmektedir. Ayrıca bütün klasik kaynaklarda Türklerin beşinci ayın 10-20. günleri arasında ırmak kenarlarında, şenlikler düzenledikleri, kurban kesip, saçı yaptıkları da anlatılmaktadır. Ecdat mağarası adı verilen bu mağaradan çıkanlarını etnik açıdan protomogol veya avar oldukları tartışılan Juan-Juanlar’ın demircileri olan Türkler olduğu ise bütün tarihî kaynaklarda yer almakta, bütün araştırmacılar bu gerçeği kabul etmektedirler. Şüphesiz bu bayramlara ne ad verildiği, bunların Ortadoğu yeniden doğuş mitleri ile ne derece ilgili olduğu hakkında yeterli bir bilgi bulmak güç gözükmektedir.

Yukarıdaki ifadelerden Gök Tanrı’ya inanan Türklerin ismini bilmediğimiz ama Nevruz’a benzer bir bayramı kutladıkları anlaşılmaktadır. Süryani Mihail’in tasvir ettiği ve Ergenekon destanında da ifadesini bulan bu bayram Türklerin diriliş, tekrardan var oluş bayramıdır. Türkler Ergenekon’dan çıkışın anısına bu bayram kutlamalarında demir döverler.

Bilindiği üzere Nevruz kutlamaları Selçuklular ve Osmanlı döneminde de devam etmiş, Nevruz kutlamaları münasebeti ile dönemin şairlerine Nevrûziyeler takdim edilmiş, askerlere bayram izinleri verilmiştir. Osmanlı sarayındaki kutlamalarla ilgili olarak II.Abdulhamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu” Nevruz baharın ilk günü olduğundan nevruzdan bir gün önce Eczane-i Hümayunda nevruz macunu hazırlanır. Bu, üzerine altın tozu dökülmüş bir şekerdir. Tüllere sarılan bu şekerler devlet erkanına dağıtılır. Sabah aç karnına yenilirse şifa olur. Şeker konulan sinilere şekerden başka yedi türlü yiyecek te konulurdu. Bunlar “s” harfi ile başlayan Susam ,süt, simit, su, salep, safran, sarımsak olup bunlardan da birer parça alınırdı” demektedir.

Nevruz kutlamaları ile ilgili dinsel tereddütler yaşanmış mıdır?

Bilindiği üzere toplumlara kurtuluş vadeden monoteist dinler, kendi inanç ve uygulamaları dışında hiçbir doğru inanış, düşünce ve uygulamayı kabul etmezler. Bu nedenle halkın çoğunluğu olmasa da birçok dini topluluk ve cemaat dün olduğu gibi bugün de nevruz bayramına karşı çıkmış ve çıkmaktadır.

Osmanlı döneminde de bu bayram kutlamaları ile ilgili olarak tereddütler yaşanmış dini makamlardan fetvalar istenmiştir. Bu konu ile ilgili olarak elimizde meşhur Osmanlı Şeyhü’l-İslamlarından Ebussu’ûd Efendi’ye âit iki tane fetva bulunmaktadır. Bu fetvalardan birincisi şöyledir:

Mesele: Hind Nevruzda yeñice kaftanlar giyse, zevci Zeyd “çıkar” diyicek. “Bu gün Nevruzdur, giyerin” dise şer’an mezbûreye ne lâzım olur?

Cevab: Ol günü tazim için olmayacak nesne lâzım olmaz.
İkinci fetva ise şöyledir:

Mesele: Nevruz gününde Zeyd-i müslim eyû libaslarını giyüb yiyüb, içse, yârânları ile sahraya gitse ism lâzım gelür mi?
Cevab: Nesne lâzım gelmez. Nevruz Mecusî değildir, nevruz Sultânidir.

Birincisi: İran Nevruz’u hakkında, eski İran Zerdüştliğinin kutsal kitabı olan Avesta ve onun alegorik tefsiri olan Zend’de bir bilgi mevcut değildir.Bu nedenle olmalıdır ki,, Osmanlılar Nevruz’u bir Mecusî âdeti olarak değil, Sultanî bir olay olarak algılamakta, bununla da onun İranî kökeni hakkındaki iddiaları reddetmektedirler. Aslında bu husus, yani Nevruz’un kökeni problemi her zaman tartışmaya açık olduğu gibi, “Nevruz=No Ruz” adının Avesta formu bile günümüze ulaşmamıştır. Böyle olmasına rağmen yine de “Nevruz” kelimesine bakarak bunu İranlılara bağlamak pek de doğru değildir

Kısaca ifade etmek gerekirse, gerek İslam öncesi, gerek İslam sonrası zaman zaman İranlılarca dinîleştirilmeye gayret edilmiş olan Nevruz, bazı marjinal gruplar dışında, Türklerin çoğunluğu tarafından hiçbir zaman dinî bir bayram olarak algılanmamış, baharın gelişi ile sembolize edilen bir “yeniden doğuş” bayramı olarak kutlanılmış ve günümüzde de bütün Türk ülkelerinde aynı amaç ve düşünce ile kutlanılmaktadır. Ayrıca biz bu kutlama pratiklerinde su serpme, su ile yıkanma, ateş ve ışık yakma, toprak atma, çeşitli uygulamalarla fala bakma, bol yağmur için tanrılara içki sunma vb. Türk kültürünün bir ürünü olan Ergenekon Bayramı ile Önasya Nevruzu’nun bir tür birleşimini de görmekteyiz.

Bayram kutlamaları nasıl yapılmaktadır?

Daha öncede ifade edildiği üzere Nevruz bayramı bütün Türk ülkelerinde Nevruz bayramı kutlanılmaktadır. Kutlamalarda en önemli şey; bu bayrama özel olarak yapılan kült özelliği taşıyan yemeklerdir. Kazakistan’da Nevruz Koje çorbası yapılır. Bu çorbanın içinde Su, süt, Qurut, et, arpa ,pirinç ve tuz bulunur. Bu çorba iki hafta boyunca haftanın tekli günlerinde akraba,eş-dost ve komşulara dağıtılır.

Özbekistan ve Kırgızistan’da Sömölök/sumelek adlı bir tatlı yapılır. Bu çimlenmiş taze buğday filizlerinin ezililip nişasta ile karıştırılması ve uzun süre kaynatılmasıdır. Bu da eş-dost ve akrabalara ikram edilir. Bizdeki Aşure gibi. Kutlamalarla ilgili olarak Şehriyar’ı dinleyelim.

Baynam yeli çardahları yıhanda

Navruz gülü kar çiçeği çıhanda

Ağ bulutlar köynekli sıhanda

Bizden de bir yar eyleşyen sağ olsun

Dertlerimiz goy dikelsin dağ olsun.

***************************

Bayram olup gızıl balçık ezeller.

Nakış vurup otağları bezeller

Tahçalara düzmeleri düzeller

Gız felinin fındıgçası henası

Heveslener anası gaynanası

************************

Yumurtanı göyçek güllü boyardık

Çakkıştırıp sınanların soyardık

Oynamadan bizce meğer oyardık

Eli mene yaşıl aşık vererdi

Irza mene navruz gülü dererdi

**************************.


Bayram idi geççe guşı ohurdi

Adahlı gız bey çorabın tohurdi

Herkes şalin bir bacadan sohurdi

Ay ne güzel gaydalı şal bağlamak

Bey şalına bayramlığın bağlamak

Hediyeleşilir,

Aşık oynanır.

Fala bakılır. Kulakasma/kapı dinleme yapılır.

Ergenekondan çıkış bayramımızın 4653. yılı hepimize kutlu olsun.

Rus araştırmacı Pierre Kouznietsov “La Lutte des Civilisations et des Langues dans l’Asie
Centrale, Paris 1912.353.s”
adlı doktora tezinde geçmişten XIX. yüzyıla kadar Rus Türkistanı diye adlandırdığı günümüz Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin yer aldığı bölgeler ve orada yaşayan halklarla ilgili önemli bilgiler vermektedir. Kitabın ön sözünde çalışmasının iki ana bölümden oluştuğunu ifade eden yazar, birinci bölümde M.W. Barthold’un le Turkestan a l’epoque de l’invasion mongol adlı eserini esas aldığını, ikinci bölümde ise araştırmayı bizzat kendisinin yaptığını anlatmakta, özellikle Kokand Hanlığı dönemi örf, adet ve geleneklerle ilgili olarak da V.P. Nalivkine’nin* araştırmalarını esas aldığını belirtmektedir.

Biz bu yazımızda Türk tarih ve kültürü ile ilgili önemli bilgilerin yer aldığı bu kitaptan bazı tespitleri hiçbir yoruma tabi tutmadan aktarmaya çalışacağız.

Geçmişte Orta Asya’nın bir çok kavim tarafından işgal edildiğini, bu coğrafyada yaşayan halkların bir çok kültür ve dinle ( Zerdüştilik, Budizm, Maniheizm, Nesturi
Hıristiyanlık, İslam) karşılaştıklarını anlatan yazar, Orta Asya’yı etkileyen ilk medeniyetin Mazdaizm esası üzerine kurulmuş olan İran medeniyeti olduğunu ifade etmektedir.(s.15).X. yüzyılda Maveraünnehr’in İranlılarla meskun olduğunu, Zerdüştiliğin merkezi olan Belh şehrinin Arap coğrafyacıları tarafından ” Ümmü’l-Bilad” olarak anıldığını(s.17),Samaniler döneminde ise Belh ,Semerkand ve Buhara şehirlerine ” dünyanın kraliçesi“(s.18) denildiğini ifade etmektedir. Ancak Arap ordularının Buhara’yı işgali sonrasında Buharalıları göçe zorladıklarını anlatan yazar, Mazdaizme inan bu göçmen ve zengin Buharalılar(=Keş kuşan)ın 700 yüz şatodan oluşan yeni bir şehir kurduklarından söz etmektedir(s.22) Bu şatoların duvarlarında çeşitli resimler buluyordu. Zerdüştiler bu resimlerin kendilerini cin/peri gibi çeşitli ruhani varlıkların zararlarından koruyacağına inanıyorlardı. Samaniler döneminde hala bu şatolardan bir kaçı mevcuttu. Tacik kelimesinin anlamı ile ilgili olarak Tacik kelimesi ortaya çıkısından itibaren etnik ve politik bir anlam ifade etmez. O, Zerdüşti öğretiye inanan kişi demektir. Zira kelimenin ilk hecesinde bulunan “Taç” bildiğimiz Taç anlamındadır. Hıristiyanlar nasıl Haç; Müslümanlar da nasıl Türban takıyorlarsa Zerdüştiler de Taç takıyorlardı demekte, VIII. yüzyılda Eba Müslim döneminde Bikh –Afarid=Makh-Afarid adlı Zerdüşti bir reformatörün de ortaya çıkışı ile ilgili bilgiler vermektedir.(s.22)

Araştırma esnasında zerdüşti kalıntıların bulunduğunu ifade eden araştırmacı bu duruma kanıt olarak yöre halkı arasında “moug=mag” kelimesinin kullanıldığını anlatmaktadır(s.23-24)Arap istilası öncesi Maveraünnehr’de bir çok devletçikler bulunduğunu Semerkand ve Fergana idarecilerine ‘dohkon=,dikhan denildiğini ifade eden araştırmacı arap istilası öncesi Sogdluların Sasani paralarını örnek alarak para bastıklarını anlatmaktadır .

Bizans imparatoru II. Justinen ile Türk hakanı Dizavul/İstemi yabgu arasındaki ilişkiyi de Sogdlular sağlıyordu.(s27).

Arapların Orta Asya’yı işgalleri bölge etnoğrafyasında dikkate değer bir etki yapmadığı gibi, politik ve kültürel alanda da fazla bir etki yapamadı. Emevi komutanları /valileri daha çok Orta Asya’yı kendilerini zenginleştirecek bir vergi deposu olarak gördüler. Ancak İslam, Sasani bürokrasisi üzerine kurulmuş olan Abbasi iktidarında Orta Asya’da devlet dini haline gelebildi( s.29)

Orta Asya’da şehirlerin Şehristan denilen merkez, Rabat ve etrafında yer alan kalelerden üç katmanlı bir biçimde oluştuğunu anlatan yazar, söz konusu dönemlerde sokakların taşlarla döşeli olduğunu, şehirlerin içinden su kanalları geçtiğini ifade etmektedir. Semerkand ve Buhara’da hükümdar sarayı “Registan” adı verilen meydanda bulunurdu. Daha sonra kaleler Orda adı ile anılmaya başladı. Semerkand ve Buhara da hala Registan mevcuttur(s.36-37).

Arap istilasından sonra Farsça popüler dil olarak kalırken, özellikle Maveraünnehr’de Arapça edebi dil olarak kullanıldı.(s,39).Arap istilalarına rağmen İslamiyet belli bir süre entellektüeller arasında gelişemedi.

Arap istilaları öncesinde Maveraünnehr ve Orta Asya Türklerin egemenliği altında idi. Türk hakanları Bizanslılarla politik ilişki içerisinde bulunuyordu. Doğu Türk ülkeleri batıya göre daha yüksek bir refah içinde idiler. Ancak 7 12 de Semerkant’ı İşgal eden Araplar Soğdluları buradan sürdüler. Soğdlulara , Arapların ” Ebu müzahim” adını verdikleri Sulu Kağan (716-737) sahip çıktı. Orta Asya Samanilerden sonra Karahanlıların egemenliği altına girdi. Samaniler, Tahiriler ve Safarilerin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Orta Asya tamamen Türklerin egemenliği altına girdi. Türk- Moğol istilası, Arap istilası sonrası yeşeren İran kültürüne büyük bir darbe vurdu.(s.51) Yazar, Veselovskiy’ Biruni’nin Arap istilası sırasında Arapların İslam’ın yayılmasını kolaylaştırmak amacı Harezm kütüphanelerini yaktıklarını ifade etmektedir(S.39). böyle bir olay da Moğol istilası sırasında Buhara , Semerkant ve Belh .kütüphanelerinin başına da gelmiştir( 55).

Yazar, bir çok doğu bilimcinin Türklerle Moğollar arasındaki akrabalık bağlarının çok güçlü olmasından dolayı XIII, yüzyılda gelişsen Moğol yayılmacılığının sadece Moğollara mal edilemeyeceğini, aynı zamanda bunun bir Türk hareketi olduğunu ifade ettiklerini anlatmaktadır(s.57)

Bütün bu gelişmelere rağmen Farsça Orta Asya’da edebi dil olarak devam ederken, Türkçe vernaküler dil olarak kaldı. Türkler ev yapım tarzları da dahil bir çok nesnel kültür unsurlarını İranlılardan aldılar. Samaniler döneminde köleler genellikle Türklerden oluşuyordu. Türklerin hakimiyetinde durum tamamen tersine döndü; bu defa köleler İranlılardan oluştu. İran ve Turanlılar arasındaki kin o kadar büyüdü ki, XVI .yüzyılda Molla Semsü’d-din Herati Şiilerin kafir oldukları ve pazarlar da satılabilecekleri ile ilgili fetva yayınladı(s.70-71 vd). İşte bu tarihten itibaren Orta Asya Türk hakanları kendilerini ” Sünniliğin Mudafii” olarak kabul ve ilan ettiler.

Timur dönemi Orta Asya’nın en müreffeh dönemi idi. Askeri teşkilat Türk usulü kalırken kadınların sosyal hayata katılımları söz konusu idi.

Zamanla Orta Asya’da İslam hukuku uygulanmaya, el kesimi, recm gibi cezaların Kokand hanlığı döneminde uygulandığı görülmektedir(s.99) Bu uygulamaların belki de en korkuncu ölüme mahkum edilmiş suçluların kale burçlarından atılmaları idi(s.99)

Orta Asya’da öğretilen her sanatın bir pir‘i vardı. Dervişlik ve tekkeler yeterince yaygındı. Bu tekke şeyhlerinin Osmanlı veya Arap olması çok önemli idi. Dini hayatta ziyaret yerleri (= Mazalar) önemli bir yer tutuyordu. Hatta bu ziyaret yerleri dileklerin ve isteklerin ne olduğuna göre ayrılmıştı. Örneğin Namangan’da bulunan iki mazar/ ziyaret yeri çok önemli idi. Çocuk sahibi olmak isteyenler Bava –Ata‘ya, zenginlik isteyenler ise Poço-Ata‘ adı ile anılan ziyaret yerlerine giderlerdi. Hatta Aravan’da bir kaya üzerinde bulunan ve atlı bir şövalyeyi andıran resim, kayanın altında bir su kaynağı ve üzerine çıkılan küçük bir çukur vardı. Oranın yerli halkı bütün bu mekanları kutsal bilir ve kayadaki resmin de Hz. Ali’ ye ait olduğuna inanırlardı.(s.125).Bu tür ziyaret mekanları sayısız denilecek kadar çoktu.

Kadınlar mescide gitmezlerdi. Ülke yerlileri Müslümanlığın kendilerine zorla kabul ettirildiğini ifade ediyorlardı. II.Katerina döneminde Müslüman Tatar misyonerlerin din yolu ile kendilerini asimile edeceği düşüncesinden hareketle söz konusu faaliyetlerden rahatsız olan Kırgızlar, bu durumu engellemesi için Çar’a başvurmuşlarsa da Rus çarı Müslümanlığı idolatriden Hıristiyanlığa geçişte ara bir dönem olarak gördüğü için duruma müdahalede bulunmamıştır(s.66).

Orta Asya’da panteist sufizm yeterince yaygındı. Hatta bu sufizmi Arabo-occidantale Arap etkisi ile gelişmiş batı sufizmi; irano-hindou /orientale Fars- hind etkisi ile gelişmiş doğu sufizmi olarak ayırmak mümkündür.. Söz konusu doğu sufizmi daha orijinal bir biçim arzetmektedir(s.131 )Ahmet Yesevi, Bahauddin Nakşıbendi vb. sufiler mevcuttu. Bu tarikatlarda bir sufinin katedeceği aşamalar;Şeriat, Tarikat ve Hakikat esastı. Göçebeler sufizme daha yatkındılar.

Orta Asya Türkleri arasında iyi-kötü ruhlara inanış oldukça yaygındı. Periler, güzellikleri dillere destan varlıklardı. Onlar faziletli/saygıdeğer insanları korurlardı. Cin,Dev, İblis,Seytan, Albastı,Adjina bunların en tanınmışları idi. Albastı yaşlı ,kıllı ve çirkin bir kadın olarak tasavvur edilir, .izbe yerlerde,,terkedilmiş bahçeler ve çiçekler arasında yaşardı. Adjina ise, saçları sarı, dev gibi büyük bir kadın şeklinde düşünülürdü. O her istediği şekle /biçime dönüşebilir, her dona girebilirdi. Bunların dışında da birçok mitik varlık tasavvuru mevcuttu.(s.142-145)

Medreseler oldukça yaygındı. Her ne kadar medreselerde matematik, fizik kozmoloji gibi bilimler okutulsa da, eğitimin esasını din eğitimi oluştururdu. Babalar çocuklarını medrese hocalarına”la chair
(de notre enfant) est a vous, les os sont a nous=)”eti sizin, kemikleri bizim” diye teslim ederlerdi. Avrupada Latince ve Grekçe öğretildiği gibi burada da Arapça eğitim dili olarak öğretilmekte idi. Hatta o dönemde Orta Asya’da entellektüel bir Müslüman için en kutsal dil Arapça idi. Dillerle ilgili şöyle bir anlayış mevcuttu:

Arapça şerafet,

-Farsça necaset

-Türkçe kabahat denilirdi(s.165).

Medreselede okutulan ders kitapları ilgili bir değerlendirme yapan yazar, Müslümanların okuttukları tarih, coğrafya ve kozmoğrafya kitapları saçma ve fantastik hikayelerle dolu idi demekte bu konu ile ilgili olarak dünyanın yaratılışı ve konumu hakkında Abdullah b. Mes’ud’un Hz. Muhammed’e dünya neyin üzerinde bulunuyor? diye sorduğu soruya verilen cevabı göstermekte, medreselerin bu hali ile hem Müslümanlığın çöküşüne hem de medeniyetin yok olmasına neden olan kurumlar olacağına işaret etmektedir.

Osmanlılarla Orta Asya arasındaki dini ve politik(?) ilişkiler daha çok Orta Asya’dan hacca gitmek isteyen hacılar yolu ile sağlanıyordu. Bu hacılar İstanbul’a geliyor, tekkelerde konaklıyor , daha sonrada hacca gidiyor dönüşte de aynı yolu takip ediyorlardı(s.299).

Yazar,1895-1896 yıllarda ilginç bir kişiliğe sahip Osmanlı vatandaşı Mir Sadık Kari’nin oğlu olan Hoca Abdu-Celil in Ming –tepe ‘nin tanınmış İşan’ı Madali’ye verilmek üzere sakal-ı şerif’le birlikte bir ferman, altın bir yüzük ve yeşil bir bayrak getirdiğini anlatmaktadır (295).Bütün bu olaylar 1898 yılına kadar Ruslardan gizli kalmıştır.

Sovyetler Birliği öncesi Türkistan’la ilgili önemli bilgiler içeren bu tez çalışması özellikle Kokand hanlığı tarih ve kültürünün anlaşılması açısından dikkat çekmektedir. Söz konusu kitapla 1907 yılında Orta Asya’yı gezen, Özbek bir baba ve Başkurt bir anneden doğan fikir/düşünce adamı Abdurreşid İbrahim’in ” Alem-i İslam” adlı eserinde o dönem Buhara medreselerinde verilen eğitimin örtüştüğünü görmek mümkündür. Konu ile ilgili olarak Abdurreşid İbrahim “…. Umum Buhara ahalisinde bu fikir baki ise de ilmen bunun aksinedir. Usulü tedris berbad. Bir kitabın mukaddimesini beş sene de tahsil iderler. Yirmi-otuz sene medrese odasında oturur ,bütün ömrünü alat lisan tahsilinde geçirir, tahsil hıtamında iki kelime arabi tekellüm edemediği gibi bir satırda arabiyü’l-ibare bir şey yazmak iktidarına da malik değildir..Usulü tahsil çok acınacak bir haldedir. “demektedir(s.17)

*-V.P.Nalivkine,Chrestomathie sart et persane approprie aux programmes de l’ecole normale
du Turkestan, Tachkent,1887; V.P. Nalivkine, Histoire sommaire du khanat de Kokand, Kazan 1886(rusça); V.P. Nalivkine&M.V. Nalivkina, Condition de la femme indigene du Fergana, Kazan 1885 ( rusça).