GİRİŞ
1915 yılında Osmanlı devletinin savaşın olağanüstü koşulları nedeniyle düşmanla işbirliği yapan ülke içerisindeki şartlardan yararlanarak isyan çıkaran Ermenilere sürgün kararı almasından günümüze kadar ermeni sorunu Türk milletinin önünde bir engel olarak kalmıştır. Yapılan tanımların ve kavramların hassasiyetine göre Ermeni sorunu ifadesini kullanmaktaki amaç azınlık durumundaki bir toplumun mağduriyetinden daha çok o toplumun mağdur ettiği milletimizin sıkıntılarını dile getirmek için kullanılmıştır. Yani Ermeniler 100 yıldan daha fazla bir dönemden beri Türklere hep sorun çıkarmışlardır.
TARİHÇE
Dünya savaşının devam ettiği yıllarda Self determinasyon ilkesiyle bağımsız bir Ermeni devleti kurmak isteyen Ermeniler, Amerikan başkanı Wilson’a güvenerek yaşadıkları bölgede kendi nüfuslarını fazla göstermek amacıyla inanılmaz bir etnik kıyıma başlamışlardır.
Türkleri katledip, Türklerin yaşadıkları bölgenin aslında Ermenilere ait olduğunu göstermek amacıyla yapılan bu insanlık dışı girişime Osmanlı yönetimi, savaş dönemi yılların verdiği Meşru Müdafaa hakkını kullanarak 1915 yılında “sevk ve iskân kararını” alarak Ermenileri daha güvenli bir yer olan Suriye’ye göndermişlerdir.
I. Dünya Savaşı’nın bütün insanlık için elem dolu o günlerinde, ölüm-kalım mücadelesi veren Osmanlı Devleti’nin kendisine isyan ederek düşmanla işbirliğine giren bir kısım Ermeni vatandaşını, ülkeye daha az zarar verecekleri cephe gerisine yerleşmesinden daha doğal bir önlem olamazdı.
“Daha 1918 yılı başlarında, savaşan tarafların hemen hepsinin barış istemeye başladığı sıralarda, ABD başkanı Woodrow Wilson, gelecek barışın temel ilkelerini belirlemek üzere bir açıklama yapmıştı. 8 Ocak 1918’de açıklanan ve tarihe “Wilson ilkeleri” veya “Wilson’un 14 noktası olarak geçen bu ilkeler özetle şöyleydi… Osmanlı imparatorluğunda Türklerin oluşturduğu bölgelerin egemenliği sağlanmalı, diğer bölgelerdeki uluslara kesin bir yaşam güveni, özgür ve engelsiz tam gelişme olanakları verilmeli”.
Wilson ilkelerine dayanarak doğuda bir Ermeni ve Kürt devleti oluşturulması çabaları başlamıştır. Bu çalışmalar özellikle İngiltere’nin öncülüğünde Avrupalı devletler tarafından desteklenmiştir. Wilson ilkelerinden hareket ederek 10 Ağustos 1920’de Sevr (Sevres) barış antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın Doğu Anadolu ile ilgili bölümünde; “Doğu Anadolu’da denize çıkışı olacak şekilde bağımsız bir Ermeni Devleti ile onun güneyinde özerk bir Kürdistan kurulacaktı”
Yukarıdaki maddelerden de anlaşıldığı gibi kısmı bir azınlık oluşturması fikrinin bölünmeye doğru yol aldığını görmekteyiz. Sevr antlaşmasındaki bu maddenin temel dayanağı milletlerin kendi kaderini belirleme hakkına (Selfdeterminasyon) dayanmaktadır. Ancak ortada böyle bir durumun olmadığı aşikârdır. Bir kere Ermenilerin o bölgede bir devlet kuracak kadar sayısal üstünlükte bir yapısı yoktu. Bu yapıyı oluşturmak amacıyla I. Dünya Savaşı yıllarında yaptığı atakların sonuçsuz kalması üzerinde, o dönemde İngiltere’nin yazdığı Mavi Kitap’a(Bule Book) dayanarak soykırım iddiasında bulunmuşlardır. Hiçbir gerçek bulguya yer vermeyen sadece Savaş Bakanlığının propaganda amacıyla yazdığı bu kitabın Ermenilerce kullanılması düşündürücüdür.
O dönemde İstanbul İngiltere tarafından işgal edilmiş ve Osmanlı’nın bütün arşivlerine İngilizler el koymuştu. Meclis-i Mebusanın dağılması üzerine bazı milletvekilleri tutuklanıp Malta Adasına sürgün edilmişti. Sürgündeki milletvekillerinden bir kısmı, Ermeni soykırımı yapmakla suçlanmıştı. Ancak Osmanlı’nın bütün arşivlerini elinde bulunduran İngiltere soykırım yapıldığına dair tekbir kaynak bile bulamamış ve sürgündeki milletvekillerine soykırımla ilgili bir iddianame hazırlayamamıştır. “Günümüzde İngiltere Mavi Kitaptaki idealarından vazgeçmiştir. İngiltere Dışişlerinin Türk Komitesine yolladığı mektup Mavi Kitaptaki Ermeni soykırımıyla ilgili iddiaları çürütüyor. Londra mektupla 1915-1916’daki olayların soykırım kapasitesine girmediğini kabul etti.”
20 Ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara Antlaşması, daha çok Ermenileri rahatsız etmiştir. Ermeniler, Türklere yaptıkları kötülüklerin hesabının sorulacağı endişesi ile Çukurova’yı terk ediyorlardı. 1919–1921 yılları arasında Fransız ve İngiliz kuvvetleri ile Maraş, Antep, Urfa ve Adana’da Türklere baskı ve şiddet uygulayan Ermeniler, Ankara Antlaşması’ndan sonra, Fransızlar tarafından Suriye ve Lübnan’a taşınmıştır. Ermeni kaynaklarına göre, Çukurova ve çevresinin Fransızlar tarafından boşaltılması sırasında,120.000’den fazla Ermeni Suriye ve Lübnan’a, 300.000’den fazla Ermeni de Kıbrıs, Mısır ve İstanbul’a göç etmiştir. İkinci Ermeni göç hareketi, 1939’da yaşanmıştır. Fransız mandası altında kalmış olan Hatay Sancağı’nın 1939 yılında Türkiye’ye katılmasından sonra, Fransızlar tarafından 1919–1920 yılları arasında Çukurova, Erzin, Dörtyol, İskenderun, Belen, Kırıkhan ve Samandağ ile çevre köylere yerleştirilen Ermenilerin büyük çoğunluğu Suriye’ye göç etmişlerdir. Böylece Çukurova civarında bir Ermenistan yaratma hayali oradan kalkmış oluyordu.
24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşması ile Türkiye’de kalan Ermenilere azınlık statüsü verildi. Bu durum Ermeni sorunun tarihe gömüldüğü anlamına gelen uluslararası bir belgedir. Ancak “geçmişte olduğu gibi günümüzde de Ermeni toplu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan ülkeler olmaktadır. Bazı ülkelerde Türkleri ve Türkiye’yi sözde soykırımı tanıyan anıtlar dikilmekte, bazı ülkelerde de sözde soykırımı tanımaya yönelik karalar parlamento gündemine getirilmektedir. Gerçekte tarihçilere bırakılması gereken bu konular, siyasetçilerin elinde çıkar aracı haline dönüştürülmektedir. Şüphesiz ki bu tür entrikalarda en büyük zararı yine oyuna gelen Ermeniler görmekte, onları kullananlar ise kazançlı çıkmaktadır.”
GÜNÜMÜZDE ERMENİ SORUNU
Türkiye’deki 1915 olaylarına dair Ermeni tezleri 1965’ten beri 30’un üzerinde ülkenin parlamentolarında kabul gördü. Ermeni iddiaları paralelinde çıkarılan ve sayısı 30’u aşan parlamento kararları şunlar:
“Uruguay (1965), Kıbrıs Rum Yönetimi (1982), Avrupa Parlamentosu (1987), Arjantin (1993), Rusya Federasyonu (1995), Kanada (1996), Yunanistan (1996), Lübnan (1997), Belçika (1998), Fransa (2001), İsveç (2000), İtalya (2000), İsviçre (2003), Slovakya (2004), Hollanda (2004), Polonya (2005), Almanya (2005), Venezuela (2005), Litvanya (2005), Şili (2007), Avusturya, Bolivya, Brezilya, Bulgaristan, Çekya, Ermenistan, Libya, Lüksemburg, Paraguay, Portekiz, İsviçre, Suriye ve Vatikan’dır.
Etkili bir dış politika zorunlu dostluk prensibine göre şekillenir. Yani gücünü ortaya koyarsın ve devletleri dostane ilişkiler yaşamaya zorlarsın. Günümüz Ermeni sorunu bu mantık çerçevesinde ele alınmalıdır. Ermeni sorunu artık siyasi bir sorundur ve bununla etkili bir siyasi mücadele şarttır.
Yorumlar kapandı.